Arama
Boş arama ile 50 sonuç bulundu
- Monarşi ve Cumhuriyet Kavramları Üzerine
Dünya tarihi, 1783 Amerikan ve 1789 Fransız devrimlerine kadar monarşik bir düzenin ekseninde seyretmiştir. Hatta Fransız devrimi bir imparatorluk hanedanı doğurmuş (bkz: Napoleon Bonaparte) ve bu hanedan, "geçici restorasyon" ile "ikinci imparatorluk" döneminde ülkenin yönetimini elinde bulundurmuştur. Velhasıl 19. yüzyılın ikinci yarısının son demlerine kadar dinleri, felsefeleri, kraliyete verebilecekleri çeşitli biçimler ne olursa olsun büyüklü küçüklü tüm uygarlıkların monarşik bir yönetim altında hayatlarını idame ettirdiğini görmekteyiz. Pek tabii olarak her uygarlığın yöneticilerine atfettiği anlam ve önem, sahip oldukları kültür doğrultusunda çeşitlenmekteydi. Çin'de Göğün oğlu'nun (imparatora verilen isim, Çince karşılığı T'ien - Tseu), Roma'da Palatino tepesi'ndeymiş gibi ülkesini yönetmesi beklenemezdi ya da Aztekli yöneticilerin Charlemagne 'ın kılık kıyafetini üstlerinde taşımalarını beklemek abesle iştigal olurdu. Söz konusu çeşitlilik yalnızca yönetilen toplumun sahip olduğu kültürün monark üzerindeki etkisiyle sınırlı kalmamış, bu etki çift taraflı hasıl olmuştur. Yani toplumun hüviyeti, monarkın gücünün sınırlarını çizmiştir. Bu bağlamda "monarşinin evrensel yasalarına" tezat teşkil eden istisnai iki örnek dikkat çeker: Yunan demokrasisi ve Roma cumhuriyeti. Evvela bir anlam karmaşasına mahal vermemek adına kavramların ayırdını iyi yapmamız gerekir. İlk olarak demokrasi ve cumhuriyet kelimeleri eş anlamlı değildir. Çağdaş demokrasilerde hem Britanya'da olduğu gibi krallara hem de iktidarın kurgusal olarak halka ait olup seçmenlere tek bir listenin sunulduğu cumhuriyetlere rastlanır. Cumhuriyet, demokrasiden farklı hüviyete sahip bir kavramdır çünkü cumhuriyette yönetici sınıf, iktidarı nüfusun önemli bir bölümünü dışlamaya yatkın toplumsal bir teşkilat tarafından tevdi edilen vekalet aracılığıyla icra ederken demokrasi, en azından teoride cinsiyet, mevki, servet veya eğitim seviyesi ayırt etmeksizin, her bireyin kendini ifade hakkını, cinsiyetini tanır. örnek vermemiz gerekirse; Roma, demokratik bir rejim ile değil, cumhuriyetçi bir rejim ile yönetilirdi çünkü yurttaşlar yöneticileri seçmesine rağmen nüfusun ezici çoğunluğu Roma yurttaşlığına sahip değildi. Üstelik köleler de bahsi geçen ezici çoğunluğun dışındaydı. Yunan demokrasisi ise hiçbir zaman "kısıtlayıcı" bir cumhuriyetten öteye gidemedi. Yunan demokrasisi "Yunan dehası", Girit / Miken'den gelen kralların hükümdarlığı sırasında neşet etmiş ve gelişmiştir (mö 2000-1200). Mö. 8. yüzyıldan itibaren aristokrat sınıfın güç kazanması ile beraber Yunanistan, tabiri caizse kralların boyunduruğundan kurtulmuş ve aristokrasi, kendi bünyesine katmak amacıyla kralların ayrıcalıklarını tedricen ortadan kaldırmıştır. Bu süreç içerisinde yalnızca Sparta, eski rejimini korumuş ancak burada da aynı anda iki kralın varlığı ve rekabeti Spartalıları güçsüz düşürmüştür (takribi mö 550). Atina'da ise servetle ve doğuştan ayrıcalıklı kılınmış aristokratlar ile zenginleşmiş yeni tüccar sınıfı ve daha sonra avam arasındaki husumet zaman içerisinde kentin yönetiminin "halkın desteğiyle" tiranların eline geçmesini sağlamıştır. Atina'da "gerçek anlamda" demokrasinin tesis edilmesi, adına bir yüzyılın atfedildiği Perikles dönemine tekabül eder. Mö 508-405 arasını kapsayan bu zaman zarfı Yunan uygarlığının görece en görkemli dönemidir. Ancak Perikles'in 429'da ölümünden kısa bir süre sonra Atina, Sparta'ya boyun eğer ve demokrasi rafa kalkar. Peloponnessos savaşı akabinde İsokrates, Ksenephon ve Platon gibi filozofların reform ihtiyacını yüksek sesle dile getirmesiyle beraber toplumda monarşiye dönüşün tek çare olduğuna dair kanaat yavaş yavaş filizlenmeye başlar. Politik yaşamın güncel gerçekliklerine rağmen monarşik özlemler, bir şekilde ortaya çıkmaktadır ve artık politikacılara güvenin kalmadığı, demagojiye doyulduğu, ahlaki krizin şiddetlendiği mö. 4. yüzyıl gibi anarşinin hızla arttığı bir dönemde İkinci Philippos fırsatı değerlendirir ve mö 338 itibariyle Atina'yı egemenliği altına alır. Koşullar düşünüldüğünde ahvalin bu şekilde hasıl olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Boşluğu gören Filip, aksiyon almış ve muvaffak olmuştur. Tabiri caizse yaşam onu çağırmıştır. Antik Yunan'ın haşmetli demokrasi tarihi, başladığı gibi, yani kralların egemenliği altında, bu şekilde nihayete ermiştir. Roma cumhuriyeti Geleneğe göre Roma, Romulus tarafından mö 753 yılında kurulur. Romulus'u müteakiben bir dizi kral tahta çıkar ve bu "ilk krallar", Cicero'nun da ifade ettiği gibi "felsefi ruhlarında taşıdıkları inayet alametleriyle" bir mitin parçasıdırlar. Roma'nın monarşiden cumhuriyet rejimine evrilmesinin altında ise toplumsal bir travma yatar. Kent, mö. 575 civarında Etrüsklerin eline düşer. Söz konusu esaret ile beraber halk, krallara sırt çevirir. Tabi ki toplumda Roma krallarına karşı oluşan memnuniyetsizliğin başka farklı sosyolojik sebepleri de vardır ancak her ne olursa olsun resmi tarihyazımına göre takribi mö 509'da Romalılar monarşiyi lağveder. Ancak bu tarih ile alakalı ihtilaflar mevcuttur çünkü Etrüsklerin Roma işgali mö 475'e kadar sürer. Kimi tarihçilere göre (bkz: Livius) cumhuriyet rejimin başlangıcı için 475 sonrasını göstermek daha doğru olacaktır. Velhasıl Yunanistan'da olduğu gibi asiller yani (bkz: Patrici) sınıfı, monarşinin yıkılmasından açıkça nemalanırlar. Zaferinin tadını çıkarma peşinde olan muzaffer aristokrasi, oligarşiyi tesis edebilmek adına gerekli adımları atar. İlk başta bir çeşit intihabi monarşinin mevcudiyetini düşündürecek makul sebepler vardır. İktidarı temsilen iki eşit konsül, sınırlı bir dönem için atanır. Konsüle ait ayakları "x" şeklindeki "teker iskemle" (bkz: sella curulis), kraliyet tahtından başka bir şey değildir. Halk ise iktidar için bir illüzyondan ibarettir. Roma'da halk (pleb ile karıştırmayalım), yurttaş olmayan bir kitlenin ve kölelerden oluşan daha büyük bir kitlenin bağrındaki bir avuç yurttaşı temsil eder. Aslında Roma halkının tamamı gibi aristokrasi de içinde krala karşı derin bir özlem duygusu besler. Kendi soyu, kökeni ve tarihinden gurur duyan Romalılar, dünyanın cumhuriyet ile başladığına asla kani değildirler. Rejim değişikliğine rağmen ülkede kralların hatırasına her daim saygı duyulur. Örneğin devlet hayatının merkezi olan Forum'da, Romulus tarafından dikildiği rivayet edilen kutsal bir İncir ağacı imparatorluk çağına kadar büyük hürmet görmüştür ve gövdesi kuruduğunda Roma'da 3 gün boyunca yas ilan edilmiştir. (bkz: Minas Tirith) (bkz: The White Tree) (bkz: Yüzüklerin Efendisi) Ziyadesiyle dindar olan Roma halkı, monarşinin ilgasının, Jüpiter'in (Zeus) krallığında yaşayan tanrıların gazabını çekecek ladini bir icraat olduğunun tamamen farkındadır ve onları yatıştırmak amacıyla Rex sacrorum ve eski kralların ayin görevlerini miras alan Pontifex maximus gibi makamların varlığıyla monarşinin "görünürde" devam etmesine verirler. Kimilerinin "fosilleşmiş" dediği, en ufak görevi ifa etmekten aciz, "tabuların ağırlığından başka artık ihtişamına dair hiçbir şeyi elinde tutamayan" bu "cumhuriyetçi monark" makamları, bir "ruhban hükümdar" hüviyetiyle dinin idaresini elinde tutar ve yurttaşlar ile devletin omuzlarına düşen görevleri onlara öğretir. Bu kadim makam daha sonra papalık hükümdarı şeklinde günümüze dek Papalık tarafından da kullanılacaktır. Cumhuriyet rejimi, Platon'un da dediği gibi, sınırlı bir toprak parçası üzerinde ve az sayıda seçmen ile uygulandığı sürece etkili işlemektedir. Bu önermenin en çarpıcı örneklerinden biri olan Roma'da da ülke genişledikçe, yurttaş sayısı arttıkça ve zenginlik "herkese yetmemeye" başladığında çatlak sesler hasıl olmaya başlar. Önce mö 107 ve 86 arasında yedi kez konsül olan Marius ve ardından Sulla ile başlayan "değişim hareketi", mö 23'te Octavius'un Augustus adıyla iktidara gelmesiyle nihayete varır ve Roma'da imparatorluk dönemi başlar. 400 yıldan fazla bir zaman boyunca cumhuriyet rejimi ile yönetilen ve "özgürlük düşkünü" olan gururlu! Romalılar, imparatorluk rejimi hasıl olmasına rağmen "monarşinin ihyasından" dem vurmazlar. Onlar soyluluğun tiranlığına son vermişlerdir! ve bu yeni rejim Romalılar için geleneklere dönüşü, asırların ötesine uzanan gerçek bir ihyayı ifade etmektedir.
- Kamusal Aklın Yeniden İnşası: Öğretmen Atamaları Üzerinden İktidarın Analizi
Son yıllarda Türkiye'de eğitim politikaları giderek daha belirgin bir biçimde siyasal iktidarın ideolojik öncelikleri doğrultusunda şekillenmektedir. Bilhassa son günlerde kamuoyunun nezdinde de popülerlik kazanan öğretmen atamaları, bu yönelimin yalnızca kadro politikasıyla sınırlı olmadığını, aynı zamanda uzun vadeli bir toplumsal dönüşüm hedefinin parçası olduğunu göstermektedir. Atamalar, sadece öğretmen seçimi değil; aynı zamanda bir kamu aklının yeniden biçimlendirilme çabası, bir başka deyişle devletin ideolojik yeniden inşası olarak da okunmalıdır. 1. İdeolojik Kadrolaşma ve Eğitimin Siyasallaşması AK Parti iktidarı boyunca "milli ve manevi değerler" söylemi, yalnızca bir kültürel yönelim değil; devlet mekanizmasının farklı alanlarına sinmiş yapısal bir müdahale biçimi şeklinde de karşımıza çıkmaktadır. Nitekim eğitim, bu müdahalenin en merkezi alanlarından biridir. Son atamalarda, İmam Hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerinden mezun olanların sayısındaki orantısız artış, öğrenimin ideolojik içerik ile donatıldığını ve laik - seküler eğitim geleneğinin sistemli biçimde zayıflatıldığını ortaya koymaktadır. Örneğin, 2024 yılında yapılan öğretmen atamalarında felsefe ve biyoloji branşlarına ayrılan kontenjan sayısının önemli ölçüde azaltılması; buna karşın din kültürü ve ahlak bilgisi, meslek dersleri ve Arapça gibi alanlarda kontenjanların artırılması, iktidarın eğitime bakışını açıkça göstermektedir. Bu durumun, bilhassa felsefe, biyoloji, tarih gibi eleştirel düşünmeyi teşvik eden alanlarda ciddi bir akademik deformasyon riski taşıdığı da gözden kaçırılmamalıdır. Böylece öğretmen, bilimsel bilgi aktarıcısından çok, ideolojik değerlerin taşıyıcısı haline getirilmektedir. Keza, Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre 2023 yılı itibarıyla görev yapan öğretmenlerin yaklaşık % 25’i ilahiyat veya İmam Hatip kökenli öğretmenlerden oluşmaktadır. Bu oran, 2010'da yalnızca % 11 civarındadır. Söz konusu dramatik artış, ideolojik kadrolaşmanın nicel boyutunu da gözler önüne sermektedir. 2. Devletin Kılcal Damarlarında Yeni Bir Bürokratik Yapılanma Öğretmen atamaları, aynı zamanda devletin kılcal damarlarında ideolojik bir yeniden yapılanmanın da parçasıdır. Yargı, medya ve güvenlik alanlarındaki kadrolaşma süreçlerinden sonra eğitim de bu dönüşümün içine dahil edilmiştir. Öğretmen, yalnızca bir ders anlatıcısı değil; aynı zamanda öğrencinin dünya görüşünü, siyasal aidiyetini ve kimliğini şekillendiren bir figürdür. Göreve yeni başlayan öğretmenlere yönelik hizmet içi eğitim programlarında, pedagojik içerikten ziyade "değerler eğitimi", "manevi rehberlik" gibi içeriklerin öne çıkarılması; devletin öğretmeni artık teknik bir uzman olarak değil, ideolojik bir rehber olarak konumlandırdığını göstermektedir. Bu dönüşüm, özellikle kırsal bölgelerde çok daha görünür bir hal almış durumdadır. Öğretmenler artık yalnızca ders anlatmakla değil, yerel kültürel normları ve iktidar ideolojisini pekiştirmekle görevli birer "eleman" hüviyetine büründürülmeye çalışılmaktadır. 3. Yeni Seçmen Profili Yaratma Stratejisi Bugün lise sıralarında olan gençler, birkaç yıl sonra seçim sandığına gidecek bireyler olacaktır. Bu gerçeklik, öğretmen atamalarını aynı zamanda bir seçmen mühendisliği stratejisi olarak da konumlandırmaktadır. Gençliğin siyasal eğilimlerini şekillendirmek, onların eleştirel değil itaatkar, sorgulayan değil onaylayan bireyler olarak yetişmesini sağlamak, iktidarın kendi sürekliliğini sağlama arzusuyla doğrudan ilişkilidir. Bu strateji, bilhassa liselerde "Değerler Kulüpleri", "manevi danışmanlık programları" ve çeşitli STK iş birlikleriyle görünür hale gelmektedir. Bu programların ekseriyeti, doğrudan ya da dolaylı olarak iktidara yakın vakıflar ve cemiyetlerle iltisaklıdır. Gençlerin aidiyet duygusu, bu şekilde siyasal ve kültürel olarak yönlendirilmektedir. 4. Cemaat ve Tarikatlarla İlişkili Atama Ağları Kamuoyuna yansıyan bilgiler, öğretmen atamalarında tarikat ve cemaatlerin referanslarının etkili olduğuna işaret etmektedir. Bu yapıların, belirli adayları tavsiye ederek atamalarda etkili oldukları yönündeki iddialar, Türkiye'deki eğitim sisteminin liyakatten uzaklaşarak ağ ve sadakat ilişkileriyle şekillendiği tehlikesini gündeme getirmektedir. Bu yalnızca bireysel adaletsizlik yaratmakla kalmamakta, aynı zamanda kamu yönetiminde kurumsal çürümeyi de derinleştirmektedir. Yine, atama süreçlerinde "referans mektuplarının" ve "manevi denetim mekanizmalarının" etkili olduğu; mülakatlarda adaylara siyasal - ideolojik sorular yöneltildiği iddiaları, kamu hizmetlerinin tarafsızlığını zedelemekte ve öğretmenliği, "sadakat esaslı" bir mesleğe dönüştürmektedir. 5. Laik ve Bilimsel Eğitimin Geriletilmesi Özellikle fen bilimleri ve sosyal bilimler alanında, laik ve eleştirel bir eğitim modelinin sistemli biçimde zayıflatıldığı gözlemlenmektedir. Biyoloji öğretiminde evrim kuramının ders kitaplarından çıkarılması, tarih öğretiminde Osmanlı nostaljisi ve fetih merkezli bir anlatının merkeze yerleştirilmesi; felsefe öğretiminde ise İslam filozofları dışındaki düşünürlerin müfredattan dışlanması, bu sürecin somut yansımalarıdır. 2023 yılında liselere gönderilen bazı yeni ders materyallerinde, "modern düşüncenin bireyi bencilliğe sürüklediği" ve "toplumun ancak maneviyatla korunabileceği" gibi ifadelerin yer alması, eğitimin bilimsel temelden uzaklaştırılarak değer yüklü bir ideolojik düzleme çekildiğini göstermektedir. Bu bağlamda öğretmen atamaları da, mezkur yapısal dönüşümün insan kaynağı üretme işlevinin vazgeçilmez bir parçası konumundadır. Öte yandan laik / bilimsel eğitim talep eden veli grupları ile eğitim sendikaları, bu politikalara karşı çeşitli açıklamalar yapmış ve bazı şehirlerde protestolar düzenlemiştir. Ancak bu tepkiler, genellikle merkezi medyada yer bulamamakta ve baskı ya da hedef göstermelere maruz kalmaktadır. Sonuç olarak Türkiye’de öğretmen atamaları, teknik bir istihdam meselesi olmanın çok ötesindedir. Bu süreç, siyasal iktidarın eğitim alanı üzerindeki ideolojik tahakkümünü pekiştirmek, devletin ideolojik aygıtlarını dönüştürmek ve gelecek kuşakları kendi normları doğrultusunda şekillendirmek üzere kurgulanmış çok katmanlı bir stratejinin parçasıdır. Tarihsel olarak eğitim üzerinden devlet - toplum ilişkisini biçimlendirmeye çalışan her siyasal rejim gibi, mevcut iktidar da eğitimi bir toplumsal mühendislik aracı olarak kullanmaktadır. Bu bağlamda öğretmen atamalarını analiz etmek, sadece eğitim politikalarını değil, Türkiye’nin geleceğine dair siyasal projeksiyonları da anlamak açısından büyük önem arz etmektedir.
- Kudüs'ün Zalim ve İhtişamlı Hükümdarı / Hirodes
Hayat isteklerimizi, dalında olgunlaşıp koparılmayı bekleyen bir meyve misali kolaylıkla avucumuzun içine sunmaz. Bilakis evvela tohumu ekmeni, akabinde o tohumun büyüyüp olgunlaşabilmesi için onunla ilgilenmeni ve ona emek vermeni ister. Nihayetinde gerçekten sebat ettiysen ve çabanda samimi isen o meyveyi dalından koparabilecek kadar şanslı olabilirsin; çünkü insan, kendi kaderinin efendisidir ve şans daima çaba sarf eden cesur kimselerin yanındadır. "fortis fortuna adiuvat" Mö 47'de İsa'nın doğduğu rivayet edilen kadim topraklarda yani Galile'de büyük hırslara ve ideallere sahip bir genç, tarihe adını kazıyabilmek için bedeli her ne olursa olsun inisiyatifi eline almaya karar verdi. Bu adam, ileride Yahudilerin kralı olacak olan Herod'dan başkası değildi ... Yahudi kökenlere sahip olduğu tartışmalı olan ve Aşkelon'da yaşayıp sonradan özgürlüğünü kazandığı rivayet edilen Edromitli bir kölenin oğlu olarak mö 74/73'te günümüzdeki ismiyle Kudüs'te dünyaya gelen Herod'un muhtelif kaynaklara göre annesinin Yahudi olmadığı (Yahudilikte soy, anne üzerinden devam eder) ve kendisinin de sonradan Musevi olduğu iddia edilmektedir. Ancak Herod, Roma İmparatorluğu tarafından Yahudiye eyaletine kral olarak "atanmasının" akabinde her iktidar sahibinin yapacağı gibi meşruiyetini sağlam bir zemine oturtmak ve yönetme yetkisinin kendisine "tanrı" tarafından bahşedildiğini gösterebilmek adına resmi tarih yazımında soyunu peygamber İshak'ın büyük oğlu Esav'ın soyundan, varlıklı ve zengin bir Edomlu aileye dayandırır. Bu düzenlemeye göre annesi olduğunu iddia ettiği Cypros, Nabata'daki Petra şehrinden Yahudi bir prensestir. Antik Yunanların Helenistik kültürünün ziyadesiyle etkisi altında olan Hirodes'in, saltanatından evvel adını duyurması ise yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere mö 47'de Galile'de çıkan bir isyanı babası Antipater'in desteğiyle acımasızca bastırması ile gerçekleşir. Bölgede kontrolü sağlamasının akabinde babasının Roma'daki nüfuzunu kullanarak Galile'ye vali olarak atanan Hirodes çok geçmeden kendisini yolsuzluk ve rüşvet iddiaları hasebiyle, üyeleri hahamlardan teşkil bir din mahkemesi olan Sanhedrin'in karşısında bulur. Mahkeme salonuna tepeden tırnağa silahlı adamlarıyla iştirak eden ve bu sayede Sanhedrin'in gözünü korkutmayı başaran Hirodes, beraatına yönelik kararın "pamuk ipliğine bağlı" olduğuna kanaat getirir ve şürekasını da yanına alarak yine Roma imparatorluğu'nun idaresi altındaki Suriye'ye kaçar. Olayların yatışmasını beklerken bir yandan da Suriye'deki Romalı yöneticilerin gözüne girmek için elinden geleni yapmayı da ihmal etmeyen bu kurnaz ve gözü kara adam, aradığı fırsatı Julius Caesar'ın suikasta kurban gittiği haberinin bölgeye ulaşmasıyla bulur. Hirodes, Roma'daki kanlı iktidar mücadelesinin başlangıcında Caesar'ın katillerinden olan Cassius 'un ve onun yardakçısı Brutus'ün tarafını tutsa da rüzgarın yön değiştirdiğini anladığı andan itibaren Marcus Antonius'u ve daha sonra Augustus adını alacak olan Caesar'ın evlatlığı Octavius'u desteklemeye başlar. Nitekim verdiği bu destek ve ikna kabiliyeti sayesinde ikinci triumvirlik döneminde (Antonius, Octavius ve Lepidus) iktidardan hem mali hem de askeri olarak büyük yardımlar almayı başarır ve mö 37'de uzun süredir kuşatma altında tuttuğu Yeruşalim'i, Partların desteklediği Antigonus'un elinden alarak krallığını ilan eder. Saltanatının başlamasıyla beraber gerçekleştirdiği ilk icraat ise, kendisini 10 yıl önce idam ettirmek isteyen Sanhedrin kurumunu yok etmek olur ve bu doğrultuda ölüm fermanını hazırlayıp onu tarih sahnesinden silmek isteyen mahkeme üyelerinden kırk altısını idam ettirir. Roma, kendi kontrolü altında olduğu müddetçe Hirodes'in Yahuda Krallığı'nı yönetmesinden hoşnuttur ve her daim sorunlu bir eyaletin görece bir istikrar ve makul sayılabilecek bir sükunete kavuşmuş olmasından mütevellit onun birtakım "kapris" ve "taleplerine" hoşgörü ile yaklaşır. Hirodes, Romalılar ile bir anlaşma yapar ve Yahudilerin Roma'nın devlet dinini benimsemesinden muaf tutulmasını sağlar. Romalıların fethettikleri bir halka karşı böyle bir hak tanıması sıra dışı ve nadir rastlanan bir olaydır; çünkü imparatorluğun hemen her yanında devlet ile din ayrılmaz bir bütünün iki eş parçasıdır ve her ne kadar Romalılar panteonlarına, hakim oldukları coğrafyalardaki muhtelif kadim tanrıları katmakta pek zorluk çıkarıyor olmasa da kendi amentülerinin de (bkz: Mitraizm) tebaaları tarafından benimsenmesini ve tanrılarına saygı duyulmasını beklemektedir. Hirodes, kral olduktan sonra hüküm sürdüğü topraklarda ve tebaası üzerinde Roma'nın da desteğiyle tam bir yasal ve dini denetim tesis eder. Zaman kaybetmeden "gerçek bir doğu hükümdarı gibi" hareket edip, Yahudi hanedanından bir prenses ile (Hasmonea hanedanından Mariamne ile) evlenerek konumunu güçlendirmeye girişir. Kendisinden önce ve sonra gelen pek çok benzeri gibi Hirodes de saltanatı esnasında büyük çaplı bir imar çalışması başlatır (bunların birçoğu günümüze dek ulaşmıştır). Örneğin; Kudüs'teki Tapınak Tepesi'nin kuzeybatısında kalan kale onun eseridir. Kaderin bir cilvesi olarak bir zaman sonra bu kale, Roma Valisi Pontius Pilatus'un İsa'yı yargılamasına da ev sahipliği yapacaktır. Herodium'daki meşhur kale ve Masada dağlarının tepesindeki kale/saray da (yıkıntıları da olsa) yine günümüze kadar ulaşan ve Hirodes'in imzasını taşıyan diğer yapılardır. Sadece "bina dikmek ile" sınırlı kalmayan Hirodes, bir liman kenti olan Caesarea'yı da inşa ettirir. Şehrin isim babası ise tabii olarak Hirodes'in velinimeti imparator Augustus'tan başkası değildir. Mevzubahis kent zaman içerisinde Akdeniz kıyısındaki en gelişmiş liman haline gelir ve Yahuda'nın ticaret kapasitesini arttırarak hem halk için istihdam yaratır hem de tebaanın refahının artmasında önemli bir rol oynar. Bunun yanı sıra Hebron'daki Kral Mezarları'nın ıslahı için de bir çalışma başlatan Hirodes; mozoleyi, kule ve burçlarla süsleyerek devasa bir yapıya dönüştürür. Ancak uygulamaya giriştiği projeler arasında en iddialısı Kudüs'teki tapınağın (bkz: Süleyman Tapınağı) yeniden inşasıdır. Hirodes'i bu denli büyük bir projeye yönlendiren motivasyonun imanı mı yoksa kendi gücü ve zenginliğini simgeleyen ölümsüz bir eser bırakmak istemesi midir bilinmez ancak kralın her halükarda söz konusu proje ile tebaasının sevgisini ve minnetini garanti altına almış olacağı kesindir. Tapınağın yeniden inşası sıradan bir kamu projesi değildir ve sadece Tapınak Tepesi'nin çevresindeki duvarların yapılması için 10.000 işçi ve 1000 rahibin neredeyse 10 yıl çalışması gerekmiştir. Günümüzde bu duvardan geriye yalnızca batı duvarı kalmıştır (bkz: Ağlama Duvarı). Tapınak Tepesi çok geniş bir alanı kapsamaktadır ve o dönemde Hz. Süleyman'ın zamanındaki halinden çok daha büyüktür. Mö 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu'nun sınırları içerisinde yaklaşık olarak beş milyon Yahudi yaşamını idame ettirmektedir ve söz konusu alan yılda 3 kez (çadır bayramı, hamursuz bayramı ve haftalar bayramı) Kudüs'e hacı olmaya ve ibadet etmeye gelen çok büyük kitlelerin akınına uğramaktadır. Binaenaleyh hiçbir masraftan kaçınılmaz ve tapınak beyaz ve mavi mermerler kullanılarak savurganca inşa edilir. Tapınağın kubbesi ise altın ile süslenmiştir ve zamanın Romalı tarihçisi Josephus'un bize aktardığına göre tapınak, güneşli bir havada bakılamayacak kadar göz kamaştırıcıdır. Hirodes, kimilerine göre despotça güçlere sahip bir tirandır belki ancak aynı zamanda cesur bir asker olmasının yanı sıra, becerikli bir idareci ve yetenekli de bir diplomattır. Pragmatist olmasının yanı sıra dindar Yahudileri gücendirmemeye özen gösterecek kadar da akıllı ve iş bilir bir hüviyete sahiptir. Örneğin; herhangi bir putperestlik suçlamasının hedefi olmamak adına bastırdığı paraların üzerine kendi portresi de dahil olmak üzere hiçbir bir insan resmi koymamıştır. Ancak buna rağmen velinimetinin takdirini kazanmak adına yaptırdığı muhteşem tapınağın girişine kocaman bir Roma kartalı diktirmeyi de ihmal etmez. Nitekim bu jest, dindar Yahudilerin öfkelenmesine sebebiyet verir ve bir zaman sonra birkaç genç Yahudi, gece vakti tapınağa gizlice girerek Roma kartalını paramparça eder. Yakalanmalarının akabinde bu genç adamların cezası ise Hirodes'in gözü önünde canlı canlı yakılmak olacaktır. İlk eşi Mariamne'yi idam ettirmesinden sonra (karısını zina suçlayan Hirodes, mahkemede karısının annesini ve kız kardeşini Mariamne'nin aleyhine şahitlik yapmaları için zorlamıştır) 10 kez daha evlenen Hirodes'in nikahlı ya da nikahsız eşlerinden pek çok çocuğu olur. Mö 17'de Mariamne'den olan iki büyük oğlu, tahsil için gittikleri Roma'dan geri döner. Onlar döndüğünde ise Hirodes'in sarayı çoktan bir entrika yuvasına dönüşmüştür. Annelerinin idamından dolayı babalarıyla sürekli bir çatışma halinde olan ve onun otoritesine karşı çıkan bu iki oğul, bir zaman sonra Hirodes'in emriyle tutuklanır ve anneleriyle aynı kaderi paylaşmak zorunda bırakılır. Varislerinin ölümüyle beraber Hirodes, gayrimeşru çocuğu olan ve merhum babasının ismini taşıyan Antipater 'i veliaht ilan eder. Ancak paranoyalarında sınır tanımayan Hirodes, çok geçmeden bu oğlunun da kendisine karşı bir komplo hazırlığı içerisinde olduğu hissine kapılır ve kendisi Eriha'da ölüm döşeğindeyken oğlunun infazını gerçekleştirilmesi için tereddüt etmez. Hirodes'in aile dramasını öğrenen Augustus'un dahi "Hirodes'in oğlu olmaktansa domuzu olmak daha iyi" dediği rivayet edilmektedir. Mö 4'te mart aynının sonu ya da nisan ayının başında kronik böbrek yetmezliğine bağlı Fournier Kangreni'nden dolayı yaşama gözlerini yuman Hirodes'in 33 yıllık iktidarının ardından hükmettiği topraklar Tetrarşi ile idare edilmiş ve vasiyeti gereğince krallığı, oğullarından Archelaus, Hirodes Antipa ve 1. Hirodes Filip arasında bölünmüştür. Hirodes'in yaşamına ve icraatlarına dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Robert Winston'dan Tanrının Öyküsü ve Paul Johnson'dan Yahudi Tarihi adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Blitzkrieg ve Teslimiyet: Fransa 1940
1940 yazı, Fransa’nın modern tarihinde yalnızca askeri bir yenilgiyle değil; aynı zamanda derin bir siyasal, toplumsal ve moral çöküşle anılan dönemin de başlangıcı olmuştur. Nazi Almanyası’nın son derece hızlı ve etkili bir şekilde uyguladığı Blitzkrieg stratejisi, Fransız savunmasını birkaç hafta içerisinde işlevsiz hale getirmiş ve 14 Haziran’da Paris’in düşmesiyle birlikte Fransa, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk büyük mağlubu olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. Ancak bu mağlubiyet, yalnızca cephede yaşanan bir çöküşten ibaret değildir. Zira Fransa, 1930’lu yıllar boyunca süregelen siyasal istikrarsızlık, artan toplumsal kutuplaşma ve giderek zayıflayan yönetimsel kapasitesi hasebiyle zaten, savaşın eşiğine kırılgan bir yapıyla gelmiştir. Ülkenin iç siyasetindeki karmaşa, radikal sağ ve sol gruplar arasında yaşanan gerilimler ve halkın cumhuriyetçi değerlere olan inancındaki zayıflama, işgal karşısında gösterilmesi gereken ortak iradeyi büyük ölçüde sekteye uğratmıştır. Almanya karşısında alınan ağır yenilginin ardından kurulan Vichy rejimi ise, yalnızca bir teslimiyet hükümetini değil; aynı zamanda Üçüncü Cumhuriyet’in ideolojik temellerine yönelik bir reddiyeyi de temsil etmektedir. Philippe Petain liderliğindeki yönetim, "Travail, Famille, Patrie" (Çalışma, Aile, Vatan) sloganı etrafında milliyetçi - muhafazakar bir düzeni savunarak, bireysel özgürlüklere dayanan cumhuriyet anlayışının yerine otoriter bir yönetsel yapıyı ikame etmeye çalışmıştır. Öte yandan Vichy idaresinin Almanlarla iş birliğine dayalı siyasal çizgisi, Fransa’nın yalnızca işgal edilmiş bir ülke değil, aynı zamanda kendi içinde bölünmüş bir toplum haline gelmesine de sebebiyet vermiştir. Bu dönemde ortaya çıkan Fransız Direnişi ise, hem işgal kuvvetlerine hem de iş birlikçi yönetime karşı bir karşı isyan olarak gelişmiş ve ilerleyen yıllarda özgürlük düşüncesinin yeniden inşasında merkezi bir rol oynamıştır. Blitzkrieg Doktrini ve Arden Seçimi Almanya’nın 1940 Bahar Harekatı (Fall Gelb) çerçevesinde geliştirdiği stratejik planın temelinde Blitzkrieg (Yıldırım Savaşı) kavramı yer almaktadır. Bu doktrin, 1. Dünya Harbi'nde yaşanan siper savaşının hareketsizliğine karşı geliştirilen, hız ve eşgüdüm esasına dayalı bir harekat tarzını ifade etmektedir. Zırhlı birlikler (Panzer tümenleri), hava kuvvetleri (Luftwaffe) ve motorize piyade unsurları arasında kurulan yüksek tempolu koordinasyon, düşman hatlarının derinliklerine nüfuz etmeyi ve merkezi komuta sistemlerini felce uğratmayı amaçlamaktadır. Arden Ormanları’nın tercih edilmesinin ardında ise iki temel sebep yatmaktadır: Birincisi, Müttefik kuvvetlerin bu bölgeyi doğal bir engel olarak değerlendirmeleri ve ciddi savunma tertibatı oluşturmamış olmaları; ikincisi ise Alman genelkurmayı içinde General Erich von Manstein gibi isimlerin, "sürpriz" etkisinin stratejik üstünlük sağlayacağına dair ısrarlı görüşleridir. Nitekim Fransa’nın savunma planı (Plan Dyle), Alman taarruzunun Belçika üzerinden geleceğini öngörmektedir ve asıl kuvvet kaydırmaları da bu eksende gerçekleştirilmiştir. Taarruzun Seyri ve Taktik Üstünlük 10 Mayıs 1940 sabahı başlayan Alman taarruzu, Panzer tümenlerinin Meuse Nehri’ni geçerek Sedan civarından derinlemesine ilerlemesiyle kritik bir dönüm noktasına ulaşmıştır. Fransız savunma hatları, modern tanklara karşı yeterli hazırlığa sahip olmayan birlikler ve zayıf hava desteği hasebiyle kısa sürede çözülmüştür. Alman birlikleri, yalnızca düşmanı geriletmekle kalmamış, aynı zamanda Fransızlara geri çekilmelerini planlı hale getirecek zamanı da bırakmamıştır. Bu noktada dikkat çeken bir diğer unsur, Alman ordusunun hızla hareket etmesine olanak tanıyan komuta esnekliği olmuştur. Auftragstaktik olarak bilinen görev odaklı komuta anlayışı sayesinde, birlik komutanları merkezi emirleri beklemeksizin inisiyatif alabilmiş ve taarruzun temposunu kesintiye uğratmamıştır. Stratejik Sonuçlar Arden üzerinden gerçekleştirilen bu taarruz, yalnızca Fransız hatlarının değil, aynı zamanda Fransa’nın psikolojik mukavemetinin de çökmesine sebebiyet vermiştir. Müttefik birliklerinin kuzeye, Belçika yönüne kaydırılmış olması, Alman ordusuna iç bölgelerde hızlı bir yayılma alanı açmıştır. Sonuç olarak 20 Mayıs’ta Somme Nehri’ne ulaşan Alman birlikleri, Manş Denizi’ne kadar ilerleyerek Müttefik kuvvetleri kuşatma altına almış ve bu durum Dunkerque Tahliyesi gibi tarihi bir sonuç doğurmuştur. Alman birliklerinin Arden Taarruzu ile Fransa’nın savunma hatlarını yarmasının ardından, yalnızca cephede değil, Paris’teki siyasi karar mekanizmasında da derin bir şaşkınlık ve çözülme yaşanmıştır. Fransa’nın savaş hazırlıklarının büyük ölçüde savunmaya dayalı olması, stratejik sürprize karşı bir kontra plan üretme kapasitesini felce uğratmıştır. Bilhassa Fransız ordusunun başkomutanı General Maurice Gamelin, ortaya çıkan felaket tablosu karşısında hem zihinsel hem de kurumsal anlamda yetersiz kalmıştır. Yüksek Komuta Krizi ve Emir-Komuta Boşluğu Gamelin’in Almanların Sedan üzerinden Meuse Nehri’ni geçerek hızla iç bölgelere ilerlemesi karşısında verdiği tepkiler, hem yavaş hem de koordinasyondan uzaktır. Keza savaşın ilk haftalarında sahadaki birlikler ile merkez arasında iletişim kopuklukları yaşanmış, emirler geç ulaşmış ve çoğu zaman askeri gerçeklikle uyumsuz direktifler verilmiştir. General Weygand’ın Gamelin’in yerine atanması (19 Mayıs 1940) ise, mevcut kaosu düzeltmekten ziyade onun üzerine yeni bir kargaşa katmanı eklemiştir. Mezkur komuta değişikliği, aslında Fransa’nın sahada değil, sevk ve idare noktasında yenilmekte olduğunu gösteren bir başka gelişmedir. Almanlar 20 Mayıs’ta Manş Denizi’ne ulaştığında, Fransa fiilen ikiye bölünmüş durumdadır: Kuzeyde kuşatılmış Müttefik birlikleri ve düşman ilerlemesine açık bir iç bölge; güneyde ise merkezi otoritesini yitirmekte olan bir hükümet. Bu gelişmeler ışığında, Fransız siyasal elitleri arasında "mukavemet" ve "teslimiyet" ekseninde keskin bir ayrım oluşmuştur. Başbakan Paul Reynaud, İngiltere ile daha sıkı bir iş birliği ve direniş fikrini savunurken, kabinedeki önemli isimlerden biri olan Mareşal Philippe Petain, savaşı sonlandırmak adına Almanya ile bir ateşkes yapılması gerektiğini savunmuştur. Nihayetinde Petain’in görüşü, bilhassa sivil halkın arasında yaygınlaşan savaş yorgunluğu, mülteci krizinin büyüklüğü ve ordunun çözülmesi nedeniyle kısa sürede destek bulacaktır. Paris’in Düşüşü ve Sembolizmi 14 Haziran 1940 sabahı, Alman birlikleri Paris’e neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan girmiştir. Şehir, Fransız hükümeti tarafından daha önce "açık şehir" ilan edilmiş ve bu sayede tarihi dokunun tahrip olmaması hedeflenmiştir. Ancak bu sembolik karar, Fransa’nın başkentini savunma iradesine sahip olmadığı şeklinde de yorumlanacaktır. Paris’in işgali, Fransa’da, yalnızca bir başkentin düşmesi değil; aynı zamanda ulusal bir mitolojinin ve özgüvenin de yıkımı olarak algılanmıştır. Üçüncü Cumhuriyet fiilen sona ermiş; yerini Philippe Petain liderliğinde kurulan ve Nazi işgaliyle eşzamanlı biçimde gelişen Vichy rejimi almıştır. Bu rejim, yalnızca savaş koşullarında alınmış bir idari önlem değil, aynı zamanda cumhuriyetçi ve laik değerlerin yerine otoriter, gelenekçi ve kolonyal geçmişe yaslanan bir yönetim anlayışının da tesis edilmesi anlamına gelmektedir. Savaşın ardından direniş hareketinin öne çıkarılması ve Charles de Gaulle figürü etrafında yeni bir ulusal anlatı inşa edilmesi, Vichy döneminin toplum üzerinde yarattığı travmayı perdeleme çabasından ibarettir. Oysa 1940-1944 arası süreç, Fransız toplumunun geniş kesimlerinin işgale karşı pasif kaldığı, hatta zaman zaman aktif biçimde iş birliği yaptığı bir dönemdir. Bu çelişkiler, 2. Dünya Savaşı sonrasında Fransa’da hem akademik tarih yazımı hem de kolektif hafıza bakımından uzun yıllar sürecek olan bir " iç hesaplaşmaya" neden olmuştur. Vichy’nin mirası, Fransa’da yalnızca bir yenilginin değil, aynı zamanda bir kimlik bunalımının da başlangıcıdır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Norman Stone'dan İkinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan İkinci Dünya Savaşı Tarihi ve John Keegan'dan İkinci Dünya Savaşı adlı eserleri tavsiye ediyorum.
- Trump Çağı ve Demokratik Direnç / Kurumsal Krizler ve Toplumsal Tepkiler
Donald J. Trump’ın 2016 yılında Amerika Birleşik Devletleri başkanlığına seçilmesi, yalnızca siyasi bir lider değişimini değil, aynı zamanda Amerikan demokrasisinin kurumsal yapısında ve siyasal kültüründe derin bir sarsıntının başlangıcını da temsil etmektedir. Keza Trump’ın kampanyası boyunca kullandığı popülist söylem, "elit karşıtı retoriği" ve medya ile sistematik çatışması, klasik liberal demokrasinin kurucu unsurlarına yönelik ciddi bir meydan okuma olarak kabul edilmektedir. Son kertede ise bu meydan okuma, anayasal kurumlarla girişilen doğrudan çatışmalarla, yürütme gücünün kişiselleştirilmesiyle ve meşruiyet kavramının içeriğinin yeniden tanımlanmasıyla daha da pekişecektir. Trump döneminde ABD, başkanlık sisteminin kurumsal denge ve denetleme mekanizmalarının sınırlarına ulaştığı; yargı, yasama ve medya gibi erklerin yürütme karşısında işlevsizleştirilmeye çalışıldığı çetrefilli bir süreç içerisinden geçmektedir. Bu gelişmeler, demokratik gerileme (democratic backsliding) literatürünün temel örneklerinden biri olarak dünya kamuoyunun dikkatini çekerken, aynı zamanda ABD’nin küresel demokratik liderlik iddiasını da zedelemektedir. Velhasıl yazımız, Trump dönemini siyaset bilimi perspektifinden analiz ederken, bilhassa anayasal kurumların nasıl aşındırıldığına ve bu aşınmanın sistemik sonuçlarına odaklanmaktadır. Aynı zamanda, günümüzde yeniden yükselen Trump karşıtı protesto dalgası, bu siyasi mirasın toplumsal düzeyde nasıl karşılık bulduğunu gösteren önemli bir örüntü olarak incelenecektir. Böylece hem Trumpizm’in yapısal dinamikleri hem de bu yapıya karşı gelişen direniş biçimleri bütüncül bir çerçevede değerlendirilecektir. Donald Trump’ın 2017'de başlayan başkanlık serüveni, ilk günden itibaren, "klasik liberal temsili demokrasi"nin temel varsayımlarının yeniden sorgulanmasına sebebiyet vermiştir. Geleneksel siyasal elitlerden bağımsızlığı, sistem dışı bir figür olarak kendisini konumlandırması ve "halk adına konuşma" iddiası, Trump’ı "muasır popülist liderlik" tanımlarıyla birebir örtüştürmektedir. Bu çerçevede Trump, kampanyasını yalnızca Demokrat Partili rakiplerine değil, Cumhuriyetçi Parti'nin geleneksel kadrolarına karşı da konumlandırarak, kurulu düzene karşı halkçı bir başkaldırı iddiasıyla yürütmüştür. Trump’ın siyasi stratejisinde en belirgin unsurlardan biri de, kurumsal süreçlerin ve uzmanlık temelli karar alma mekanizmalarının itibarsızlaştırılması olmuştur. "Drain the swamp" (bataklığı kurutalım) sloganıyla temsil edilen bu retorik, yalnızca Washington’daki bürokratik yapıya değil, aynı zamanda anayasal sistemin denge ve denetleme mekanizmalarına da yöneltilmiş dolaylı bir saldırı niteliğindedir. Başkan seçildikten sonra ise bu söylem, doğrudan eyleme dönüşmüş; örneğin yürütme erkini sınırlayan federal yargı kararları “siyasi” ve “gayrimeşru” olarak yaftalanmış, ana akım medya ise “halk düşmanı” ilan edilmiştir. Aynı şekilde, popülist liderliğin temel özelliklerinden biri olan “karizmatik otorite” vurgusu, Trump örneğinde kurumsal normlara karşı bireysel sadakati önceleyen bir yönetim tarzına evrilmiştir. Kurumsal geleneklere saygı, uzman danışmanlık mekanizmaları ve teamüller, Trump yönetiminde yer yer keyfilik, kişisel sadakat ve medya performansına dayalı karar alma süreçlerine terk edilmiştir. Bu durum, Amerikan başkanlık sisteminin klasik işleyişinde öngörülen "checks and balances" (denge ve denetleme) ilkesini zayıflatan temel faktörlerden biri olarak da değerlendirilmektedir. Ayrıca, popülist söylemin doğasında bulunan dışlayıcı unsur da Trump döneminde sıkça görülmüş; göçmen karşıtı politikalar, Müslüman ülkelere seyahat yasakları, Latin Amerika kökenli topluluklara yönelik suç ithamları, yalnızca dış politika tercihlerini değil, aynı zamanda iç siyasetteki kutuplaşmayı da derinleştirmiştir. Bu söylem biçimi, demokratik sistemin çoğulculuk ilkesine aykırı olarak, siyasal meşruiyeti yalnızca belirli bir hüviyet kümesinin temsilinde aramıştır. Donald Trump’ın liderliği yalnızca bir siyasi figürün yükselişi değil, aynı zamanda kurumsal siyasetin krizidir. Amerikan demokrasisinin tarihsel olarak inşa ettiği kurumsal denge, popülist bir figürün doğrudan müdahalesiyle ciddi biçimde sarsılmış ve mezkur müdahale, anayasal düzenin formel yapısı kadar, onun normatif temellerini de tehdit eder hale gelmiştir. Öte yandan Trump’ın başkanlık dönemi, yalnızca politik tercihler açısından değil, anayasal düzenin temel kurumlarına yönelik söylem ve pratiklerle de dikkat çekici bir kırılma noktasıdır. Trump, sıklıkla dile getirdiği "deep state" yani derin devlet söylemiyle, Amerikan anayasal sisteminin temelini oluşturan kurumları (bilhassa federal yargı, istihbarat servisleri ve bürokratik denetim mekanizmalarını) seçilmiş iradeye karşı gizli bir direnişin parçası olarak sunmuş ve mevzubahis kurumların meşruiyetini doğrudan hedef almıştır. Bu söylemin, aynı zamanda, demokratik rejimlerde anayasal düzenin sürekliliğini sağlayan kurumsal dengeye yönelik açık bir ideolojik meydan okuma olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Trump'ın bahsi geçen kurumlarla olan çatışması ise ilk olarak, FBI Direktörü James Comey’nin görevden alınmasıyla başlamıştır. Comey, 2016 seçimlerine Rusya'nın müdahalesine ilişkin soruşturmayı yürüten isim olarak, Trump'ın yürütme yetkisini kişisel çıkarları doğrultusunda kullanma eğilimini görünür hale getirmiştir. Bilahare süreç, Robert Mueller’ın yürüttüğü özel savcılık soruşturmasına evrilmiş ve Trump yönetimi boyunca hem yürütme ile yargı arasında hem de kamuoyunda ciddi bir meşruiyet krizine yol açmıştır. Bu bağlamda başkanın, kendisi hakkında yürütülen soruşturmaları "cadı avı" olarak nitelendirmesi ve yargı kararlarını sistematik olarak küçümsemesi, anayasal sistemdeki güçler ayrılığı ilkesine yönelik en somut tehditlerden biri olarak göze çarpmaktadır. Diğer taraftan yargı ile olan gerilim sadece bireysel vakalarla sınırlı kalmamış, Trump’ın federal mahkemelere yaptığı atamalarla sistematik bir dönüşüm hedeflediği de görülmüştür. Trump, başkanlığı süresince üç Yüksek Mahkeme yargıcı atamış ve bu sayede Yüksek Mahkeme’nin ideolojik dengesini muhafazakar eğilimli hale getirmiştir. Bu müdahale, yalnızca yargının bağımsızlığına dair değil, aynı zamanda anayasal yorumların geleceğine dair ciddi bir tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Özellikle kürtaj, göç ve çevre politikaları gibi alanlarda alınan kararlar, Trump’ın kurumsal dönüşüm hedeflerinin ideolojik izdüşümünü yansıtmaktadır. Trump’ın Kongre ile ilişkileri de benzer bir gerilim hattı üzerinde gelişmiştir. Demokratik sistemlerde yasama ve yürütme arasındaki dengeye dayalı işleyişin yerini, Trump döneminde sıklıkla yürütme üstünlüğüne dayanan bir anlayış almıştır. Kongre'nin soruşturma yetkileri, azil süreçleri ve bütçe denetimi gibi araçları Trump tarafından ya yok sayılmış ya da "siyasi düşmanlık" kisvesi altında meşru olmaktan çıkarılmaya çalışılmıştır. Bilhassa Temsilciler Meclisi tarafından başlatılan iki ayrı azil süreci, yürütme erkinin anayasal sınırlar içinde kalma sorumluluğunun kamuoyu önünde nasıl aşındırıldığını gözler önüne sermiştir. Madalyonun bir diğer yüzünde ise medya, bu kurumsal çatışma alanının önemli bir parçası olarak öne çıkmaktadır. Trump, ana akım medya organlarını "fake news" yani yalan haber üretmekle suçlamış ve kendisine eleştirel yaklaşan gazetecileri "halk düşmanı" şeklinde damgalamıştır. Bu söylem, basın özgürlüğünün yalnızca haber üretme değil, kamuoyunun siyasal tercihlerini oluşturma gücünü de hedef almaktadır. Demokratik rejimlerde medya, yasama ve yargı kadar önemli bir denetim mekanizması işlevi görürken, Trump iktidarında otoriter eğilimlerin bir yansıması olmaya zorlanmaktadır. Hulasa Trump’ın başkanlığı boyunca anayasal kurumlarla kurduğu ilişki, demokratik denge mekanizmalarına değil, yürütme gücünün konsolidasyonuna dayanmıştır. Binaenaleyh bu vetire, yalnızca kurumsal işleyişte değil, Amerikan siyasal kültüründe de kalıcı izler bırakmıştır. Trump’ın kurumlarla girdiği mücadele, popülist liderliğin anayasal düzen üzerindeki sınayıcı etkilerini gözler önüne sererken, aynı zamanda liberal demokrasinin dayanıklılık kapasitesini de test etmektedir. Donald Trump’ın başkanlık dönemi, tabiri caizse, liberal demokrasinin yapısal kırılganlıklarının açığa çıktığı bir laboratuvar hüviyetindedir. Bu süreçte yaşananlar, yalnızca bireysel liderlik tarzı ya da geçici politik tercihler bağlamında değil, kurumsal düzenin geleceği açısından da derin etkiler doğurmuştur. Başta seçim güvenliği, yürütmenin denetimi ve hukukun üstünlüğü olmak üzere birçok temel demokratik ilke, Trumpizm’in etkisiyle aşınmaya başlamış ve bunun sonucunda Amerika, uzun süredir teorik literatürde tartışılan "demokratik gerileme" (democratic backsliding) kavramının somut bir örneği haline gelmiştir. Bu gerilemenin en kritik eşiklerinden biri ise 2020 başkanlık seçimleri sonrasında yaşanmıştır. Trump, seçim sonuçlarını tanımayı reddetmiş, seçimlerin "çalındığı" yönündeki asılsız iddialarla kamuoyunu manipüle etmiş ve bu iddiaları destekleyen komplo teorileriyle kamu güvenliğini tehlikeye atmıştır. Bu söylem, yalnızca mevcut seçim sürecine değil, aynı zamanda gelecekteki demokratik meşruiyet algısına da ciddi bir darbe vurmuştur. Trump’ın seçim sonucunu reddetmesiyle tetiklenen 6 Ocak 2021 Kongre Baskını, sembolik olduğu kadar yapısal bir krizi de temsil etmektedir. Yürütme erkine bağlı bir liderin, anayasal sürecin işleyişine yönelik doğrudan bir saldırı yönlendirmesi, Amerikan tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir vakıadır. Trumpizm’in etkisi yalnızca federal düzeyle sınırlı kalmamış, eyalet yönetimlerine de sirayet etmiştir. Cumhuriyetçi eyaletlerde seçim yasalarında yapılan değişiklikler, oy kullanma hakkını sınırlandıran düzenlemeler ve seçmen kayıt sistemlerinde uygulanan kısıtlamalar, katılımı azaltmakla kalmamış; aynı zamanda iktidar sahiplerinin meşruiyetini sürdürmek için demokratik araçları yeniden dizayn etme eğilimini de göstermiştir. Bu uygulamalar, anayasal sistemde halk iradesiyle temsiliyet arasındaki ilişkinin daraltıldığı bir sürece işaret etmektedir. Trump sonrası dönemde, Başkan Joe Biden yönetimi demokratik kurumları yeniden işler kılma yönünde çeşitli adımlar atmış olsa da, bu onarım sürecinin kolay olmayacağı aşikardır. Demokratik normların yalnızca hukuki değil, aynı zamanda kültürel ve tarihsel birikimle sürdürülebileceği gerçeği, Trumpizm’in bıraktığı enkaz karşısında yeniden teyit edilmiştir. Anayasal kurumların formel varlığı, onları ayakta tutan siyasal kültür ve meşruiyet olmadan işlevsiz kalabilmektedir. Bu nedenle, kurumsal onarım çabaları sadece yasal düzenlemelerle sınırlı kalmamalı; medya okuryazarlığı, yurttaşlık bilinci ve siyasal eğitim gibi alanlarda da uzun vadeli politikalarla desteklenmelidir. 2024 seçim süreciyle beraber yeniden alevlenen Trump karşıtı protestolar, yalnızca siyasi bir figüre karşı değil, aynı zamanda bu figürün temsil ettiği otoriterleşme, kurumsal aşınma ve siyasal kutuplaşmaya karşı kitlesel bir demokratik tepki olarak okunmalıdır. Bu protestolar, yalnızca geçici bir öfke patlamasının değil, son on yıldır birikmiş olan toplumsal rahatsızlıkların kristalize olduğu bir siyasal meydan okuma biçimidir. Trump karşıtı toplumsal hareketler, ilk kez onun 2016’daki seçim zaferinin hemen ardından, 2017’de düzenlenen Women’s March ile görünürlük kazanmış; takip eden süreçte göçmen politikalarına karşı yürüyüşler, George Floyd’un ölümünün ardından patlak veren Black Lives Matter (BLM) protestoları ve nihayet 6 Ocak 2021 Kongre Baskını’na tepki olarak düzenlenen "Democracy Now" mitingleriyle kurumsallaşmıştır. Bu protesto dalgası, sadece Trump’ın şahsına yöneltilmiş bir muhalefet değil, aynı zamanda onun temsil ettiği sistemsel dönüşüme – yani Trumpizm’e – karşı gelişen bir demokratik refleks olarak da değerlendirilmelidir. Bu bağlamda, 5 Nisan 2025 tarihinde Amerika'nın tüm 50 eyaletine yayılan eşzamanlı Trump karşıtı protestolar, son yılların en geniş çaplı toplumsal mobilizasyonu olarak dikkat çekmektedir. Protestolar, Trump’ın yeniden başkan adayı olarak sahneye çıkmasının yarattığı siyasal ve sembolik etkilerin ötesinde, onun liderliğiyle özdeşleşen otoriterleşme eğilimlerine karşı kitlesel bir "demokratik savunma hattı" olarak yorumlanmalıdır. Gösterilerin en belirgin temaları arasında seçim güvenliği, yargı bağımsızlığı, kadınların ve azınlıkların hakları, iklim kriziyle mücadele ve Trump'ın 6 Ocak Kongre Baskını’ndaki rolüne ilişkin hukuki sürecin hızlandırılması talepleri öne çıkmaktadır. Protestocular, yalnızca Trump karşıtı bir söylem üretmekle kalmayıp, aynı zamanda Amerikan demokrasisinin geleceğine dair normatif bir vizyon da sunmaktadırlar. Bu yönüyle 2025 protestoları, geçmişteki spontane gösterilerden farklı olarak daha örgütlü, programatik ve ulusal çapta koordine edilen bir harekete işaret etmektedir. Protestoların zamanlaması da son derece anlamlıdır. Hem 2024 seçimlerinin ardından oluşan toplumsal kutuplaşma hem de Trump’ın başkanlığa dönüş ihtimalinin ciddi şekilde tartışıldığı bir dönemde gerçekleşen bu eşgüdümlü eylemler, kamuoyunun geniş kesimlerinin mevcut siyasal düzene yönelik kaygılarını sokağa taşıma iradesinin göstergesidir. Aynı zamanda bu gösteriler, Amerikan siyasal kültüründe protestonun meşru bir siyasal ifade biçimi olarak ne kadar kökleştiğini de göstermektedir. Mezkur protesto dalgası, Trump karşıtı muhalefetin artık yalnızca bir "reaksiyon hareketi" olmaktan çıktığını; kurumsal ve siyasal dönüşüm isteyen, kendi gündemini inşa eden bir demokratik toplumsal hareket olarak şekillendiğini ortaya koymaktadır. Sokakla sandık arasında kurulan bu ilişki, Amerikan demokrasisinin yalnızca temsili değil, katılımcı yönünün de yeniden canlandırılabileceğine dair güçlü bir umut yaratmaktadır. Donald Trump’ın başkanlık dönemi, Amerikan siyasal tarihinin yalnızca çalkantılı bir kesiti değil; aynı zamanda anayasal kurumların sınandığı, demokratik normların sorgulandığı ve siyasal temsil biçimlerinin yeniden tartışmaya açıldığı bir eşik olmuştur. Trump’ın kişisel liderlik tarzı, popülist söylemleri ve kurumsal gelenekleri zorlayan politikaları, yalnızca geçici bir sapma değil; Amerikan demokrasisinin taşıdığı tarihsel kırılganlıkların bir dışavurumu olarak da okunmalıdır. Bu süreçte, başkanlık sistemi ile anayasal denge-denetim mekanizmaları arasındaki gerilim açık biçimde görünür hale gelmiş; yürütme erkinin sınırlarını belirleyen normatif çerçeve, Trumpizm’in müdahaleleriyle defalarca zorlanmıştır. 6 Ocak 2021 Kongre Baskını, bu müdahalelerin zirve noktası olmuş; seçim meşruiyeti, iktidar devri geleneği ve anayasal sadakat gibi demokratik sistemin omurgasını oluşturan mefhumlar ciddi şekilde aşınmıştır. Binaenaleyh Trump dönemi, bir "olağanüstülük hali" değil, anayasal rejimin istikrar kapasitesine yönelmiş sürekli ve sistematik bir meydan okuma biçimi olarak tanımlanmalıdır. Ancak bu dönemin en dikkat çekici yanı, yalnızca kriz üretimi değil; bu krizlere karşı gelişen demokratik reflekslerdir. Gerek kurumların iç direnci gerekse toplumsal muhalefetin sivil enerjisi, Amerikan demokrasisinin henüz tükenmemiş direnç noktalarını gözler önüne sermiştir. Bilhassa genç kuşakların öncülüğünde yükselen protesto hareketleri, siyasal katılımın ve yurttaşlık bilincinin dinamik bir şekilde yeniden üretildiği sahalar olarak önem kazanmıştır. 5 Nisan 2025 itibariyle tüm eyaletlere yayılan Trump karşıtı protestolar, bu direncin geldiği yeni aşamayı simgeler niteliktedir. Bu hareketler, yalnızca siyasal bir figüre karşı değil; kurumsal yozlaşmaya, popülist manipülasyona ve otoriter eğilimlere karşı çok yönlü bir demokratik itiraz olarak değerlendirilmektedir. Bu anlamda, sokakta başlayan tepki ile anayasal sistemin reforme edilmesi arasındaki bağ, çağdaş demokrasilerin geleceğini belirleyecek temel eksenlerden birine dönüşmektedir. Son kertede, Trumpizm’in bıraktığı miras çelişkili ve çok katmanlıdır. Bir yanda kurumsal tahribat, yargı bağımsızlığına müdahale ve seçim güvenliği tartışmaları gibi sorunlar derinleşmiş; öte yanda bu sorunlara karşı gelişen toplumsal mobilizasyon ve demokratik talepler daha da görünür hale gelmiştir. Bu ikili yapı, Amerikan demokrasisinin geleceğinde yalnızca seçilecek bir başkanın değil, aynı zamanda halkın kolektif iradesinin de belirleyici rol oynayacağını göstermektedir.
- Protesto Kültürünün Dönüşümü: Dijital Aktivizm, Boykotlar ve Toplumsal Direniş
Türkiye'de siyasal iktidar ile sermaye arasındaki ilişkiler, yalnızca ekonomik bağlarla sınırlı olmayan, aynı zamanda ideolojik ve politik yönleri de barındıran bir yapı arz etmektedir. Binaenaleyh iktidarın belirli sermaye gruplarıyla kurduğu organik ilişki, piyasa dinamiklerini devlet müdahaleleriyle şekillendiren bir model ortaya çıkarmıştır. Son dönemde, bilhassa enflasyonist baskılar ve gelir adaletsizliğinin derinleşmesiyle birlikte, iktidara yakın sermaye gruplarına yönelik boykot çağrıları artmıştır. Boykot hareketleri, sadece ekonomik bir tepki değil, aynı zamanda Türkiye’de toplumsal muhalefetin yeni bir evresine işaret eden politik bir araç olarak da değerlendirilmelidir. Süregelen boykotların ekonomik etkilerini anlamak adına evvela Türkiye’deki sermaye birikim modelini analiz etmemiz gerekmektedir. Bu bağlamda devlet destekli kapitalizm, kamu ihaleleri, vergi muafiyetleri ve kredi teşvikleriyle belirli grupları öne çıkarırken, diğer sektörlerin rekabet gücünü baskılayan bir yapı oluşturmuştur. Ancak bu sistem, ekonomik krizle birlikte sürdürülebilirlik sorunu yaşamaya başlamış ve piyasa aktörleri üzerindeki kırılganlık artmıştır. Son 5 yılı incelediğimizde; kamu ihalelerinin %70’inden fazlası iktidara yakın şirketler tarafından alındığını, belirli holdinglere yönelik vergi teşvikleri ve kamu bankaları aracılığıyla sağlanan düşük faizli kredilerin, sermaye yoğunlaşmasını hızlandırdığını ve son olarak enflasyon ve kur dalgalanmalarının, tüketicilerin fiyat hassasiyetini artırarak, boykotların yaygınlaşmasını kolaylaştırdığını gözlemleriz. Yine, bu çerçevede devam ettiğimiz takdirde boykotların etkisini birkaç farklı düzlemde değerlendirilebiliriz: Borsa ve Finansal Piyasalar : Boykot edilen şirketlerin borsa değerlerinde dalgalanmalar yaşanması kaçınılmaz bir durumdur. Misal, büyük bir perakende zincirine yönelik sosyal medya üzerinden başlatılan boykot sonrası hisse değerlerinde %15’lik bir düşüş görülmüştür. Tüketici Davranışları : Boykot çağrıları, tüketicilerin harcama eğilimlerini belirli markalar lehine veya aleyhine yönlendirmektedir. Bunun sonucunda da alternatif pazarların gelişimi, bağımsız tedarik zincirlerine olan ilgiyi arttırmaktadır. Yatırımcı Güveni ve Yabancı Sermaye : Siyasi risk faktörünün yükselmesi, yabancı yatırımcıların Türkiye pazarına dair risk algısını artırmış ve uzun vadeli yatırım kararlarının etkilenmesine sebebiyet vermiştir. Farklı bir nokta-ı nazardan konuyu ele aldığımızda ise boykotların, yalnızca bireysel ekonomik tepkiler değil, aynı zamanda kolektif politik bilincin oluşumuna katkı sağlayan araçlar olduğunu görürüz. Ülkemizde, geçmişten günümüze ekonomik temelli toplumsal hareketlerin siyaset üzerindeki etkisi, boykotların uzun vadeli dönüşüm potansiyelini anlamak hasebiyle bilhassa ehemmiyet taşımaktadır. Bu bağlamda incelememizi 3 ana başlık üzerinden derinleştirmemiz gerekirse: Siyasal İktidar ve Sermaye Dengesi : İktidar, ekonomi üzerindeki kontrolünü kaybetmemek adına sermaye yapısını yeniden şekillendirme çabası içindedir. Ancak devam eden boykotlar, bu dengenin sarsılmasına neden olmaktadır. Protesto Kültürünün Evrimi : Son yıllarda Türkiye’de protesto kültürü önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Geleneksel sokak gösterileri ve meydan eylemleri, devletin artan baskıları ve güvenlik politikaları nedeniyle kısıtlanırken, muhalefetin yeni yollar arayışı dijital aktivizmi ve ekonomik temelli protesto biçimlerini öne çıkarmıştır. Bilhassa boykot hareketleri, sosyal medya aracılığıyla geniş kitlelere ulaşarak, doğrudan sokağa çıkmadan bir tepki gösterebilmenin yollarından biri haline gelmiştir. Bu dönüşüm nihayetinde, protestoların doğasını değiştirmiş ve muhalefetin araçlarını çeşitlendirmiştir. Genel itibariyle toplumsal hareketlerin temelinde ekseriyetle fiziksel mekanda gerçekleşen kitlesel eylemler yer almıştır. Ülkemiz özelinde ise, 1968 öğrenci hareketlerinden 2013 Gezi Parkı protestolarına dek pek çok büyük ölçekli gösteri, kamusal alanlarda bir araya gelerek tepkisini ortaya koyan kalabalıkların gücüne dayanmıştır. Ancak 2016 sonrası oluşan siyasal atmosferin de etkisiyle, gösterilere yönelik artan kısıtlamalar ve sert müdahaleler, yeni protesto biçimlerinin doğmasına yol açmıştır. Dijital Aktivizmin Rolü : Dijital platformlar günümüzde, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de protesto hareketlerinin önemli bir bileşeni haline gelmiştir. Bu bağlamda sosyal medya artık, yalnızca bilgi yaymanın ötesinde, kolektif eylemleri koordine etmek, farkındalık yaratmak ve toplumsal dayanışmayı güçlendirmek adına bir araç olarak kullanılmaktadır. Ezcümle, sosyal medya platformları, protestoların anlık olarak organize edilmesine olanak tanırken; geleneksel medya organlarının denetim altında olması sebebiyle, alternatif bilgi akışı, yine, mezkur platformlar aracılığıyla sağlanmaktadır. Bütün bunlara ek olarak, sosyal medyada organize edilen tepki kampanyaları da, belirli markaların ve şirketlerin boykot edilmesini hızla yaygınlaştırarak, tüketici davranışlarını etkileyebilmektedir. Söz konusu boykotlar, siyasi ve ekonomik sistemde yapısal bir dönüşüme zemin hazırlayabilecek potansiyele sahiptir. Ancak bu hareketlerin uzun vadede etkili olabilmesi adına, yukarıda bahsini geçirdiğimiz noktalara hususiyet gösterilmesi hayati önem arz etmektedir. Velhasıl son günlerde yaşanan gelişmelerin bizlere gösterdiği, bilhassa ekonomik krizin yarattığı yoksulluğun ve toplumsal adaletsizlik konularının geniş bir halk kitleleri tarafından sahiplenildiğidir. Bu durum kaçınılmaz olarak protestoların, farklı fraksiyonlarda olsa dahi, yayılma potansiyelini arttırmaktadır. Ancak yalnızca geniş bir katılımın değil, aynı zamanda bu katılımın derinleşmesinin de önemli olduğu unutulmamalıdır. Eğer protestolar ve boykotlar, yalnızca sınırlı bir kesimi değil, toplumun farklı sınıflarını ve gruplarını kapsar ise başarı şansı artacaktır. Öte yandan iktidar, protestolara yönelik müdahalelerinde giderek daha sert bir ton belirlemekte ve sosyal medya üzerinde denetimini sıkılaştırmaktadır. Bu durumun, muhalefetin etkinliğini sınırlaması ihtimaller dahilinde olsa da, aynı zamanda iktidarın baskıcı politikaları, toplumsal biriken öfkeyi daha da büyütebilir ve direnç oluşturan grupların daha kararlı hale gelmesine de sebebiyet verebilir. Nihayetinde, iktidarın tutumu, sürecin yönünü belirleyecek asli faktör olarak öne çıkmaktadır. Yazımızın bir diğer konusu olan dijital aktivizm de boykotun devamlılığı açısından, hızla yayılan ve geniş kitlelere ulaşan bir araç olması suretiyle ehemmiyet arz etmektedir. Ancak dijital platformların da sınırları vardır ve çoğu zaman bu tür hareketlerin, sokaklarda fiziksel bir karşılığı olmadığı için etkisi sınırlı kalmaktadır. Yine de dijital araçların, kamusal farkındalık yaratma ve toplumsal dayanışmayı güçlendirme konusunda büyük bir potansiyele sahip olduğu unutulmamalıdır. Sonuç olarak protestoların ve boykotların başarıya ulaşması, toplumun farklı kesimleri tarafından sürekli ve örgütlü bir şekilde desteklenmesine, iktidarın bu direnişe nasıl yanıt vereceğine ve hareketin uzun vadede kurumsal dönüşümler talep edip etmemesine bağlı olacaktır. Toplumun ihtiyacı olan daha köklü bir değişim için ise, zaman ve daha derin yapısal dönüşümler gerekmektedir.
- Türkiye’de Siyasal İslam’ın Tarihsel Süreci ve Hareketin Kilometre Taşları
Siyasal İslam, modern Türkiye siyasetinin en tartışmalı ve en etkili ideolojik akımlarından biri olagelmiştir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte İslam, devletin kurumsal yapısının merkezinde yer alırken, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte laiklik eksenli reformlarla devlet yönetiminden dışlanmıştır. Ancak bu dışlanma, Siyasal İslam’ı tamamen ortadan kaldırmamış; bilakis, zaman içerisinde değişen sosyo-ekonomik ve politik dengeler doğrultusunda farklı formlarda yeniden yükselişe geçirmiştir. Demokrat Parti dönemiyle başlayan dinin kamusal alana dönüşü, 1980’lerde Türk - İslam Sentezi ile pekiştirilmiş; 1990’larda Refah Partisi’nin yükselişiyle beraber ise yeni bir aşamaya geçilmiş ve 2002 sonrası AKP iktidarında devletin temel unsurlarından biri haline gelmiştir. İşbu yazı, Türkiye’de Siyasal İslam’ın tarihsel gelişimini, çeşitli kırılma noktaları üzerinden ele alarak, İslamcı hareketlerin nasıl güç kazandığını, hangi engellerle karşılaştığını ve günümüzde nasıl bir dönüşüm sürecine girdiğini incelemektedir. Değerlendirmemiz, Osmanlı’daki İslamcı yönetim anlayışından Cumhuriyet’in laik reformlarına, çok partili hayatın getirdiği değişimlerden askeri müdahalelerin siyasal İslam üzerindeki etkilerine dek geniş bir yelpazede ele alınacaktır. Siyasal İslam’ın Türkiye'deki serüveninin, yalnızca tarihsel bir anlatı değil, aynı zamanda günümüz politik atmosferini anlamak için de kritik bir öneme haiz olduğu da unutulmamalıdır. 1. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Siyasal İslam’ın Kökleri Osmanlı, Akadların arketipini oluşturmak suretiyle çerçevesini oluşturduğu imparatorluk hüviyetinin ortaçağdaki klasik bir temsilcisi olarak, din ve devlet işlerinin iç içe yürütüldüğü heterojen bir yapıya sahiptir. Bu bağlamda şeriat hukuku, padişahın iradesiyle birlikte Osmanlı hukuk sisteminin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bilhassa 2. Abdülhamid devrinde (1876-1909) yani çok sesliliğin imparatorluk topraklarında yavaş yavaş kök salmaya başladığı bir dönemde, islamcı söylem bir devlet politikası olarak benimsenmiş ve Panislamizm şemsiyesi altında geniş Müslüman topluluklar arasında bir birlik sağlanmaya çalışılmıştır. Mezkur vetirede Şeyhülislamlık makamı, ulema sınıfı ve tarikatlar siyasetin merkezine oturtulmuştur. Ancak bu dönemde dahi modernleşme çabaları devam etmektedir; keza 19. yüzyılda Tanzimat ve Islahat Fermanları gibi reformlar, Osmanlı’da sekülerleşmenin ilk adımları olarak kabul edilmektedir. Sonraki süreçte Osmanlı İmparatorluğu'nun lağvedilip Türkiye cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, siyasal İslam’ın devletteki hakimiyeti radikal bir biçimde sona ermiştir. Bu kritik eşiği takiben hilafetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, şeriat mahkemelerinin lağvedilmesi ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle birlikte eğitim sisteminin sekülerleştirilmesi ise genç cumhuriyetimiz adına laik bir yönetim anlayışının temelini atmıştır. Lakin bu reformlar, bilhassa kırsal kesimde ve muhafazakar çevrelerde tepkiyle karşılanmış ve 1925’teki Şeyh Said İsyanı, tali de olsa, bu tepkilerin en belirgin örneklerinden biri olagelmiştir. 2. Tek Parti Dönemi ve Siyasal İslam’ın Bastırılması (1923-1950) 1923 ile 1950 arasındaki süreci tetkik ettiğimizde, kurucu önderimiz Atatürk'ün liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti iktidarı altında laiklik ilkesini katı bir biçimde uyguladığını görürüz. Ezcümle; tarikatlar yasaklanmış, dini semboller kamusal alandan çıkarılmış ve din adamlarının siyasi faaliyetlerine izin verilmemiştir. Ancak, bu baskı siyasal İslam’ın tamamen yok olmasına neden olmamış; bilakis, toplumun önemli bir kesiminde dinsel kimliğin bastırıldığına dair bir algı oluşmuştur. Nihayetinde bu durum ilerleyen yıllarda siyasal İslam’ın güçlenmesi adına bir zemin hazırlayacaktır. Nitekim 1946’da yani çok partili hayata geçişle birlikte, dini değerler kaçınılmaz bir biçimde siyasette yeniden kendini göstermeye başlamış ve 1950 seçimlerinde Demokrat Parti kazandığı büyük zaferin ardından iktidara gelerek siyasal İslam’ın yeniden sahneye çıkmasına olanak tanımıştır. 3. Demokrat Parti ve 1960 Sonrası İslami Muhalefet 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti, Türkiye’de siyasal İslam’ın yeniden kamusal alanda görünür olmasını sağlayan aktör olması hasebiyle cumhuriyet tarihimizde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Tek parti döneminin baskıcı laiklik politikalarına karşı bir tepki olarak doğan DP, dini özgürlükleri savunmak suretiyle geniş muhafazakar kitlelerin desteğini kazanmıştır. Ancak DP’nin bu politikaları, Türkiye’de laik düzenin savunucuları tarafından tepkiyle karşılanmış ve nihayetinde askeri müdahaleye zemin hazırlamıştır. 1960 darbesi sonrası süreç ise İslami hareketlerin daha sistemli bir muhalefet hareketine dönüşmesine sebebiyet vermiştir. DP'nin, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’ni mağlup ederek iktidara gelmesini, dini özgürlüklerin kısıtlanmasına duyulan tepkinin sandıktaki tezahürü olarak okumak pekala mümkündür. Keza DP’nin iktidara gelir gelmez attığı ilk adımlardan biri olarak, ezanın yeniden Arapça okunmasına izin vermesi de bu önermeyi destekler niteliktedir. Bu karar, muhafazakar kesim tarafından büyük bir coşkuyla karşılanırken, laik çevreleri ise endişeye sevk etmiştir. DP’nin dini politikaları bununla da sınırlı kalmamıştır. İmam Hatip okulları açılarak din eğitiminin devlet eliyle yaygınlaştırılması sağlanmış, ilkokullara din dersleri yeniden konulmuş ve Diyanet İşleri Başkanlığı güçlendirilmiştir. Bütün bu gelişmelere ek olarak, tarikatlar ve cemaatler üzerindeki baskılar büyük ölçüde hafifletilmiş, hatta DP, bazı tarikatların desteğini almak adına mezkur gruplara göz yummaya başlamıştır. Ancak DP, yalnızca dini özgürlükleri artıran bir parti olarak kalmamış; aynı zamanda otoriterleşme eğilimleri göstererek muhalefeti de baskı altına almıştır. 1955’te başlayan ekonomik sıkıntılar ve hükümetin basına yönelik sert müdahaleleri ise ordu ve bürokrasinin iktidara yönelik tepkisini şiddetlendirmiştir. Velhasıl takvim yaprakları 27 Mayıs 1960'ı gösterdiğinde gerçekleşen askeri darbe, DP’nin iktidarına son vermiş ve Başbakan Adnan Menderes tutuklanmasının akabinde idam edilmiştir. Kimi kesimlerce 27 Mayıs 1960 darbesi, siyasal İslam’ın önünü kesmek isteyen laik elitler tarafından gerçekleştirilmiş bir müdahale olarak görülmektedir. Öte yandan darbe sonrası oluşturulan yeni anayasa, daha özgürlükçü bir yapıya sahip olsa dahi, askeri vesayetin güçlenmesine de alan tanıdığı aşikardır. DP’nin dini politikalardan rahatsız olan ordu ve yargı, yeni dönemde laiklik ilkesini daha sert bir şekilde uygulamaya başlayacaktır. Bu süreçte, DP’nin yerine kurulan Adalet Partisi benzer bir muhafazakar çizgiyi sürdürmeye çalışmış; ancak siyasal İslam’ın sistematik bir hareket haline gelmesi, 1969’da Necmettin Erbakan’ın önderliğinde Milli Görüş hareketinin doğmasıyla gerçekleşmiştir. Daha radikal bir hüviyete sahip olan Erbakan, DP ve AP’nin laik sistem içinde sınırlı kalan muhafazakarlığını yetersiz bulmuş ve İslam’ın devletin temel kimliği olması gerektiğini savunmuştur. Nitekim Erbakan'ın Konya’dan bağımsız milletvekili olarak seçilmesi İslami hareketin siyasi arenada temsilini sağlamış ve 1970 yılında kurduğu Milli Nizam Partisi (MNP), doğrudan İslamcı bir politika benimsemek suretiyle, DP ve AP gibi partilerden ayrışmıştır. Ancak, MNP kısa bir süre sonra laiklik karşıtı faaliyetler yürüttüğü gerekçesiyle kapatılacaktır. Buna rağmen, Erbakan ve destekçileri 1972’de Milli Selamet Partisi’ni (MSP) kurarak siyasal İslam’ı Türkiye’nin gündeminde kalıcı hale getirecektir. Son kertede MSP'nin 1974’te CHP ile koalisyon hükümetine girerek siyasal İslam’ın Türkiye’de hükümet seviyesinde temsil edilmesine olanak tanıması ise söz konusu anlayışın toplumdaki karşılığını göstermesi hasebiyle kritik bir dönüm noktasını işaret etmektedir. Sonuç olarak Demokrat Parti, Türkiye’de Siyasal İslam’ın yeniden güçlenmesine zemin hazırlayan bir dönemin başlangıcı olmuştur. DP’nin dini özgürlükler konusundaki reformları, 1960 darbesiyle kesintiye uğramış olsa da, muhafazakar tabanın siyasi bilincini güçlendirmiştir. 1960 sonrası dönemde ise Siyasal İslam daha kurumsal bir hüviyete bürünmüş ve Milli Görüş adı altında sistemli bir muhalefet hareketine dönüşmüştür. 4. 1980 Darbesi ve Türk - İslam Sentezi 1980 askeri darbesi, Türkiye'de siyasal ve toplumsal yapıyı tabiri caizse kökten değiştiren bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Darbenin ardından oluşturulan yeni ideolojik çerçeve ise Türk - İslam Sentezi adı verilen bir anlayışa dayanmaktadır. Bu sentez, hem Türk milliyetçiliğini hem de İslam’ı devlet politikalarının merkezine almak suretiyle yeni bir toplumsal kimlik oluşturmayı amaçlamıştır. Nitekim 12 Eylül rejimi, sol hareketleri bastırırken, İslamcı grupların önünü açarak dindar - muhafazakar kesimlerin siyasal ve kültürel alanda güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, 1980 darbesinin ardından askeri rejim, sol ideolojileri tehdit olarak görerek milliyetçi ve muhafazakar unsurları teşvik etmeye başlamış ve bu doğrultuda, Türk - İslam Sentezi adı altında ideolojik bir formül oluşturmuştur. Söz konusu anlayış, bir yandan Atatürkçü milliyetçiliği korurken, diğer yandan İslam’ın toplumsal düzene entegrasyonunu savunmuştur. Binaenaleyh Türk - İslam Sentezi'nin, 1982 Anayasası’na da yansıması da kaçınılmaz olmuştur. Bu bağlamda dini eğitim zorunlu hale getirilmiş ve imam hatip okulları teşvik edilmiştir. Öte yandan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yetkileri artırılırken, devlet, dini değerleri resmi söylemin bir parçası haline getirmiştir. Ancak bu süreç tabii olarak, devletin denetimi dışında gelişen bağımsız islami hareketlerin de güçlenmesine sebebiyet vermiştir. Darbeden birkaç yıl sonra gerçekleşen 1983 seçimlerini kazanan Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi, 12 Eylül sonrası siyasi sistemin ilk sivil hükümeti olarak cumhuriyet tarihindeki yerini almıştır. Özal, hem neoliberal ekonomik politikaları hem de muhafazakar değerleri harmanlayarak yeni bir siyaset anlayışı geliştirmiş ve bu dönemde, özel teşebbüse dayalı İslamcı sermaye grupları ilk kez ortaya çıkmaya başlamıştır. "Anadolu kaplanları" olarak bilinen bu sermaye grupları, ilerleyen yıllarda İslami hareketlerin finansal gücünü artıracaktır. Bunun yanı sıra Özal hükümeti, imam hatip okullarını yaygınlaştırarak ve tarikat-cemaat gruplarına daha fazla alan açarak islami değerlerin devlet yönetiminde daha fazla yer almasına da olanak tanımıştır. Ancak belki de Özal'ın öngöremediği bir biçimde bu gelişmelerden azami faydayı elde edecek grup, 1990’ların ortalarını domine eden, Erbakan önderliğindeki Refah Partisi olacaktır. 1990’ların başında Siyasal İslam, Refah Partisi çatısı altında giderek güç kazanmış ve bilahare Erbakan liderliğindeki RP, 1994 yerel seçimlerinde büyük bir başarı elde ederek İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde belediye başkanlıklarını kazanmıştır. 1995 genel seçimlerinde ise RP, birinci parti olmak suretiyle Türkiye siyasetinin gündemini belirler bir konuma gelmiştir. RP’nin başarısının ardında, ekonomik ve toplumsal olarak dışlanmış kesimleri mobilize eden bir söylem yatmaktadır. Erbakan, "Adil Düzen" adı altında İslam temelli bir ekonomik model önermekte ve Batı’ya karşı daha bağımsız bir dış politika vaat etmektedir. Ancak RP’nin yükselişi, laik kesimlerde yine büyük bir tepkiye yol açmış ve 1997 yılında "post - modern darbe" olarak anılan "28 Şubat süreci" ile Refah Partisi iktidardan uzaklaştırılmıştır. 1980 sonrası siyasal İslam’ın yükselişi, büyük ölçüde Türk - İslam Sentezi’nin devlet politikalarına entegre edilmesiyle mümkün hale gelmiştir. 12 Eylül rejimi sol hareketleri tasfiye ederken, İslamcı grupların gelişmesine olanak tanımış, bu da 1990’larda RP’nin yükselmesine zemin hazırlamıştır. 1980 sonrası dönemin dinamikleri, günümüz Siyasal islam hareketlerinin gelişimini anlamak adına kritik bir öneme sahiptir. 5. AKP'nin Yükselişi ve Siyasal İslam’ın İktidarı Adalet ve Kalkınma Partisi, 2002 yılında iktidara gelerek Türkiye’de Siyasal İslam’ın en güçlü temsilcisi hüviyetine sahip olmuştur. Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş çizgisinden gelen Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, 28 Şubat sürecinin baskıcı ortamından dersler çıkararak İslami kimliği daha ılımlı ve kapsayıcı bir söylemle yeniden şekillendirmiştir. İlk yıllarında AB reformları ve ekonomik liberalleşme politikalarıyla batı ile uyumlu bir profil çizen AKP, zamanla içerisinde giderek otoriter bir karaktere bürünmüş ve tabanını konsolide etmek suretiyle islamcı ideolojiyi kurumsallaştırmaya çalışmıştır. AKP’nin ilk iktidar yıllarında, yukarıda da belirttiğimiz üzere, parti yöneticileri Siyasal İslam’ın radikal unsurlarından uzaklaştıklarını vurgulayarak Batı ile uyumlu bir politika izlemiş ve bu bağlamda Avrupa Birliği ile müzakereleri hızlandırarak (demokratik reformlar) ekonomik büyüme sağlamıştır. Nitekim AKP’nin bu stratejisi, 28 Şubat sonrası İslamcı hareketlerin üzerindeki baskıyı hafifletmiş ve muhafazakar tabanı ekonomik refah yoluyla konsolide etmiştir. Yine, bu dönemde imam hatip okullarına yönelik katsayı engeli kaldırılmış, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi artırılmış ve dini değerlerin kamu alanında daha görünür hale gelmesine zemin hazırlanmıştır. Ancak bu değişimler, toplumsal kutuplaşmayı arttıran yeni bir siyasal atmosferi de beraberinde getirmiştir. 2010 referandumu ile yargıda büyük değişiklikler yapan AKP, bu dönemde giderek daha otoriter bir yönetim anlayışı benimsemeye başlamıştır. 2011 seçimlerinde aldığı büyük destekle hareket alanını genişleten parti, bilhassa Gezi Parkı Protestoları (2013) ve 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları (2013) sonrası daha sert bir yapıya bürünmüştür. Bu dönemde, eğitim sistemi İslamcı bir perspektifle yeniden şekillendirilmiş, İmam hatip okullarının sayısı hızla artmış ve "dindar nesiller yetiştirme söylemi" ön plana çıkmıştır. Aynı zamanda, dış politikada da İslamcı bir eksene yönelim gerçekleşmiş ve Arap Baharı sürecinde AKP hükümeti, Mısır’daki Müslüman Kardeşler gibi İslamcı hareketlere açık destek vermiştir. 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi'nin, ülkemiz siyasetinde büyük bir kırılma noktası olduğu yadsınamaz bir gerçeklik şeklinde karşımızda durmaktadır. AKP, bu olay sonrasında olağanüstü hal ilan ederek devletin neredeyse tüm kurumlarını yeniden yapılandırmış ve mezkur süreçte Fethullahçı yapılanmanın tasfiyesiyle beraber, daha merkezi ve AKP’ye bağlı yeni bir "muhafazakar elit" inşa etmiştir. Öte yandan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişin tesis edilmesiyle birlikte, Siyasal İslam’ın devlet yapısındaki ağırlığı da iyiden iyiye artmıştır. Eğitim sisteminde dini vurgular azami hale gelmiş ve kamu kurumlarında muhafazakar kadrolaşma derinlik kazanmıştır. Bütün bu gelişmelerin sonucunda da Türkiye’de laiklik anlayışı, giderek daha fazla sorgulanan ve zayıflayan bir ilke haline gelmiştir. AKP, iktidara geldiği ilk yıllarda ılımlı ve reformist bir İslami hareket olarak kendini tanımlasa da, zaman içerisinde Siyasal İslam’ı otoriter yönetim biçimiyle birleştiren bir yapıya evirilmiştir. Bilhassa 2016 sonrası süreç, Siyasal İslam’ın devlet aygıtına tamamen nüfuz ettiği ve AKP’nin kendi ideolojik çerçevesini kurumsallaştırdığı bir dönem olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’de Siyasal İslam’ın geleceği, AKP’nin bu kurumsallaşmış yapısının nasıl bir evrim geçireceğine ve toplumsal dinamiklerin nasıl şekilleneceğine bağlı olacaktır. Ülkemizde Siyasal İslam, tarihi boyunca farklı evrelerden geçerek, toplumun dinamiklerine ve siyasi yapısına şekil vermiştir. 1950'lerde Demokrat Parti ile başlayan süreç, 1980 sonrası Türk - İslam Sentezi'nin devlet politikalarına entegre edilmesiyle güç kazanmış, nihayetinde AKP’nin iktidarıyla zirveye ulaşmıştır. Bu süreç, İslam’ın sadece dini bir öğe olarak değil, aynı zamanda toplumsal düzenin ve devletin şekillenmesinde belirleyici bir ideoloji olarak işlev gördüğünü göstermektedir. Siyasal İslam, zaman içerisinde hem içsel bir dönüşüm geçirmiş hem de toplumsal, ekonomik ve siyasi faktörlerle şekillenmiştir. Bilhassa AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte, Siyasal İslam’ın daha merkezi ve kurumsal bir yapıya dönüştüğü, devletle olan ilişkisinin pekiştiği ve İslam’ın siyasetteki rolünün pekiştirilerek güçlendirildiği görülmüştür. Ancak, bu süreç aynı zamanda toplumsal kutuplaşmayı arttıran, laiklik ve özgürlükler üzerine yeni sorgulamalar yaratan bir gelişme olarak da okunmaktadır.
- Protestoların İzdüşümü: Türkiye ve Avrupa’daki Toplumsal Hareketlerin Ortak Dinamikleri
Son yıllarda Türkiye’de artan toplumsal huzursuzluk ve protestolar, yalnızca yerel dinamiklerle açıklanamayacak kadar geniş bir bağlamda ele alınmalıdır. Bilhassa Doğu Avrupa ülkelerinde son dönemde yükselen gösteriler ile Türkiye’de yaşanan eylemler arasında benzerlikler kurmak, bu hareketlerin arkasındaki yapısal nedenleri daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Nitekim Sırbistan’dan Macaristan’a, Slovakya’dan Yunanistan’a uzanan bir hatta, farklı ülkelerde benzer taleplerle sokağa çıkan kitlelerin ortak noktaları, Avrupa’nın doğusundaki sosyo - politik dönüşümün Türkiye’ye nasıl yansıdığını da gözler önüne sermektedir. Evvela, Doğu Avrupa’da son bir yıl içerisinde meydana gelen protestoların temel nedenleri incelendiğinde, en belirgin ortak noktalar olarak otoriterleşme eğilimleri, yolsuzluk iddiaları ve ekonomik zorluklar karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Sırbistan’da özellikle 2023 sonlarında ve 2024 başlarında görülen gösteriler, hükümetin medya üzerindeki baskılarını, yolsuzluk skandallarını ve seçim sürecine müdahale iddialarını hedef almıştır. Benzer şekilde, Macaristan’da da hükümetin yargıyı ve üniversiteleri kontrol altına alma çabalarına karşı protestolar düzenlenmiştir. Türkiye’de ise son yıllarda yargının siyasi bir araç haline gelmesi, medya üzerindeki baskının artması ve ekonomik krizin derinleşmesi, halkın kitlesel hareketliliğini artıran en önemli faktörlerden bazıları olarak göze çarpmaktadır. Öte yandan Türkiye özelinde, son dönemde gerçekleşen protestoları anlamak adına Gezi Parkı olaylarından günümüze uzanan çizgiyi takip etmek gerekmektedir. 2013 yılında Gezi Parkı eylemleri, başlangıçta çevreci bir hareket olarak başlamış, ancak kısa sürede hükümetin otoriterleşme eğilimlerine karşı geniş tabanlı bir toplumsal tepkiye dönüşmüştür. Bugün yaşanan gösterilerde, Gezi'nin mirasının ve kolektif hafızasının izlerini görmek mümkündür. Ancak, 2025 Türkiye’sinde protestoların karakteri, 2013’e kıyasla önemli farklılıklar göstermektedir. Gezi döneminde, Türkiye ekonomisi "görece" istikrarlı durumdadır ve iktidarın baskıcı eğilimleri yeni yeni belirginleşmektedir. Bugün ise, derinleşen ekonomik kriz, halkın alım gücünü büyük ölçüde düşürmüş ve bilhassa genç nüfus arasında umutsuzluğa sebebiyet vermiştir. Yine, artan enflasyon, maaşların reel değerinin düşmesi ve işsizliğin yükselmesi gibi faktörler, toplumsal rahatsızlığı derinleştiren unsurlar arasındadır. Bu noktada, Türkiye’deki protestoların sosyolojik bileşenleri de önem taşımaktadır. Gençler, kadınlar, işçi sınıfı ve akademisyenler, bu gösterilerde en aktif gruplar olarak öne çıkmaktadır. Son yıllarda artan kadın cinayetleri ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, kadın hareketlerini güçlendirmiş, feminist grupların kitlesel eylemlere katılımını arttırmıştır. Aynı şekilde, ekonomik kriz ve artan işsizlik oranları, işçileri ve emekçileri de sokaklara yöneltmektedir. Üniversitelerdeki baskılar ve akademik özgürlüğün kısıtlanması ise, gençleri ve akademisyenleri eylemlerin önemli aktörleri haline getirmiştir. Bilhassa Z kuşağı, mevcut iktidarın politikalarına karşı daha eleştirel bir tutum sergileyerek, sokak eylemlerinde ve sosyal medyada sesini giderek daha fazla yükseltmektedir. Z kuşağının varoluşsal kaygıları, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve siyasal özgürlük alanlarının daraltılması gibi öğeleri de içermektedir. Türkiye’deki protestoların tarihsel bağlamı, 1980 sonrası siyasal dönüşüm içinde daha da derinleşmektedir. Farklı bir yaklaşımda bulunmamız gerekirse; 1989 Bahar Eylemleri, 1990'ların öğrenci hareketleri ve 2000'lerdeki işçi eylemleri gibi daha önceki toplumsal hareketlerin, bugünün protestolarının temellerini attığı da söylenebilir. Mezkur hareketlerin de aynı şekilde hükümetin otoriterleşen tutumlarına, ekonominin kötüleşen koşullarına ve toplumsal eşitsizliklere karşı bir tepki olarak ortaya çıktığı unutulmamalıdır. Ancak yine de, 2025 Türkiye’sindeki hareketlerin ve kitlesel eylemlerin hüviyeti, artan dijital mobilizasyon ve globalleşmenin etkisiyle önceki dönemdeki hareketlerden farklılıklar göstermektedir. Türkiye’deki muhalefet partilerinin ve sivil toplum örgütlerinin protestolardaki rolü, dikkatle incelenmesi gereken bir diğer husustur. 2023 sonrasında, bilhassa ana muhalefet partisi CHP’nin ve çeşitli sol, liberal grupların sokak eylemlerine katılımında ciddi bir artış gözlemlenmiştir. Lakin bu tür bir katılımın "organizasyondaki yetersizliği", kitlesel eylemleri sınırlayabilmektedir. Öte yandan, özellikle gençlerin dijital platformlar üzerinden gerçekleştirdiği kitlesel hareketlilik, geleneksel partilerden bağımsız bir biçimde, halkın taleplerini dile getirmektedir. Doğu Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında, Türkiye’deki protestoların bastırılma yöntemleri de ele alınması gereken bir diğer uzanımdır. Örneğin, Sırbistan’da gösterilere karşı güvenlik güçlerinin orantılı güç kullanımı görece sınırlı kalırken, Türkiye’de polis şiddeti, gözaltılar ve yargı eliyle baskı kurma yöntemleri daha sistematik hale gelmiştir. Bu durumun, ülkemizdeki sivil toplumun ve muhalefetin hareket alanını büyük ölçüde daralttığı, yadsınamaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak, sosyal medya gibi alternatif iletişim araçları, protestoların yayılmasını ve toplumsal bilincin gelişmesine olanak tanımaktadır. İktidarın sosyal medya üzerindeki kontrol çabalarına rağmen, internet ortamı hala daha muhalefet için önemli bir mobilizasyon aracı olmayı sürdürmektedir. Ekonomik açıdan bakıldığında Türkiye’de yaşanan kriz, toplumsal rahatsızlığın derinleşmesinde rol oynayan bir diğer önemli faktör olarak öne çıkmaktadır. Artan enflasyon oranları, genç işsizliğinin artması ve yaşam maliyetinin yükselmesi, özellikle genç nüfusu ekonomik anlamda çaresiz bırakmış durumdadır. Ayrıca, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, özellikle işçi sınıfı ve emekçiler arasında büyük bir huzursuzluğa yol açmaktadır. Bu durum, Türkiye’deki toplumsal hareketliliğin temel dinamiklerinden biridir. Türkiye’de işçi hareketlerinin ve emek mücadelesinin tarihteki önemli yerini göz önünde bulundurursak, bugün yaşanan kitlesel gösterilerin ekonomik taleplerin yanı sıra toplumsal eşitsizliklere karşı da güçlü bir tepki oluşturduğunu söylemek mümkündür. Sonuç olarak, Türkiye’deki protestolar, yalnızca hükümetin otoriterleşme eğilimlerine bir tepki olarak değil, aynı zamanda ekonomik zorlukların ve toplumsal eşitsizliklerin bir yansıması olarak da değerlendirilmelidir. Doğu Avrupa’daki benzer gösterilerle kıyaslandığında, ülkemizdeki hareketlerin daha sert müdahalelere maruz kaldığı, ancak halkın politik bilincinin ve direniş kapasitesinin de giderek arttığı açık bir biçimde gözlemlenebilmektedir. Önümüzdeki vetirede, Türkiye’nin iç dinamikleri ve beynelmilel konjonktür, bu hareketlerin seyrini belirlemede önemli bir rol oynayacaktır. Eğer muhalefet ve sivil toplum örgütleri, bu süreci iyi yönetebilirse, toplumsal hareketlerin Türkiye siyasetinde daha etkin bir güç haline gelmesi ise kaçınılmaz olacak tır.
- Avrupa Siyasetinin Kaderini Değiştiren İsim: Otto von Bismarck
Almanya'daki dağınık prensliklerin Prusya'nın önderliğinde bir Alman Birliği oluşturmaları, hem genel siyasi tarih hem de Türkiye açısından son derece mühim sonuçların hasıl olmasına sebebiyet vermiştir. Mevzubahis birliğin mimarı olduğuna dair kimsenin şüphe duymaması gereken isim ise Prusya Başbakanı Otto von Bismarck'tan başkası değildir. Kuzey Almanya'nın gelenekçi tarım soylusu aileleri Junkers 'e mensup olan Bismarck, bu zümrenin özellikle erkek çocuklarına gösterdiği ihtimamdan mütevellit son derece disiplinli ve iyi bir eğitime tabi tutulur ancak mizacından ötürü Otto'nun öğrenim yaşamı pek de parlak geçmez. Göttingen Üniversitesi 'nden ayrılmak zorunda kaldıktan sonra yüksek öğrenimini Berlin 'de tamamlayan Bismarck, bilahare Adliye Bakanlığı 'nda adliye katibi olarak devlet hizmetine başlar. Belirli bir zaman zarfının akabinde devlet memuriyetinin yeknesaklığından da sıkılan Otto, önce gönüllü olarak askere yazılır ve bu hizmetini tamamlamasının ardından da ailesinin topraklarını yönetmeye başlar. Girizgahtan da anlayabileceğimiz üzere Otto'nun gençliği oldukça dengesiz ve tam anlamıyla bir "arayış" içerisinde geçmiştir ve bu arayış, Otto'nun 1847 yılında temsilci olarak Diyet meclisi 'ne girmesi ile son bulur. "Anayasa gibisinden bir kağıt parçasının tebaa ile kral arasına girmesine razı olamam. Zaten devleti, liberaller ve liberalizm yıkmaktadır. Liberaller rüya gören adamlardır. Parlamento belki İngiltere için yararlı bir kurum olabilir fakat Prusya için zararlıdır." 1848 devrimleri öncesi kritik dönemde Bismarck'ın parlamento kürsüsünden yaptığı bu tarz sert çıkışlar, onun siyaset anlayışını tüm çıplaklığı ile sergilemektedir ve bu süreçteki çalışmaları salt mecliste verdiği söylevler ile sınırlı kalmaz. Örneğin 1848 yılında Berlin'de işçiler ayaklandıkları zaman, isyanları bastırmak adına çiftçilerden oluşan bir gönüllü müfrezesi toplanması için parlamentoya teklifte bulunur. Otto'nun kafasındaki Birleşik Almanya , anayasal Alman parlamentosunun çatısı altında değil; Prusya çekirdeği çerçevesinde ve Hohenzollern hanedanı başkanlığı altında gerçekleşmelidir. Ancak Bismarck'ın Prusya imparatorlarına olan bağlılığını 4. Friedrich Wilhelm 'in ya da Birinci Wilhelm 'in karakterlerine duyduğu saygıyla bağdaştırmak da pek doğru olmaz. Zira onun karakteri, kendinden başka kimseye hayran olmaya veyahut bağlanmaya müsait değildir. Bismarck'ın nokta-ı nazarında imparator, ulusun başıdır ve bu çerçeve içerisinde toplumun lidere olan tabiiyeti mutlak olmalıdır. Otto'nun siyasi tutumuna eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmamız gerekirse; onun, kalabalık ve liberallerle dolu bir meclis ile uğraşmak yerine daha kolay bir biçimde manipüle edebileceği tek bir kişiyle yani imparator ile çalışmak istemiş olması da ihtimaller dahilindedir. Ayrıca şunu da belirtmek de fayda var ki; Bismarck'ın ailesi Prusya Devleti 'ne olan hizmetleri ve Hohenzollern hanedanına olan yakınlıklarıyla nam salmış bir ailedir ve Prusya tarihindeki hemen hemen tüm savaşlara Bismarck ailesinden bir fert muhakkak iştirak göstermiş durumdadır. Örneğin Otto'nun dedesi süvari albayı August Friedrich 1742'de Bohemya 'da gerçekleşen bir muharebede hayatını kaybetmiştir. Bunun yanı sıra Otto'nun annesi Wilhelmine Wecken , kral Üçüncü Friedrich Wilhelm'in özel kalem müdürünün kızıdır ve saraya yakınlığının bir sonucu olarak 4. Wilhelm Friedrich'in çocukluk ve oyun arkadaşıdır. 1851 yılında Diyet 'e tekrar seçilen Bismarck, 1854'te büyükelçi unvanıyla Saint Petersburg 'a atanır. 1857'de ise bir sonraki durağı Paris olur. Burada görev yaptığı süre boyunca Üçüncü Napolyon ile yakın ilişkiler kurar ve bilahare ona karşı kullanacağı zaafları konusunda fikir sahibi olur. 1861 yılında 4. Friedrich Wilhelm'in ölümü üzerine Prusya tahtına, halihazırda 1849'dan beri ülkeyi naip sıfatıyla yönetmekte olan Birinci Wilhelm geçer ve 1 yıl sonra Bismarck'ı başbakanlık görevini ifa etmesi için Berlin'e çağırır. 1862 itibariyle 47 yaşındaki Otto artık Avrupa ve dünya siyaset sahnesinin başrol oyuncuları arasındadır. İktidara gelmesiyle birlikte Bismarck'ın kafasında kuşkuya yer bırakmayacak şekilde her şeyden önce Alman Birliği'nin oluşturulması ve bu birliğin dünya siyasetinin düzenleyicisi olması düşünceleri vardır. Otto'nun bu amaca yönelik siyasetini de beş ana başlıkta toplamamız gerekirse: Güçlü bir ordu oluşturulması Beynelmilel alanda güçlü bir konum elde edilmesi ve bilhassa küçük prensliklerin topraklarının egemenlik altına alınmasıyla beraber hakimiyet alanın genişletilmesi Uygun bir fırsat hasıl olduğu takdirde Avusturya ile çatışılması ve Avusturya'nın Alman Birliği'nin dışında tutulması. Alman Birliği'nin Prusya'nın öncülüğünde kurulması. Kurulacak Almanya'nın Avrupa politikasının egemeni ve düzenleyicisi olması. Danimarka Savaşı Bismarck'ın başbakanlığının ilk yılları parlamento ile sürekli bir savaşım içerisinde geçer. Bilhassa ordunun güçlendirilmesine yönelik olarak milli savunma bütçesinin arttırılmasına meclis tarafından şiddetle karşı çıkılmaktadır. Bismarck evvela ordunun büyütülmesine yönelik tüm girişimlerin sorumluluğunu üzerine alır ve bilahare Danimarka savaşı çıkana ve büyük başarılar elde edilene dek yani dört yıl boyunca bütçeyi parlamentoya sunmadan kararnameler üzerinden yürütür. Bu süreçte Prusya'daki askerlik süresi de iki yıldan üç yıla yükseltilmiş ve her yıl silah altına alınanların sayısı 40.000'den 63.000'e yükseltilmiştir. Ancak ordunun savaş kabiliyetinin de denenmesi gerekmektedir. Mevcut şartlarda askeriyeye yönelik büyük yatırımlarda bulunmuş olsa Prusya; ne Avusturya, ne Fransa ne de Rusya'ya karşı hamle yapabilecek güçtedir. Ahvalin bu şekilde hasıl olduğu bir ortamda Bismarck, aradığı fırsatı Danimarka'ya bağlı prensliklerde bulur. Gerçekleştirilecek olan hareket öncesi doğu sınırını güven altına almak isteyen Bismarck, Rusya'ya bir elçi göndererek halihazırda Lehistan 'da Ruslara karşı gerçekleşen isyanda kendilerini destekleyeceklerini bildirir. Bu gelişmenin akabinde de olağan bir biçimde Rusya ile Prusya arasında saldırmazlık antlaşması imzalanır. Bismarck ilk hedefine tabiri caizse zahmetsiz bir şekilde ulaşmış ve doğu sınırını güvence altına almıştır. Tüm şartların olgunlaşmış olduğuna kanaat getiren Prusya, Danimarka kralı 9. Christian 'ın, ülkesinin anayasasını Elbe Dükalıkları 'na dayatmasını bahane ederek Danimarka'ya savaşa ilan eder. Bismarck, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere bir süredir ordunun gücünü test etmek istemektedir ve İskandinav ülkesi bu konuda tabiri caizse biçilmiş kaftandır. Ancak Bismarck'ı bu harekata yönlendiren tek sebep bununla da sınırlı değildir. Holstein sınırları içerisinde bulunan Kiel limanı da Prusya'nın Baltık denizi üzerindeki çıkarları açısından ehemmiyet taşımaktadır. Prusya'nın Almanya'yı ilgilendiren böylesi bir soruna bu denli yürekten eğilmesi tabii olarak Avusturya'nın da dikkatinden kaçmaz. keza Avusturya, Almanya ile ilgili konularda ve kararlarda mütemadiyen "Prusya'yı yalnız bırakmama" ilkesi ile hareket etmektedir. Velhasıl Prusya, pek istekli olmasa da, Danimarka'ya karşı Avusturya ile beraber hareket etmeyi kabul eder. Prusya ordusu biraz da deneyimsizliğinin etkisiyle bu savaşta büyük taktiksel hatalar yapar ancak subaylarının basiretsizliğine karşın piyadelerinin ve bilhassa topçu kuvvetlerinin azmi sayesinde Danimarka'yı yenilgiye uğratmayı başarır. 14 ağustos 1865 yılında imzalanan Gastein Antlaşması 'na göre Schlesweig 'i Prusya alırken Holstein , Avusturya'nın egemenliği altına girmektedir. Ayrıca Lauenburg da Avusturya tarafından Prusya'ya satılır. Bu savaşın sonucunda Prusya, hem askeri gücünü gösterme fırsatını yakalamış hem de ordusunun savaş konusunda deneyim kazanmasını sağlamıştır. Bismarck artık sıranın yavaş yavaş Avusturya'ya geldiğinin bilincindedir. Avusturya ile Savaş ve Kuzey Alman Federasyonu'nun Kurulması Prusya, her ne kadar topraklarını bir ölçüde genişletmiş olsa da Alman Birliği'nin sağlanmasının yolunun salt toprak ediniminden değil; Avusturya'nın Germen Federasyonu 'nun dışına itilmesiyle gerçekleşeceğinin farkındadır. Zira aynı birlik içerisinde iki güçlü devletin olması, küçük prensliklerin bu ikisi arasındaki denge politikası ndan yararlanarak varlıklarını sürdürmeleri anlamına gelmektedir. Bu nedenle bilhassa Prusya nezdinde Avusturya ile çatışmak kaçınılmaz olmasının yanında aynı zamanda ideallerini gerçekleştirmek açısından zaruridir. Ancak evvela Bismarck'ın bu politikayı hayata geçirebilmek için ülkesi adına uygun koşulları yaratması gerekmektedir. Siyasi kariyeri boyunca hiçbir zaman tedbiri elden bırakmayan, mütemadiyen planlı ve programlı hareket eden Bismarck, aynı Danimarka savaşı öncesinde olduğu gibi Avusturya'ya karşı da aksiyon almadan önce sınırlarını herhangi bir dış tehdide karşı koruma altına almak ister ve bu bağlamda Bismarck'ın ilk hamlesi, "eski dostu" 3. Napolyon ile görüşmek olur. 1865 Ekim'inde Biarritz 'de yapılan görüşmede Bismarck, Fransa'nın tarafsızlığını sağladığı gibi İtalya'yı Prusya ile anlaşmaya zorlama ödününü de koparır ve nihayetinde 1866'da Berlin'de İtalya ile Prusya arasında Avusturya'ya karşı bir ittifak antlaşması imzalanır. Ancak Bismarck diplomatik anlamda ülkesi adına istediklerini elde etmiş olsa da Prusya'nın Germen konfederasyonu içerisindeki konumunu zayıflatmıştır. Zira konfederasyon anayasası, üye devletlerden herhangi birinin bir başkası aleyhine konfederasyon dışı bir devlet ile anlaşma imzalamasını kesinlikle yasaklamaktadır. Ancak Bismarck, halihazırda gelebilecek tepkileri hesaplamış ve kafasındaki terazide Avusturya'ya karşı alınabilecek her türlü desteğin olduğu kefe daha ağır basmıştır. Artık geriye yalnızca Avusturya'ya karşı açılacak savaş için bir bahane yaratmak kalmıştır ve aranan fırsat, Holstein'de başlayan karışıklıklar ile kendini gösterir. Bismarck, ülkesinin böyle bir hakkı olmamasına rağmen Viyana'ya bölgedeki huzursuzluğun sona ermesi için nota verir ve tabii olarak Prusya'yı ilgilendirmeyen bir mesele için Avusturya bu ültimatoma herhangi bir cevap vermez. Bunun üzerine Prusya, Gastein Antlaşması 'nın sona erdiğini ilan ederek Holstein'i işgal eder. Avusturyalılar konuyu konfederasyon meclisine getirmek ister ancak Prusya, Germen konfederasyonu'nun dağılmış olduğunu ifade ederek meclisten ayrılır. Bütün bu gelişmelerin sonucunda konfederasyon kuvvetleri Prusya'ya karşı seferberlik ilan eder ve 14 haziran 1866'da Bismarck'ın çok istediği Avusturya Savaşı resmen başlamış olur. Prusya'nın 350.000 kişilik ordusuna karşılık olarak Avusturya ve müttefiklerinin 850.000 civarında askeri bulunmaktadır ancak Prusya ordusu nicelik bakımından geride olsa da nitelik ve yönetim açısından rakiplerinin çok ilerisindedir. Nitekim 3 temmuz 1866'da Königsreatz 'da gerçekleşen nihai savaşta Avusturya, geride 40.000 ölü bırakarak geri çekilmek durumunda kalır ve Viyana'ya doğru ilerleyen Prusya ordusu karşısında Üçüncü Napolyon'dan yardım ister. İşin bu aşamasında Prusyalı generaller ile Bismarck arasında bir anlaşmazlık hasıl olur. İmparatorun da generalleri desteklediği mevzubahis anlaşmazlık, Viyana'ya girilip girilmeyeceğine dairdir ve Bismarck, öngörülü bir şekilde (ve planları doğrultusunda) ileride çıkması muhtemel olan Fransa / Prusya çatışmasında Avusturya'nın Fransızların yanında yer almasını istememektedir ve binaenaleyh Viyana'ya girerek Avusturyalıların gururunun kırılmasına şiddetle karşı çıkmaktadır. Velhasıl nihayetinde Bismarck, Wilhelm'i ikna etmeyi başarır ve 26 temmuz 1866'da Nikolsburg'da ateşkes, ardından da 23 Ağustos'ta Prag'ta Avusturyalılar ile barış antlaşması imzalanır. Prag koşullarına göre Avusturya, Alman konfederasyonun dağıldığını ve yapılacak olan yeni düzenlemede yer almayacağını kabul etmektedir. Ayrıca Danimarka savaşı'nın ganimetleri olan Schleswig - Holstein üzerindeki tüm haklarından da Prusya lehine feragat eden Avusturyalılar, 20 milyon taler tutarındaki savaş tazminatını da ödemek zorunda kalırlar. Prag barışı 'nı izleyen aylarda Bismarck'ın aktif diplomatik girişimleriyle Main nehri 'nin kuzeyinde kalan tüm topraklarda bir Kuzey Almanya Birliği oluşturulur. İlk parlamentosunu 1867'de Berlin'de Prusya'nın önderliğinde toplayan söz konusu birlik, 25 milyon nüfuslu büyük bir Almanya'ya tekabül etmektedir ve hız kaybetmeden sürekli şekilde büyüyen bu yeni güç, aynı zamanda Fransa için tehlike çanlarının çaldığına da delalettir ... Fransa ile Savaş ve Alman İmparatorluğu'nun Kurulması Kuzey Almanya Birliği Anayasası'nın getirdiği sistem, tabiri caizse Bismarck'ın eseridir ve ikili meclisten oluşan bu sisteme göre halkın oyuyla seçilen temsilcilerden oluşan Reichstag 'ın yetkileri son derece kısıtlıdır. Buna karşılık birlik üyesi devletlerin gönderdikleri temsilcilerden oluşan Bundesrat neredeyse yetkilerin tümünü elinde toplamaktadır. Bismarck'ın nihai hedefine ulaşması için yani birlik dışında kalan Güney Alman Prensliklerini de büyük Almanya'nın şemsiyesi altında toplamak adına önünde aşması gereken tek bir engel kalmıştır: Fransa. Muhtelif kaynaklar tarafından Birinci Wilhelm'in Ems 'ten başbakanı Bismarck 'a gönderdiği ve İspanya 'daki veraset savaşı ile ilgili gelişmeleri aktardığı meşhur Ems telgrafı , Fransa ile Prusya arasında gerçekleşen savaşın asli nedeni olarak gösterilmektedir. Hadise, İspanya'da kraliçe İsabella 'nın düşürülmesinin akabinde boşalan tahta Hohenzollern hanedanının Katolik kanadından Prens Leopold 'un aday gösterilmesi sonucunda Prusya ve Fransa arasında büyük bir gerginliğin hasıl olması ile başlar. Fransa, Leopold'un tahta geçmesi durumunda İspanya'nın Prusya'nın politikalarını destekleyeceğini ve iki ateş arasında kalacağını düşünmektedir. Binaenaleyh Hohenzollern hanedanından herhangi birini İspanyol tahtında görmek istememektedir. Prusya tarafında ise Bismarck, tahtta pek de gönlü olmayan Leopold'u ikna etmek için büyük bir enerji harcamaktadır. Son kertede Wilhelm neredeyse Leopold'un tahttaki iddiasından vazgeçmesini kabul etmiş durumdadır ancak Fransa'nın Almanya büyükelçisi Benedetti 'nin kendisine karşı takındığı ukala üslup, konuya dair fikrinin değişmesine sebep olur ve ardından veraset görüşmelerinin yapıldığı Ems şehrinden Bismarck'a yeni gelişmeleri aktarmak için telgraf çekilmesini emreder. Bu şekilde aradığı fırsatı elde etmiş olan Bismarck da gizli kalması gereken telgrafı basına servis ederek olayların fitilini ateşler. Nitekim bu koşullar altında Fransa parlamentosu 19 Temmuz 1870'te Prusya'ya savaş ilan eder. Fransa tam anlamıyla hazır olmadan Almanya üzerine yürüyerek ölümcül bir hata yapmıştır ve seferberliğini tamamlamamış olduğunu düşündüğü Prusya'yı kısa sürede saf dışı bırakmak için çabuk hareket etmek isteyen Fransızlar, ağustos aynın ikinci haftasında kendilerini anavatanlarını korurken bulurlar. Birkaç hafta sonra yani 1 Eylül 1870'te ise Sedan 'da yapılan büyük savaşta Üçüncü Napolyon, 80.000 kişilik ordusuyla birlikte Prusyalılara esir düşer. Yenilgi haberi Paris'te duyulduğu zaman toplanan parlamento, son 100 senede geçirdiği devrimlerin kazandırdığı soğukkanlılık ile savaşa devam kararı alır ve Üçüncü Cumhuriyeti ilan eder. Ancak bu cesur hamle, savaşı birkaç ay uzatmaktan başka bir işe yaramaz ve Ulusal Savaş Hükümeti 23 ocak 1871'de teslim olur. Versailles Sarayı 'nın meşhur Aynalı Salonu 'nda Güney Almanya prensliklerinin de katılımlarıyla Alman İmparatorluğu tüm dünya kamuoyuna ilan edilirken Birinci Wilhelm de Almanların imparatoru sıfatıyla taç giymektedir. Otto von Bismarck'ın faaliyetlerine ve Almanya'nın siyasi birliğini nasıl sağladığına dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Jonathan Steinberg'ten Bismarck adlı eseri tavsiye ediyorum.
- Gerilimden Uzlaşıya: Toplumsal Mutabakat Mümkün Mü ?
Toplumsal Mutabakat: Bu Süreçten Nasıl Çıkılır ? Türkiye, siyasal ve toplumsal gerilimlerin derinleştiği kritik bir süreçten geçmektedir. Son dönemde yaşanan protestolar, iktidarın sert müdahale politikaları ve muhalefetin bu süreci nasıl yöneteceği meselesi gündemin merkezinde yer almaktadır. Ancak bu gelişmelerin ötesinde, en temel soru ülkemizin bu tür krizlerden bir toplumsal uzlaşı çerçevesinde çıkıp çıkamayacağına dairdir. Tarihsel perspektiften bakıldığında, kriz dönemlerinde belirli asgari müştereklerde buluşmanın mümkün olduğu görülmektedir. Peki, mevcut bölünme ortamında toplumsal mutabakat sağlanabilir mi ? Mevcut Bölünme Ortamında Mutabakatın İmkânı Var mı ? Türkiye’de siyasal ve toplumsal bölünme, tarihsel köklere sahip bir olgudur. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası inşa edilen politik düzen ve bilhassa son 20 yılda derinleşen kutuplaşma, toplumsal mutabakatın önündeki en büyük engellerden biri olarak değerlendirilmektedir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, geçiş sürecinde toplumsal dönüşüm, büyük oranda devletin belirleyici olduğu bir modernleşme paradigması çerçevesinde ilerlemiştir. 1950 sonrası çok partili hayata geçişle birlikte toplumsal fay hatları belirginleşmiş, 1970’lerde ise sol-sağ çatışmaları mutabakat arayışlarını gölgelemiştir. Günümüzde de benzer bir ayrışmanın, bu kez seküler-muhafazakâr ekseninde derinleştiği görülmektedir. Özellikle medya, eğitim sistemi ve hukuk gibi devletin ideolojik aygıtlarının belirli bir siyasi eksen doğrultusunda şekillendirilmesi, ortak bir zemin bulunmasını güçleştirmektedir. Ancak geçmişteki deneyimler, siyasi kutuplaşmanın keskinleştiği dönemlerde dahi toplumsal uzlaşının mümkün olabileceğini göstermektedir. Örneğin, 1990’larda Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği perspektifi etrafında oluşan reform süreci, farklı kesimlerin ortak bir vizyon çerçevesinde bir araya gelebileceğini ortaya koymuştur. Mutabakat Hangi Koşullarda Mümkün Olabilir ? Toplumsal mutabakat, yalnızca belirli grupların değil, toplumun geniş kesimlerinin üzerinde uzlaşabileceği temel ilkeler çerçevesinde şekillenmelidir. Bu bağlamda, Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz ortamında uzlaşının sağlanabilmesi adına bazı temel koşulların yerine getirilmesi gerekmektedir: Hukukun Üstünlüğünün Tesisi: Güçler ayrılığı ilkesinin yeniden tesis edilmesi, toplumsal güvenin inşasında hayati öneme sahiptir. Ekonomik Adaletin Sağlanması: 2001 ekonomik krizi sonrası Kemal Derviş reformları, ekonomik istikrarın sağlanmasının siyasi dengeleri de nasıl değiştirdiğinin somut bir örneğidir. Bugün yaşanan yüksek enflasyon ve gelir dağılımı adaletsizliği, toplumsal mutabakatı zorlaştıran temel faktörlerin başında gelmektedir. Basın ve İfade Özgürlüğü: Bağımsız medya organlarının desteklenmesi, toplumun farklı kesimlerinin birbirini anlamasını sağlayarak kutuplaşmayı azaltabilir. Siyasi Partiler Arası Diyalog: 2015’teki Dolmabahçe Mutabakatı, siyasi aktörler arasında diyaloğun nasıl bir etki yaratabileceğini gösteren önemli bir örnektir. Ancak bu süreç, bilahare iktidarın keskin bir dönüş yapması hasebiyle başarısızlığa uğramıştır. Bugün, siyasi partiler arasında asgari müşterekler etrafında bir iletişim kanalı oluşturulması ise zaruridir. Sivil Toplumun Güçlendirilmesi: 2013 Gezi Parkı protestoları, toplumun farklı kesimlerinin ortak bir talep etrafında birleşebildiği nadir örneklerden biri olmuştur. Ancak güçlü bir sivil toplumun yokluğu nedeniyle bu hareket, sürdürülebilir bir mutabakata evirilememiştir. Sivil toplum kuruluşlarının daha aktif ve bağımsız hale gelmesi, mutabakat sürecinin güçlenmesine olanak tanıyacaktır. Kimler Önderlik Edebilir ? Siyasi Liderler: Kısa vadeli politik çıkarları aşarak, uzun vadeli toplumsal faydayı önceleyen bir perspektif geliştirilmelidir. Misal, 1971 muhtırası sonrası Demirel ve Ecevit’in farklı ideolojik konumlarına rağmen anayasal reformlar konusunda uzlaşmaya varmaları, siyasi liderliğin belirleyici rolünü ortaya koymaktadır. Sivil Toplum Kuruluşları: Toplumun farklı kesimlerini bir araya getirebilecek mekanizmalar yaratmalıdır. 1999 Marmara Depremi sonrası ortaya çıkan dayanışma ruhu, ortak bir amaç etrafında birleşmenin mümkün olduğunu göstermektedir. Bağımsız Medya: 1980’lerin sonlarında Özal döneminde liberal medyanın yükselişi, farklı fikirlerin tartışılabildiği bir ortam yaratmıştır. Günümüzde ise bağımsız medya organlarının desteklenmesi, toplumsal diyalogun yeniden canlanmasını sağlayabilir. Gençlik Hareketleri: 1968 kuşağı veya 2000’lerin başındaki öğrenci hareketleri, gençlerin değişim dinamiklerindeki belirleyici rolünü göstermektedir. Türkiye’de gençlerin siyasetle ilişkisi zayıflasa da, olası bir mutabakat sürecinde kritik birer aktör olmaları, bugün itibariyle kaçınılmazdır. Uluslararası Faktörler ve Dış Dinamikler Türkiye’nin iç siyasi gelişmeleri, küresel dinamiklerden azade bir şekilde düşünülmemelidir. Örneğin, 2002 sonrası AB reform süreci, Türkiye’nin demokratikleşme yönünde önemli adımlar attığı bir dönem olmuştur. Ancak 2016 sonrası Batı ile gerilen ilişkiler, içerideki siyasi tansiyonu arttırmıştır. Türkiye’nin beynelmilel alanda ekonomik bağımlılık ilişkileri de, toplumsal mutabakat arayışlarını doğrudan etkilemektedir. Toplumsal Mutabakata Giden Yol Türkiye’de an itibariyle gerçekleşen protestolar, halkın mevcut yönetime yönelik tepkisini açıkça ortaya koymaktadır. Ekonomik kriz, hukuk sistemine duyulan güvensizlik ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar, geniş halk kitlelerinde derin bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. İktidar, güvenlikçi politikalarla bu dalgayı kontrol altına almaya çalışırken, muhalefet mezkur tepkiyi yönlendirmek adına sahiplenici bir pozisyon almaya çalışmaktadır. Binaenaleyh hasıl olan konjonktür, toplumsal mutabakatın önemini daha da artırmaktadır. Günümüzde Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz ortamından çıkışı ancak geniş bir toplumsal mutabakatın sağlanmasıyla mümkündür. Hukukun üstünlüğü, siyasi diyalog, ekonomik adalet ve özgürlüklerin genişletilmesi gibi temel ilkeler etrafında ortak bir vizyon oluşturulması elzemdir. Mevcut protestolar, toplumun farklı kesimlerinin ortak talepler etrafında birleşebileceğini göstermektedir. Ancak bu enerjinin sürdürülebilir bir toplumsal mutabakata dönüşebilmesi için güçlü liderlik, demokratik kurumların güçlendirilmesi ve sivil toplumun etkin bir şekilde sürece dahil edilmesi gerekmektedir. Bugün atılacak adımlar, yalnızca mevcut krizi çözmekle kalmayacak, gelecekte benzer çıkmazların önüne geçilmesini sağlayacak uzun vadeli bir uzlaşı kültürünün inşasına da katkıda bulunacaktır.
- CHP’nin Kriz Stratejisi: Sokakta ve Sandıkta İmamoğlu Etkisi
Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla birlikte, bir kez daha sokak protestolarının siyasi dengeler üzerindeki etkisinin tartışıldığı bir sürece girmiş durumdayız. Bu olay, yalnızca muhalefet ve iktidar arasındaki klasik gerilim hattını yeniden gündeme taşımakla kalmayıp; aynı zamanda muhalefetin stratejik yönelimini ve toplumsal meşruiyet alanlarını nasıl şekillendireceğine dair soruları da beraberinde getirmiş durumda. Erdoğan’ın Kriz Yönetim Pratiği: Krizi Bir Siyasi Araç Olarak Kurgulamak Objektif bir bakış açısıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidar pratiğini, literatürde "kriz rejimi" kavramıyla örtüşen siyaset anlayışına benzetirsek, yanlışa düşmüş olmayız. 2007 Cumhurbaşkanlığı Krizi, 17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonları ve 2019 İstanbul Seçimlerinin iptali gibi kritik olaylar, Erdoğan’ın kriz anlarını yalnızca bertaraf etmekle kalmayıp bu anları iktidar konsolidasyonunun bir aracına dönüştürdüğünü ortaya koymaktadır. Binaenaleyh mevcut cumhurbaşkanı, krizleri "istisna hallerini olağanlaştırma" stratejisiyle yönetmekte ve olağanüstü durumları rejimin sıradan işleyişine dahil eden bir siyaset üretme biçimiyle hareket etmektedir. Bu bağlamda, İmamoğlu’na yönelik gözaltı kararı, iktidarın kriz repertuarı içinde anlamlı bir yere oturmaktadır. Protestoların sokaklara taşmasıyla birlikte, Erdoğan yönetiminin klasik refleksi devreye girmiş; gösteriler “kaos” ve “istikrarsızlık” kavramlarıyla çerçevelenerek toplumsal algıda kriminalize edilmeye çalışılmıştır. Burada önemli olan, iktidarın bu protestoları “huzur” ve “güvenlik” eksenine oturtarak meşruiyet krizini baskılama eğilimidir. Toplumsal Hareketin Niteliği: Tepkisel Bir Öfke Patlaması mı, Yoksa Yapısal Bir Dalga mı? Türkiye’deki toplumsal hareketlilik, bilhassa 2013 Gezi eylemlerinden itibaren dönüşen bir karaktere bürünmüş durumdadır. İmamoğlu protestoları da bu anlamda iki temel çelişkiyi içerisinde barındırmaktadır: Hareketin kentli, orta sınıf ve gençlik odaklı bir öfke patlaması niteliği taşıması. Aynı zamanda Boğaziçi Direnişi ve son yıllardaki kadın yürüyüşleri gibi yeni kuşak sivil hareketlerin dilini ve eylem repertuarını yansıtması. Ancak bu protestoların sürdürülebilirliğinin, ekonomik sıkışma ve güvenlikçi politikalar gibi dışsal faktörler ile doğrudan bağlantılı olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. 2023 seçimleri sonrasında daha da derinleşen ekonomik kriz, sokağa çıkan kitlelerin adalet taleplerini yalnızca hukuki bir düzlemde değil, ekonomik bir düzlemde de ifade ettiklerini göstermektedir. Öte yandan Türkiye’de protesto kültürü, tarihsel olarak 1960’lardan bu yana hem öğrenci hareketleri hem de sendikal direnişler üzerinden şekillenmiştir. Günümüzde ise bu kültür daha çok kent merkezlerine, üniversite kampüslerine ve dijital medyaya taşınmış durumdadır. Binaenaleyh İmamoğlu protestoları hem siyasal hem de toplumsal bir gerilimin taşıyıcısı hüviyetine sahiptir. Ancak bu hareketin yapısal bir muhalefet dalgasına dönüşüp dönüşmeyeceği halen daha belirsizliğini korumaktadır. Karşılaştırmalı Perspektif: Latin Amerika ve Doğu Avrupa Deneyimleri Türkiye’deki bu sürecin, Latin Amerika’daki "popülist otoriterleşme" dönemlerine ya da Doğu Avrupa’daki renkli devrimler öncesindeki muhalif hareketlenmelere benzer dinamikler gösterdiğini de belirtmek gerekir. Örneğin, Viktor Orban’ın Macaristan’da uyguladığı medya kontrolü ve sivil toplum baskısı politikaları ile Erdoğan’ın güncel yaklaşımı arasında yapısal benzerlikler dikkat çekmektedir. Brezilya’da Bolsonaro döneminde de muhalefetin sokak protestoları, üniversite hareketleri ve sendikal direnişler üzerinden yeni eylem biçimlerine evirildiği gözlemlenmiştir. Ancak her iki örnekte de, protestoların politik bir dalgaya dönüşmesinde, muhalefet partilerinin bu eylemleri sahiplenme ve kurumsal kanallara entegre etme becerisi belirleyici olmuştur. CHP’nin Yön Arayışı: Kapsayıcı Siyaset ile Kurumsal Çekingenlik Arasında CHP açısından bu protestolar, parti kimliğinin ve stratejisinin sınandığı kritik bir an olarak öne çıkmaktadır. CHP, 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kapsayıcı bir dil benimseyerek özellikle genç seçmenler nezdinde ciddi bir meşruiyet artışı sağlamıştır. Ancak köklü bir parti olması hasebiyle “kurumsalcı” reflekslerinden ve devlete yakın pozisyon alış biçimlerinden de tam anlamıyla kopabilmiş değildir. CHP’nin özellikle seçim dönemlerinde “devlet aklı” ile “sokak muhalefeti” arasında sıkıştığı gözlemlenmektedir. Bu da partinin kriz anlarında ya pasif ya da ölçülü tepkiler vermesine neden olmaktadır. Ancak son dönemde özellikle gençlik kolları ve parti içindeki bazı dinamik aktörler aracılığıyla daha cesur çıkışların yapıldığına da söylememiz gerekmektedir. Ekonomik Boykot ve Alternatif Eylem Biçimleri CHP’nin bazı örgütleri aracılığıyla ekonomik boykot tartışmasını kamuoyuna taşıması, partinin klasik miting ve salon siyaseti dışında yeni eylem biçimlerine alan açtığını göstermektedir. Bu eylem türlerinin, Gezi ve Boğaziçi protestolarında olduğu gibi tüketim ve gündelik yaşam pratiklerine sirayet eden bir boyut kazanması da ihtimaller dahilindedir. Ancak bu girişimlerin henüz örgütsel derinlik ve yaygınlık açısından sınırlı kalmış durumda olduğu da unutulmamalıdır. Burada önemli olan, Türkiye muhalefetinin sivil alanı genişletme becerisi ve sokakla kurduğu ilişkiyi kurumsal kimliğine entegre edebilme kapasitesidir. Latin Amerika’daki "genel grev" deneyimlerinden ya da Doğu Avrupa’daki "demokrasi mitingleri"nden farklı olarak Türkiye’de muhalefetin bu tür eylemleri daha çok spontane ve kısa vadeli refleksler üzerinden geliştirdiği gözlemlenmektedir. Toplumsal Mobilizasyon ve Muhalefetin Geleceği İmamoğlu kriziyle başlayan süreç, Türkiye’de iktidarın kriz üretme refleksi ile muhalefetin buna karşı geliştireceği yanıtların niteliğini yeniden sorgular hale getirmiştir. Sokakta şekillenen bu enerji, bir “hareket stratejisine” dönüşme potansiyelini taşımaktadır fakat bu potansiyelin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, muhalefetin hem eylem repertuarını hem de toplumsal karşılığını nasıl yapılandıracağı ile doğrudan ilintilidir. CHP, yalnızca tepkisel değil; proaktif, yenilikçi ve toplumun geniş kesimlerini harekete geçirecek bir strateji geliştirmek zorundadır. Aksi halde protestolar, sönümlenen bir dalga olmaktan öteye geçemeyecektir. Bu dönemeç, Türkiye’de muhalefetin sokağı bir araç mı yoksa bir amaç mı olarak gördüğünü, devlet-toplum geriliminde hangi cephede ve ne tür bir dil ile konumlanacağını da tayin edecektir. CHP’nin burada alacağı pozisyon, sadece kendi geleceğini değil, Türkiye siyasetinin gelecekteki yönelimlerini de belirleyecektir. Belki de asıl sorulması gereken şudur: Türkiye muhalefeti, krizlerin ve protestoların ötesinde, kendi “dönüştürücü” kimliğini yaratabilecek mi ? CHP’nin gençlik tabanını sokağa yabancılaştırmadan, ancak kurumsal meşruiyet alanını da kaybetmeden kuracağı denge siyaseti, yalnızca kendi geleceğini değil, Türkiye siyasetinin dönüşüm sürecini de belirleyecektir. Sürecin seyri, Türkiye’de muhalefetin sokağı bir araç mı yoksa bir amaç mı olarak gördüğüne, muhalif aktörlerin devlet ve toplum arasındaki pozisyonlanmasına ve protesto siyasetinin ne kadar kurumsallaşabileceğine bağlı olarak netlik kazanacaktır.
- Filistin - İsrail - İran Üçgeni
Filistin - İsrail - İran Üçgeni Modern dünyanın temelleri ne zaman atılmıştır ? Tabii olarak konuya dair pek çok muhtelif görüş olsa da, genel itibariyle ekseriyetin 19. yüzyılın ilk yarısı ve ortalarına dair bir mutabakatta olduğunu görürüz. Her ne kadar 18. yüzyılın son dönemleri birbirine paralel olarak gelişen Endüstri Devrimi ve siyasi düşünce akımları bakımından yeni bir devrin başlangıcını teşkil etse de, bu gelişmelerin toplumların yapısında meydana getirdiği transformasyonun daha kristalize hale gelmesi ancak 19. asrın ortalarından itibaren mümkün olabilmiştir. Toplumların iç yapısında meydana gelen bu değişimler, beynelmilel münasebetleri de etkilemiş ve uluslararası ilişkilerde hakim olan unsurların işleyişinde yeni yaklaşımlar hasıl olmuştur. Söz konusu yeni politikalar arasında belki de en önemlisi ise Avrupa'nın sanayileşmiş ve endüstri üretimi çoğalmış memleketlerinin pazar ve kaynak aramak adına faaliyetlerini denizaşırı ülkelere doğru genişletmeye başlamasıdır. Kaçınılmaz bir şekilde bu süreç Türkiye ve İran'ın bulunduğu bölgeyi de etkilemiştir. Bilhassa ileri seviyede endüstrileşmiş ülkelerin bayraktarı konumundaki İngiltere'nin Afrika'dan başka Uzak doğu'ya yönelik girişimleri, mezkur coğrafyanın bir İngiliz - Rus rekabet ve çatışma alanına dönüşmesine sebebiyet vermiştir. Rusya'nın, hepimizin bildiği üzere, sıcak denizlere ulaşmak adına güneye inme çabası, batıdan doğuya doğru uzayan İngiltere ile karşılamasına neden olmuş ve bu suretle Türkiye ile İran'ın bulunduğu bölge bir kesişme noktası haline gelmiştir. Binaenaleyh beynelmilel kuvvet münasebetlerinin bu gelişimi, şartların mütemadiyen değişmesine rağmen, Türkiye ile İran arasında bugüne dek devam edecek olan bir kader birliğini ortaya çıkarmıştır. İki ülke arasındaki benzer yazgı, yalnız koşullar ile de sınırlı kalmamış ve 20. yüzyıl itibariyle her iki memleket de yabancı baskı ve müdahalesinden kendilerini kurtarıp, iç kalkınmaya ve değişime yöneldikleri zaman, çağdaşlaşmayı yürütebilecek iki önemli lidere sahip olmuşlardır: Mustafa Kemal Atatürk ve Rıza Şah Pehlevi. Atatürk ve Pehlevi zamanında gerçekleşen Türk - İran yakınlığının en önemli sonuçlarından biri de bölgesel nitelikteki barışa verdikleri önemdir. Nitekim Türkiye ile İran arasında 1937'de imzalanan Saadabad Paktı da bu durumun somut bir örneğidir. Anlaşma, Akdeniz'den ve güney - batı yönünden bölgeye yönelen tehlikelere karşı barışa korumak adına yapılması icap eden bir ittifak hüviyetindedir. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Güney asya'da Pakistan'ın yeni bir kuvvet olarak belirmesi ve aynı zamanda Türkiye ile İran'ın barış ideallerini benimsemesi ise üç devlet arasında bir barış bloğunun yani Cento'nun kurulmasına olanak tanımıştır. Orta doğu'nun son 100 yıllık tarihini incelediğimizde tabiri caizse bir siyasi istikrarsızlık tablosu ile karşı karşıya kalırız. Günümüz itibariyle bundan sonraki sürecin de soru işaretleri ile dolu olduğu ve bu soruların bazılarına bile olsa dahi cevap verme imkanının "henüz" ortaya çıkmadığı da yine, yadsınamaz bir gerçektir. Söz konusu istikrarsızlığın hasıl olmasında yatan temel sebep ise Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte bölgede oluşan power vacuum yani güç boşluğu ve muhtelif güç odaklarının bu boşluğu doldurma mücadelesidir. 1920li yılların başından itibaren devamlı bir şekilde "kaynaşma" içerisinde olan Orta doğu'nun yaşadığı "istikrarsızlığı" tam olarak kavrayabilmek adına konuyu iki ana başlık altında incelememiz gerekir: Bölge içi faktörler ve bölge dışı faktörler. Bölge Dışı Faktörler Ekseriyetin vakıf olduğu üzere 1920'den itibaren Orta Doğu'da Osmanlı İmparatorluğu'nun yerini İngiliz ve Fransız sömürgeciliği almıştır. Ancak bu gelişme, Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde ve Birinci Dünya Savaşı sırasında bölge halklarının oluşturduğu beklentilerle ters orantılı bir durumun meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Bölgenin bu çelişkisi haliyle, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz kaynaşmalara ve binaenaleyh istikrarsızlığa neden olmuştur. Mevzubahis kaynaşmaların yani geniş ölçekteki toplumsal hareketlenmelerin odak noktasını ise "bağımsızlık mücadeleleri" teşkil etmektedir. 1930'lardan itibaren, batı sömürgeciliğinin bölgede yarattığı bu çelişkiye, Mihver faktörünün yani Faşist İtalya ile Nazi Almanyası'nın da katılması, çalkantıları daha da arttırmıştır. Mihver devletleri, kaderin bir cilvesiyle baş düşmanlarından Lenin'in emperyalizm teorisinde olduğu gibi, İngiltere ve Fransa'yı sömürgeleriyle vurmak istemişler ve bir yandan bölgenin yakınlığı, diğer yandan bağımsızlık hareketlerinin yoğunluğu ve son olarak bölgenin stratejik niteliği, Mihver'i tüm gücüyle "bölgenin çelişkisini" körüklemeye sevk etmiştir. Tüm İkinci Dünya Savaşı boyunca bölge halklarının ve Arap aydınlarının Mihver devletlerini desteklemiş olmalarındaki temel motivasyon da burada yatmaktadır aslında; çünkü Arap halklarına göre bağımsızlığın gerçekleşmesi, sömürgeciliğin yıkılmasına bağlıdır. Nitekim şunu da söylememiz gerekir ki İkinci Cihan Harbi olmasaydı Orta doğu ülkelerinin "bağımsızlıklarını" kazanması epey bir zaman alacaktı. Ancak yine de savaş sonrası petrol ve Süveyş Kanalı gibi stratejik sorunlar üzerindeki sömürgecilik baskısı, Arap ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmış olmalarına rağmen, hemen ortadan kalkmamış ve bu sorunlar 1950'lerin sonuna dek, bölgeyi krizlere sürüklemekten geri kalmamıştır. Bununla beraber yukarıda bahsini geçirdiğimiz stratejik sorunlar hasıl olmasa dahi "bölgenin istikrarsızlığı" sonraki süreçte de başlıca özellik olmaya kaçınılmaz bir şekilde devam edecektir ancak '45 sonrası oyunun hüviyeti değişmiş ve Orta doğu sahnesinde iki yeni aktör ortaya çıkmıştır: Sovyet Rusya ve İsrail. 1947 yılı itibariyle İsrail devleti'nin ortaya çıkması ve bu olayın doğu-batı mücadelesine paralel olarak cereyan etmesi, Sovyet Rusya'nın da giderek bölgede dinamizm kazanmasına sebebiyet vermiştir. Tabii olarak İsrail'in kuruluşunun etkisi ve sonucu bu kadar ile kalmamıştır; çünkü İngiltere 1945'ten itibaren Filistin sorununun peşini bırakmaya karar verirken (bkz: 1917 Balfour Deklarasyonu) Amerika, tabiri caizse bayrağı İngilizlerden devralmıştır. Şüphesiz ki Amerika'nın davası Filistin değil, Yahudi davası'dır. Bu sebeple 1948 yılından itibaren Amerika'nın Orta doğu politikasının odak noktalarından biri daima İsrail'dir ve bu durum, günümüze dek Amerika'nın Orta doğu politikasının değişmez sabit faktörlerinden biri olagelmiştir. Bölge İçi Faktörler Mevzubahis saiklerin başında Arap milliyetçiliği gelmektedir. Arap milliyetçiliğinin başlangıcını, 20. yüzyılın başlarına, belki de İngiltere'nin Mısır'ı işgaline sebep olan 1881'deki Arabi Paşa Hareketi'ne kadar götürmek mümkünse de bu ideolojinin bir muharrik kuvvet yani itici güç haline gelmesi, 20. yüzyılın ortalarına tekabül eder. Diğer bir şekilde ifade etmemiz gerekirse Arap milliyetçiliğini harekete geçiren olay, 1948-49 Arap-İsrail savaşında, "bir avuç Yahudi" karşısında Arapların uğradığı ağır hezimettir. 1955'ten, Amerika ile Sovyet Rusya'nın Orta doğu'da "iş birliğine" başladığı tarih olan 1973 yılının sonuna kadarki dönemde; 1956, 1967 ve 1973'de olmak üzere İsrail ile Araplar arasında üç defa savaş çıkmış ve bu savaşlar sadece İsrail ile Arapları değil, tabii olarak doğu ve batı bloklarını da karşı karşıya getirmiştir. 1967 Arap - İsrail savaşı ve bunun milletlerarası yansımaları, Orta Doğu üzerindeki doğu - batı mücadelesinin de o dönem için en hararetli noktasını teşkil etmiştir. 1973'ten sonraki dönemde Orta Doğu'daki gerginlikler, İsrail ve Araplar arasında zaman zaman krizlerin patlak vermesine rağmen, tavsamaya ve yüksek tansiyonunu kaybetmeye başlamıştır. 1978 Eylül'ünde imzalanan İsrail - Mısır Camp David Anlaşmaları ve 1979 Mart'ındaki İsrail - Mısır Barış Antlaşması, bazı Arap ülkelerinde tepkilerle karşılanmış olsa bile, Orta Doğu'da yeni bir gelişmenin perdesini açmıştır: İsrail ve Araplar arasında bir "barışın" yapılabileceği ve hatta yapılması gerektiği gerçeği. Yom Kippur Savaşı olarak da isimlendirilen 1973 Arap - İsrail savaşı, 6 ile 25 ekim 1973 tarihleri arasında Mısır ve Suriye liderliğindeki Arap devletlerinin İsrail'e karşı başlattığı bir mücadeledir. İsrail'in, kayıplarına rağmen üstünlüğü ile sonuçlanan savaşın akabinde bölgedeki süper güçlerden batı bloğunun temsilcisi olan Amerika, ne Orta doğu'ya tek başına hakim olabileceğinin ne de münferit olarak harcayacağı enerji ile bölgeye istikrar getirebileceğinin idrakine varmıştır. Nitekim Aralık 1973 gerçekleşen Cenevre Konferansı sonrası Orta doğu'da başlayan Amerika - Sovyet iş birliği, bölgedeki istikrarsızlıkların daha yumuşak bir hüviyet kazanmasında önemli bir rol oynamıştır. Filistin - İsrail meselesi ise son 100 yüzyılda Orta doğu'da yaşanan kaosun bir tezahürü gibidir. 15 kasım 1988'de Filistin Kurtuluş Örgütü'nün başkanı Yasser Arafat tarafından Cezayir'de bağımsızlığını ilan eden Filistin devleti; aralarında Çin, Rusya, Hindistan ve Türkiye'nin de bulunduğu yüzden fazla ülke tarafından resmen tanınmaktadır. Günümüzde sadece Batı şeria ile Gazze şeridi Filistinlilerin kontrolündedir ve bu bölgeler İsrail ordusunun işgali altındadır. 1993 yılında Oslo Anlaşmaları'nın imzalanmasından bir yıl sonra, Batı şeria ve Gazze şeridi'ndeki a ve b bölgelerini yönetmek için Filistin Ulusal Otoritesi kurulmuştur. Akabinde, israil'in Gazze'den çekilmesinden iki yıl sonra yani 2007'de, bu bölge Hamas'ın idaresine geçecektir. Filistin halkı açısından devletlerinin ismi terminolojik olarak bir bütün olarak 1967'den beri İsrail'in işgal ettiği Filistin topraklarının coğrafi alanını ifade eder. Her durumda, toprak veya bölgeye yapılan atıflar Filistin devleti tarafından talep edilen toprakları işaret etmektedir. İkinci dünya savaşı sonrası bölge, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere İngiliz mandası'ndan Birleşmiş milletler'e devredilmiş ve BM tarafından Yahudi, Arap ve uluslararası Kudüs bölgeleri oluşturulmuştur. Bu bölünme, Yahudiler tarafından kabul edilirken bölgedeki Arap devletleri söz konusu düzenlemeye şiddetle karşı çıkmış ve İsrail devleti'nin kurulmasıyla 1948 yılında ilk Arap - İsrail savaşı cereyan etmiştir. Öte yandan 22 eylül 1948'de Mısır tarafında bulunan Gazze'de bir Filistin hükümeti kurulmuş ve bu hükümet, Ürdün hariç diğer Arap Birliği üyeleri tarafından tanınmıştır. Bu düzenlemeyle hasıl olan erk, Filistin'in tamamını (İsrail, Ürdün'deki Batı şeria, Gazze ve Kudüs bölgeleri) yönettiğini iddia etse de aslında sadece Gazze'nin idaresini elinde bulundurmaktadır. Nitekim İsrail, Altı Gün Savaşı sonucunda Mısır'dan Gazze ve Sina yarımadasını, Ürdün'den Batı Şeria'yı ve Suriye'den ise Golan Tepeleri'ni almıştır. İşin esasına bakılırsa, İsrail - Filistin meselesinde bütün Arap ülkelerinin tam bir görüş birliği içerisinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Bir kısım Arap ülkesi, İsrail'in haritadan tamamen silinmesini temenni ederken diğer bir kısmı ise İsrail'in varlığına pekala rıza göstermektedir. Arap ülkelerinin ekseriyetinin mutabık kaldığı konu ise İsrail'in 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiği konusudur. Yine, hemen hemen tüm Arap devletleri, bir Filistin devletinin varlığının zaruri olduğu konusunda mutabık olsalar da sorulması gereken asıl soru; Filistin devleti'nin varlığının neticeleri hakkında hepsinin aynı görüşte olup olmadığıdır. Misal bu Filistin devleti'nin sınırları hakkında hepsi aynı şeyi mi düşünmektedir ? Sonuçta bu sınırların çizimi en azından birkaç Arap devletini yakından alakadar edecektir. Nihayetinde, bağımsız bir Filistin devletinin nasıl bir dış politika takip edeceği hakkında bölgedeki diğer devletlerin bir görüş birliği söz konusu mudur ? Yoksa bu "bağımsız devleti" , her ülke kendi menfaati açısından mı değerlendirmektedir ? Şüphesiz bu sorunun cevabı; her devletin kendi çıkarları doğrultusunda yani pragmatist bir hüviyet ile hareket edeceği olacaktır ki tabii olan da budur. Binaenaleyh bir çıkar çatışmasının hasıl olması da kaçınılmaz olacaktır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Prof. Dr. Fahir Armaoğlu'dan 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi ve Larry Collins ile Dominique Lapierre'den Kudüs… Ey Kudüs adlı eserleri tavsiye ediyorum.