top of page

Arama

"" için 18 öge bulundu

  • Orta Çağ Avrupası'nın İlk İmparatoru / Şarlman

    Başkalarının hiçbir şey göremediği yerde bir fırsatı ayırt etmek dehanın niteliğidir ve insan ya Başk alarının hiçbir şey göremediği yerde bir fırsatı ayırt etmek dehanın niteliğidir ve insan ya da hükümdar olarak ayrı ayrı incelediğimizde dahi charlemagne'ın bu tanımlamaya eksiksiz bir şekilde uyduğunu görürüz. 8. yüzyılda tabiri caizse bir kaosun içinde bulunan avrupa'da zamanın dinamiklerini ustalıkla analiz etmesi, okuma yazma bilmemesine rağmen modern bir ruh ile harmanlanmış olan içgüdülere sahip olması ve tabi ki parlak zekası sayesinde hem ruhani hem de dünyevi bir hüviyete sahip olacak diriltilmiş bir roma imparatorluğu 'nun küllerinden tekrar yükselebileceğini öngören charlemagne, bu görkemli hayalinin peşinde bir insanın hayal edebileceği en heybetli ve etkileyici başarıların gerçeğe dönüşmesini sağlamıştır. bizans veyahut islam halifeliği ile kıyaslandığında elbe 'nin batısında kalan avrupa, roma'nın çöküşündeki sonraki asırlar boyunca dünya tarihinin önemsiz bir parçası olarak kalmıştır. nüfusundan geriye kalan küçük bir azınlığın yaşadığı ve romalıların geride bıraktıkları harabelerin üstüne veya arasına kurulmuş olan şehirlerin hiçbiri ne konstantinopolis 'in ne kurtuba 'nın ne bağdat 'ın ne de chang an 'ın görkemine ulaşamamıştır. nitekim atıl kalmış avrupa kentlerindeki halkın az sayıdaki ileri gelenleri de kendilerini bir bakıma kuşatılmış artıklar olarak görmektedir zira islam, onları afrika ve yakındoğu 'dan izole etmiş durumdadır. 8. yüzyıl itibariyle avrupa'nın güney kıyıları arap akınlarının ablukası altındadır ve bunun yanı sıra viking olarak da tabir edebileceğimiz nors kavimleri tahayyül ötesi bir şiddetle kuzey kıyılarına, nehir vadilerine ve adalara durup dinlenmeden akınlar düzenlemektedir. 9. yüzyıla gelindiğinde ise doğu cephesi, pagan macar ların tehdidi altındadır. binaenaleyh avrupa, ahvalin bu şekilde hasıl olduğu bir ortamda kendisini düşman ve öfkeli bir dünya karşısında yeniden şekillendirecektir. uzun bir müddet kültürünü dışarıdan temin eden avrupa toplumunun, barbarlık ve geri kalmışlığın üzerinde yükselen yeni bir uygarlığın temellerini atması ise ıslah olan ve eğitilebilen bir avuç insan sayesinde gerçekleşir. roma imparatorluğunun koruması altında kuluçkaya yatıp zaman içerisinde ekümenik bir hüviyet kazanan hıristiyanlığı merkezine alan batı uygarlığı yine de hiçbir zaman bizans 'ın ya da doğu imparatorluklarının yarattığına benzer bir politik birlik yaratamayacak, asırlar boyunca en kudretli avrupa kralları dahi savaş beyleri olmanın ötesine geçemeyeceklerdir. ortaçağ avrupası'nın merkezileşmeye evirilmesinin kökeninde ise frank mirası yatmaktadır. hayatın merkezi topraktır ve aristokrat olarak nitelendirdiğimiz sınıfın ekseriyeti, toprak sahibi olan başarılı savaşçılardan oluşmaktadır. insan toplulukları fırsatlardan ziyade mahrumiyet ile itaate meyillidir ve bunun bir sonucu olarak korunmak adına ihtiyaçları olan savaşçı bir sınıfın sancağı altında toplanmakta herhangi bir beis görmezler. böyle bir temelde sosyolojik boşluğu iyi analiz eden franklar, savaşçı kimlikleriyle bulundukları bölgede liderliğe soyunurlar ve ilk olarak günümüzde almanya 'ya tekabül eden toprakları kolonileştirmeye başlarlar. din ve devlet'in el ele yürüdüğü bir konjonktürde kiliseyi koruyarak, kökenleri merovenj hükümdarlarının sihirli güçlerine kadar giden bir "akrabalık" geleneğini de tesis eden franklar, zaman içerisinde gittikleri bu güç birliğinden pişman olacaklardır; zira hükmetmek, kişisel bir eylemdir. kilise ile paylaşılan iktidar, frankların devlet yapılarının kırılganlaşmasına ve yöntemleri ile kurumlarının işlevselliklerini kaybetmesine sebebiyet vermiştir. aynı zamanda her ne kadar clovis ile beraber bir hanedanlık kurulmuş olsa da kilisenin yönetimde söz sahibi olması, satın alınabilir kralların tahta geçmesine ve birbiriyle kavgalı aristokratların bağımsızlık hareketlerine girişmesine yol açmıştır. lakin bu durum değişmek üzeredir ... avusturya menşeili olan karolenj ler, merovenj krallarının soyundan gelen bir ailedir. yine 732 yılında almanya'yı hıristiyanlaştırmış olan aziz boniface 'ı destekleyenlerden biri olarak tours 'da arapları durduran charles martel de bu ailenin mensuplarından biridir. charles'in yardımı olmadan arapların püskürtülemeyeceğini ifade eden boniface, bu beyanı ile bir bakıma martel hanedanı'nın kilise ile olan ittifakını teyit eder. nitekim bir süre sonra martel'in ikinci oğlu olan kısa pepin , 751 yılında frank soyluları tarafından kral seçilir. artık merovenj hanedanı tasfiye edilmiştir ve bu tarihten 3 yıl sonra fransa'ya gelen papa , tıpkı samuel 'in saul ve davut 'u yağlayarak kutsaması gibi pepin'i kutsayarak onun iktidarını tasdik eder. papalığın bu şekilde bir aksiyon almasının altında yatan temel sebep, güçlü bir dosta ihtiyaç duymasıdır. konstantinopolis 'teki imparatorun varlığı pratikte batı için bir anlam ifade etmemektedir ve bunun yanı sıra bizans imparatoru, ikon kırıcılık sebebiyle dinen sapkın konumundadır. italya'da lombard tehdidi altında bulunan papa, karolenjlere yaptığı "yatırımın" bir an önce karşılığını almak istemektedir. nitekim kısa pepin, kendisine yapılan "iyiliği" karşılıksız bırakmaz ve ivedi bir şekilde italya'ya hareket ederek lombardları mağlup eder. pepin'in kadirşinaslığı bununla da sınırlı kalmaz ve 756 yılında ravenna 'yı aziz peter 'e vererek geleceğin papalık devleti 'nin kurulmasına önayak olur. bu "1100 yıl" sürecek olan maddi bir otoritenin başlangıcıdır ve papa, kendi egemenlik alanı üzerinde tıpkı dünyevi hüviyete sahip bir hükümdar gibi hareket etme imkanı bulur. yeni bir bağımsızlık temeli kazanan papalık, kendi adına para bastırmakta da zaman kaybetmez. pepin'in ölümünün ardından veraset sistemi gereği frank toprakları oğulları arasında bölünür ancak mirası ölümünden 3 yıl sonra yani 771 yılında büyük oğlu tarafından birleştirilecektir ve söz konusu oğul, 800 yılında kutsal roma imparatoru titriyle taç giyecek olan charlemagne 'den başkası değildir. karolenj hanedanının tartışmasız en büyük ismi olan şarlman, daha hayatta iken bir efsane haline dönüşecektir. aslına bakılırsa ilk bakışta geleneksel savaşçı bir frank kralı hüviyetinde olan charlemagne'yi haleflerinden ve seleflerinden ayırt eden özelliği, kendi konumuna kattığı kutsiyeti ciddiye alıyor olmasıdır. nitekim 46 yıllık uzun iktidarı boyunca vazife çıkardığı her durumu ciddiye alan, okuma yazma bilmemesine rağmen eğitim ve sanatın koruyucusu olan şarlman, sarayının görkemini ve saygınlığı mütemadiyen bilgi ile parlatmak isteyen ideal bir hükümdar hüviyetindedir. bunun yanı sıra yayılmacı kimliğinden de taviz vermeyen frankların kralı, lombardları italya'dan tamamen tasfiye ederek bölgeyi egemenliği altına alır. 30 yıl boyunca saksonlar 'ın üstüne yürüyen ve onları zorla hıristiyan yapan charlemagne; avarlar a, wendler e ve slavlar a karşı düzenlediği seferlerin bir sonucu olarak avusturya ve bohemya topraklarının da hükümdarı haline gelir. tuna nehri üzerinden bizans'a doğru bir koridor yaratan ve diğer taraftan elbe 'yi geçerek dan ların üzerine yürüyen bu dinamik adam, 9. yüzyılın ilk yıllarında artık ispanya 'ya baskı yapmaya başlamış ve pireneler'i geçerek ebro ve katalonya sahilleri boyunca iktidarını tesis etmiştir. ancak o dönemde batı avrupa'nın deniz gücünün vizigotlar 'ın elinde bulunması, akdeniz 'e açılmasına engel olmuştur. velhasıl bütün bu gelişmelerin bir sonucu olarak roma'dan beri ilk kez böylesine büyük bir hükümranlık alanı charlemagne tarafından bir araya getirilmiş olur. 800 yılının noel günü papa 3. leo tarafından kutsal roma germen imparatoru olarak taç giymesinin ardından şarlman'ın doğu roma imparatorluğu ile olan ilişkileri kaçınılmaz olarak sorunlu hale gelir. aynı unvanı taşıyan ikinci bir hükümdarın olmasının tabii bir şekilde konstantinopolis'i rahatsız edebileceğinin farkında olan charlemagne'nin imparatorluk tacını istemesinin altında yatan pek çok tali ve asli sebep vardır ancak bunlardan belki de en önemlisi kendi halkının yani frankların ve kuzeyli tebaalarının ekseriyetinin roma imparatorlarının ardılından çok geleneksel bir cermenik savaşçı kral istediğini biliyor olmasıdır. anlaşmazlığın sulh ile çözülmesinden yana olan şarlman, temsilciler aracılığı ile bizans'la bir dizi diplomatik görüşme gerçekleştirir ve nihayetinde doğu roma'nın hükümranlığının venedik , istria ve dalmaçya 'da devamlılığının sağlanması koşuluyla frank kralının imparator unvanı, "batı'da geçerli olmak üzere" tanınır. abbasi halifeliği ile de formel ilişkiler kuran şarlman'a frank kaynaklarının aktardığına göre harun reşid , dostluklarının bir nişanesi olarak üzerinde sasani iktidarının ve uygarlığının zirvesinde hüküm sürmüş olan birinci keyhüsrev 'in resmi bulunan bir kupa dahi göndermiştir. ilk bakışta hıristiyanlığın koruyucusu hüviyetindeki bir imparatorun, islam halifesi ile bu şekilde bir ilişki kurmuş olması dönemin konjonktüründe yadırganabilir gibi gözükse de olsa da bu durum aynı zamanda şarlman'ın etki alanının genişliğine emsal teşkil etmektedir. esasen konumları itibariyle franklar için tehlikeli olarak addedilebilecek olan düşman da, ispanya'daki emeviler'dir. frank sinodlarına başkanlık eden, dogmatik sorunlara jüstinyen vari otoriter bir şekilde müdahale eden ve frank ile roma kiliselerinde entegre reform yapma umudunu taşıdığı için her ikisini de aziz benedict 'in kaidelerine uymaya zorlayan charlemagne, hıristiyan bir kralın korumakla yükümlü olduğu tebaasının dini yaşantısının niteliğinden de sorumluğu olduğu yolundaki avrupa düşüncesinin de temelini atmıştır. keza o, kiliseyi piskoposlar tarafından idare edilen bir yönetim aygıtı olarak görmektedir. ağırbaşlı ve haşmetli bir savaş beyinden kudretli bir hıristiyan imparatoruna dönüşmek için büyük çaba sarf eden ve yaşadığı zaman zarfı boyunca bu anlamda çok da başarılı olan charlemagne'nin fiziksel görünümü de oldukça etkileyicidir. insanlar onun görüntüsünde krallara özgü bir ruh taşıyan, adil ve halk ozanlarının asırlar boyu şarkılarında anlattıkları kahraman bir paladin görürler. her ne kadar kendi iktidarı son derece kişisel olsa da şarlman, bölgesel mirasını geleneksel frank yöntemleri ile bırakmayı düşünmüş ve krallığını bölmeyi planlamıştır. ancak oğullarının kendisinden önce vefat etmesinden dolayı idare, en küçük oğlu olan birinci namı diğer sofu louis 'ye 814 yılında bölünmeden geçmiştir. lakin bu geçiş süreci, kaçınılmaz olanı yalnızca ertelemiştir; keza charlemagne'nin ardılları ne onun otoritesine ne de deneyimine sahiptir. nitekim mütemayil güçleri tek bir bayrak altında tutmaya muktedir olmayan haleflerin de etkisiyle bir süre sonra bölgesel bağlılıklar ortaya çıkmaya başlamış ve bir dizi bölünme ancak şarlman'ın 3 torunu arasında 843 yılında yapılan ve günümüz avrupası'nı şekillendiren sonuçlar doğuran verdun antlaşması ile toparlanmıştır. bu düzenlemenin sonucunda imparator olan lothair ren vadisi'nin batısında bulunan ve şarlman'ın başkenti aachen 'ı da içine alan frank krallığı'nın çekirdeğini oluşturan toprakları, italya krallığı'nı, alpler'in kuzeyini, birleşik provence 'i, lorraine 'i ve saone ile rhone arasındaki toprakları elde ederken; doğu'da ren bölgesinde töton ca konuşanların topraklarıyla cermen bölgesi ise alman louis 'e ait olur. son olarak da bugünkü fransa'nın toprakları kadar bir bölgeyle gaskonya , septimanya ve akitanya kel charles 'ın hükümranlığının altına verilir. charlemagne'ın iktidarına ve karolenj imparatorluğu'na dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere j.m. roberts'tan dünya tarihi, jean paul roux'dan dinlerin çarpışması ve thomas mielke'den büyük şarlman adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Şöhretin Bedeli / Pyrrhus Zaferi

    Mö 3. yüzyıldan evvel romalıların, güney italya ve sicilya 'daki (bkz: batı yunanistan ) yunanlar ile temasları esasen campania 'nın osk laşmış şehirleriyle sınırlı kalmış durumdadır. mö 295 yılında gerçekleşen ve samnit savaşları 'nın sonucunu belirleyen nihai muharebe olan sentinum savaşı 'nın ardından cumhuriyet roması, italya'daki yegane süper güç haline gelmiş ve bir kuşak içerisinde bölgedeki küçük çaplı devletlerin pek çoğunu yutmuştur. ancak başta tarentum olmak üzere en güneydeki yunan şehirleri gibi bazıları bağımsızlıklarında ısrar etmekte ve roma'nın korkunç bir kararlılığa sahip olan dinamik askeri emperyalizmine karşı göğüs germektedirler. aynı şekilde, roma'nın müttefikleri arasında yer alan kimi gönülsüz topluluklar da (campania şehirlerindeki roma yanlısı oligark lar tarafından yönetilen demokrat lar ve orta ile güney apeninler 'deki osci dili konuşan halklar gibi) özgür kalmanın peşindedirler. fakat pax romana 'ya karşı isyan edenler, roma'nın karşısına yalnız çıkamayacak kadar zayıf olduklarından, daha güçlü bir müttefik için "denizin karşı kıyısına" bakmak zorundadırlar ve aradıkları çözümü epirus 'un dağlık ve engebeli arazilerine hükmeden, bir nevi çağının iskender 'i sayılabilecek askeri bir maceraperestte bulurlar: pyrrhus ... şehir devleti sisteminin çöküşüyle birlikte tarentum, italya yarımadası'nda helenizm in ana kalesi haline gelir. şehrin sahip olduğu otlaklar, italya'daki en iyi koyun yününü üretmek ile ünlüdür ve bu yünden imal edilen kaliteli giysiler, yine, kentin idaresi altındaki sahil şeridinden elde edilen mor renge boyanmaktadır. kendi adını taşıyan körfezde, aynı zamanda iyi de bir limana sahip olan tarentum'un malları mö 4. yüzyılda adriyatik 'in her noktasında en çok talep gören ürünler arasındadır. hülasa başarılı çiftlikleri, zengin ticareti ve kapsayıcı hüviyetteki demokratik anayasa sıyla birlikte tarentum, muadillerine kıyasla istikrarlı ve güçlü bir konumdadır. bunun yanı sıra 15.000 kişilik bir orduya, italya'nın en güçlü donanmasına ve sparta ile epirus 'tan gelen bir dizi paralı askeri kullanabilecek kaynaklara da sahip olan kent, tüm bu saydıklarımızdan mütevellit kendisini roma yayılmacılığının hedefi halinde bulmuştur. nitekim yunanlar ile romulus'un kurtları arasındaki gerilim, üçüncü samnit savaşı 'nın akabinde hızla tırmanır ve her zamanki gibi ilk hamle hırslı romalılardan gelir. mö 291'de düşmanları samnitler ile müttefiklerini çevrelemek bahanesiyle tarentum'un arka bahçesi olarak da nitelenebilecek venusia 'da güçlü bir latin kolonisi kuran roma, bu tarihten hemen hemen 10 yıl sonra yani mö 282'de taranto körfezi 'ndeki bir başka yunan şehri olan thurii 'nin lucani kavmine karşı yardım isteğini geri çevirmez ve böylece bölgeye dair emellerini gerçekleştirmek adına yaptığı planlar için aradığı fırsatı bulmuş olur. tarentumlular ise bu yeni tecavüze cevap vermekte gecikmezler. önce thurii'ye yardıma gelmiş olan roma filosu yok edilir, akabinde ise şehirde bulunan küçük çaptaki roma müfrezesi bertaraf edilir. bununla da yetinmeyen tarentum, halihazırda roma tarafında thurii'de kurulmuş olan oligarşi yi devirerek yeniden demokrasiyi tesis eder. bütün bu gelişmelerin ardından roma'nın tekrardan ve daha kuvvetli bir biçimde üzerlerine geleceğinin farkında olan yunanlar için artık "denizlerin ötesindeki adamı" çağırmanın vakti gelmiştir ... geriye dönüp bakıldığında epirus kralı pyrrhus, kağıttan bir kaplan gibi gözükebilir. ancak o dönem şartlarında büyük iskender sonrası yaşanan varisler savaşları nın ürünü savaş beylerinin son kuşağına mensup olan pyrrhus, kendi çağının en iyi generallerinden biri olarak kabul edilmektedir. iskender ile birlikte savaşmış insanların hala hayatta olduğu bir dönemde, pyrrhus'un 25.000 (bazı kaynaklarda bu sayı 35.000'e kadar çıkmaktadır.) kişilik tecrübeli ordusu, pers imparatorluğu 'nu yıkan askeri kuvvet model alınarak kurulmuştur. diğer taraftan, italya'nın küçük şehir devletlerine ve dağlı kabilelerine karşı elde ettikleri bütün başarılara rağmen roma'nın lejyonları hala esas olarak bir yurttaş milis i hüviyetindedir. velhasıl tarentumlular, müttefiklerine güvenmek adına her türlü gerekçeye sahiptir ve pyrrhus, görece istikrarlı helenistik krallıklar ın çıkışıyla birlikte doğu'daki manevra alanının daralmasına mukabil, batı yunanistan'da yani italya'da yeteneklerini sergileyebileceği bir alan bulma ümidindedir. pyrrhus'un ordusu üç ana unsurdan oluşmaktadır. ilk olarak; savaş hattının merkezinde konuşlanmış olan, her biri ön saftan ileriye doğru uzatılmış çok sayıda bıçak dizisi biçiminde ve en az 4.8 metre uzunluğunda mızrak (bkz: sarissa ) taşıyan askerlerden oluşan ağır bir falanks . ikinci olarak; kanatlarda mızrak, kılıç ve kalkanlar ile donatılmış birinci sınıf zırhlara sahip ani taarruz süvarilerinden oluşan kalabalık birlikler. üçüncü olarak ise her biri bir seyis ile bir mahfe (hayvanın sırtında yay, kargı ya da uzun mızraklar ile silahlandırılmış iki veya üç kişiyi taşıyan küçük kule) taşıyan ve 20 filden oluşan bir birlik. bu yapılanmada kral, geleneksel olarak ana süvari birliğinin başında yer almakta ve savaşın zirvesinde düşman hattını yarmak üzere tayin edici saldırıya liderlik etmek adına beklemektedir. pyrrhus'un italyan yarımadası'na ayak basmasıyla birlikte tarafların ilk karşılaşması mö 280 yılında heraclea muharebesi 'nde gerçekleşir. plutarkhos 'un aktardığına göre pyrrhus, romalılar ile karşılaşmadan evvel onları amatör olarak görmektedir. ancak savaşın arifesinde muharebenin gerçekleşeceği alanı ve düşmanını gözlemlemek adına atını bir yükseltiye doğru sürdüğünde yanındaki kurmaylarına şu şekilde konuştuğu rivayet edilir: "barbarların (romalıların) bu düzeni, magacles , nitelik itibariyle hiç de barbar değil; birazdan neler yapabileceklerini göreceğiz." nitekim pyrrhus'un ilk intibası hiç de boş değildir ve "barbarlar", yunanlara karşı fevkalade bir mücadele örneği sergiler. muharebenin başlamasıyla birlikte pyrrhus'un en önemli süvari saldırısının boşa çıkması da bir olur. roma lejyonları atları püskürtür ve düşmanın merkezinde açıklık oluşmasına sebebiyet verir. bunun üzerine falanksıyla birlikte fillerinin de saldırı emrini veren pyrrhus büyük bir risk almış olur. daha önce fillere karşı savaşmamış olan romalılar afallamaya başlar ve hat düzeni bozulur. pyrrhus süvarileri fırsattan istifade ederek yeniden toparlanıp karşı saldırıya geçerler. romalıların atlılarını kolayca püskürten süvariler, roma ordusunun merkezinin bozulma emareleri göstermeye başlamasıyla beraber düşmanı kanatlardan çevrelemeye başlar ve muharebe, son kalan roma lejyonlarının da kaçışmaya başlamasıyla birlikte sona erer. antikite kaynakları kayıp rakamları hakkında farklı bilgiler vermektedir. en düşük tahmin ise 4000 yunana karşılık 7000 romalının öldüğüdür. karşılıklı zayiatın birbirine yakın olması bir tarafa, deneyimli ve profesyonel savaşçıların yerine yenilerini koymanın roma'nın yurttaş milislerine kıyasla daha zor olduğu (roma'nın olağanüstü boyutlardaki hızlı toparlanma gücünü de unutmayalım) pyrrhus adına zaferin bedeli çok ağır olmuştur. heraclea, tayin edici olmaktan uzaktır ancak yine de pyrrhus adına bir zaferdir ve muzaffer komutan, doğu yunanistan'dan gelen takviye kuvvetlerin de kendisine katılmasıyla birlikte, daha önce kelt lerin yaptığı ve daha sonra da hannibal 'in yapacağı gibi, italya'da terör estirmeye başlar. ancak roma'nın hafife alınmayacak bir rakip olduğunun farkında olan pyrrhus, ilerleyişi esnasında düşmanına pek çok kez barış teklifinde bulunur fakat talep, her defasında mağrur romalılar tarafından reddedilir. (bkz: ad victoriam ) roma'nın, mevcudiyetinin tehlikede olduğu bu dönemde ilkelerinden ödün vermemesini sağlayan isim ise senato nun yaşlı kurdu appius claudius pulcher 'dan başkası değildir: "onu (pyrrhus) geri göndermenin tek yolunun onunla dostluk kurmak olduğuna kendinizi inandırmayın; bilakis eğer pyrrhus siz yaptığı hakaretler nedeniyle cezalandırılmadan, bir de üstüne tarentumluların ve samnitlerin romalılar ile alay etmesini sağlama hediyesiyle giderse, bu, bundan sonra bu kadar aşağılandığınız için sizi hakir gören yeni istilacıları davet etmek anlamına gelir." belirsizlik ile geçen bir yılın ardından taraflar mö 279'da ausculum 'da kozlarını bir kez daha paylaşır. 2 gün süren savaşın sonunda ne yunanlar ne de romalılar galebe çalamaz. romalıların kaybı 6000 civarında iken yunanların zayiatı 3500 dolaylarındadır. ausculum savaşı, pyrrhus'a bölgede hiçbir yeni müttefik kazandırmamış ve bir de üzerine heraclea'da olduğu gibi yeri doldurulamayacak deneyimli askerlerine mal olmuştur. ordusu kazanamayacağı bir yıpratma savaşı nda eriyip gitmektedir ve ufukta romalıların teslim olmaya yaklaştıklarına dair herhangi bir işaret de gözükmemektedir. pyrrhus'un aklıselim davranmaktan başka çaresi kalmaz ve bu yüzden yunan özgürlüğünün savunuculuğu nu bir başka yerde yapmak üzere sicilya 'ya geçerek mücadeleyi kartaca lılara karşı sürdürmeye karar verir. fakat talentum'un ve diğer yunan şehir devletlerinin roma'ya karşı savaşı yalnız başlarına sürdürmeleri mümkün değildir ve pyrrhus'un sicilya'da olduğu 3 yıl boyunca romalılar tarafından büyük bir baskı altına alınırlar. nitekim sicilya'da da italya'da olduğundan fazla bir şey elde edemeyen pyrrhus, nihayetinde yunan müttefiklerin geri dön çağrılarına kulak verir ve bir kez daha roma'nın karşısına dikilir. yarımadanın ve o an farkında olunmasa dahi insanlık tarihinin kaderini belirleyen beneventum savaşı 'nda taraflar son kez kozlarını paylaşır (mö 275). taktiksel bir manevra ile roma konsüllerinin ordularını birbirinden ayırmak adına muharebeden bir gün evvel kuvvetlerini ikiye ayıran ve ana kuvvetleri ile roma kampına bir gece baskını düzenlemek isteyen pyrrhus, istediğini elde edemez. gece yürüyüşü esnasında yollarını kaybeden yunanlar, güneş beneventum'un üzerine doğduğunda kötü bir şekilde mevzilenmiş şekilde kalırlar. pyrrhus, tecrübesinin de verdiği soğukkanlılık ile askerlerini toparlar ve fillerinin yardımıyla romalıları kamplarına kadar sürer. ancak kamplarının sağladığı güven içinde yeniden tertip alan roma piyadeleri, okları ve mızraklarıyla fillere karşı tekrar taarruza geçerler. paniğe kapılan hayvanların geriye doğru bozgun halinde kaçmasıyla yunan hatları bozulur ve kargaşaya sürüklenir. savaşın kaybedildiğini anlayan pyrrhus için artık "maceranın sonu" gelmiş gibi gözükmektedir. elinde kalan birkaç bin kişilik kuvvetiyle muharebe alanından çekilen kral, kısa bir süre daha italya'da kalıp durum değerlendirmesi yapmasının akabinde memleketi epirus 'a geri döner. birkaç yıl sonra argos 'taki bir sokak çatışması esnasında yaşlı bir kadın tarafından atılan kiremidin başına isabet etmesi sonucunda hayatını kaybeden bu maceraperest adamın geride bıraktığı mirası ise insanlık tarihine düştüğü iki kelimelik nottan ibarettir: pyrrhus zaferi ... konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere mary beard'den spqr - antik roma tarihi, suetonius'tan on iki caesar'ın yaşamı, adrian goldsworthy'den roma nasıl çöktü ? / bir süper gücün ölümü ve neil faulkner'dan roma: kartalların imparatorluğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Iesus Nazarenus Rex Iudaeorum / Nasıralı İsa, Yahudilerin Kralı

    inanmak, insani bir ihtiyaçtır. binaenaleyh bu ihtiyacın bir tezahürü olarak yüzyıllar hatta binyıllar boyunca insanlık, hem belirli bir ölçüde iki doğayı/hüviyeti (insani ve ilahi) tek vücutta bir araya getiren hem gök ile yer arasında tabiri caizse bir köprü inşa eden hem de kurtarıcı niteliğine haiz şahsiyetler yaratmaktan geri kalmamıştır. insan topluluklarının düşünce sistemlerinin temeline yerleştirdikleri söz konusu simalar kimi zaman beklenen etkiyi yaratamazken, kimi zaman da istisna i başarılar elde etmişlerdir. bu başarıların en çarpıcı örneklerinden biri de etkisi günümüze kadar devam eden ve geniş kitlelerce kabul görmüş nasıralı isa'nın hikayesidir. önceden bir marangoz olan akabinde ise gezgin bir vaiz hüviyetine bürünen isa; saray yaşamından bihaber, aristokrasinin değerlerini bir köylünün ağzıyla basit ve yalın bir şekilde ifade eden, karşısındakinin zengin ya da nüfuzlu biri olduğuna aldırmayan, hitap ettiği insanlardan hürmet gören, tevazu sahibi bir kimsedir. onun ve öğretisinin evrensel nitelik kazanması, bu dünyadan göçmesinin akabinde gerçekleşecektir. isa'nın tebliğinde defaatle getirdiği gibi vaat ettiği krallık dünyevi değil, uhrevidir. ancak mensubu olduğu yahudi toplumunda kadim zamanlardan beri devam eden ve o dönemdeki roma tabiyetiyle iyice şiddetlenmiş hale gelen mesih beklentisi, nasıralı'nın mesajının insanlar tarafından farklı algılanmasına sebebiyet verecektir. yunancaya christos şeklinde çevrilen "mesih" (maşiah) kelimesi, "efendinin merhemi" anlamına gelmektedir ve sadece bu anlama bakıldığında bile yahudilerin bekledikleri mesih'e atfettikleri önem, kendini bariz bir şekilde göstermektedir. yahve , israiloğulları 'na ebedi krallık sözü vermiştir ve davut 'un soyundan gelecek olan mesih 'in onlara liderlik etmesi gerekmektedir. aslında nasıralı'nın mevzubahis kahramanlık kültü 'nün merkezinde yer alması kendi icraatları ile değil, ölümünün akabinde on iki havari 'nin içinde yer alan ve ekseriyetinin rabbani geleneğinden geldiği, kimilerinin de iznik konseyi 'nde kabul edilen ekümenik hüviyetteki incil lerin yazarlarından olduğu pavlus , yuhanna , luka gibi isimlerin faaliyetleri ile hasıl olmuştur. isa'nın vaat ettiği krallığın yeryüzündeki tezahürünün temsil ettiği kurumlara kutsiyet atfetmek ve doğmakta olan hristiyan dünyada bu kurumlara, "hak ettiği" değeri verebilmek için; iktidarın tanrıya ait olduğunu ve ondan geldiğini tüm müminlere hatırlatmak ve böylece monarşiyi kutsal bir kurum haline getirmek için yukarıda bahsini geçirdiğimiz isimler tarafından toplumun algısı manipüle edilerek bu şekilde bir yol haritası izlenmiştir. örneğin yahudilikte soyun kadınlardan tevarüsü çok eski bir gelenek olmasına rağmen incil yazarları tarafından, isa'nın "üvey babası" olan yusuf 'un kral davut 'un soyundan geldiği iddia edilmiş ve bu sayede isa'nın veraset hakkı meşru bir zemine oturtulmuştur. tabi ki beklenen mesih'e dair vuku bulması gerekenler bununla da sınır kalmaz. eğer nasıralı, insanlığı içine düştüğü çukurdan çekip çıkaracak kişi ise anlatıla gelen hikayesinde hiçbir boşluğun olmaması ve her detayın düşünülmesi gerekmektedir. bunun için de yahudilerin geleneksel anlatısından yani eski ahit 'ten faydalanılarak görece sağlam temellere oturtulmuş kahramanın yolculuğuna dair bir hikaye oluşturulur. - kralın doğumu caesar augustus , tek başına iktidara gelmesinin akabinde bütün roma dünyasında bir nüfus sayımının yapılması için bir buyruk çıkarır. bu emir üzerine isa'nın üvey babası olan yusuf da davut'un soyundan geldiği için celile 'nin nasıra kentinden, bağlı olduğu yahudiye bölgesine, davut'un kenti beytlehem 'e gider. yanında "hamile" olan "nişanlısı" meryem de vardır. bu sırada meryem'in doğum vakti gelir. handa yer bulamayan çift, bir mağara ya yerleşir ve isa'nın doğumu, peygamberlerin hayatlarında sıkça gördüğümüz bir metafor olan mağarada gerçekleşir. bu mekan; vahye, zuhura, murakabeye uygundur. (bkz: kutsal kabir mağarası ). doğumun akabinde yine peygamberler açısından bir başka önemli metafor olan çoban simgesi ortaya çıkar. mağaradan çıktıktan sonra yusuf, meryem ve isa, geceyi kırlarda çobanlar ile beraber sürüyü gözleyerek geçirir. kadim toplumlarda bilhassa mezopotamya ve çevresinde peygamber, kral gibi figürler, çobanlar ile bir tutulur. halk bir sürü ise onu güdecek olan peygamber, kral yani çobandır. nasıralı'nın doğumuyla beraber hasıl olan olaylar bunlar ile de sınırlı kalmaz. kilisenin anlatısına göre doğumundan 2 hafta sonra mazdekçi rahipler , doğunun bilgeleri, astronomlar, müneccimler diye anılan kimseler bebek isa'yı görmeye gelirler. onlara gözüken "yeni yıldızı" takip ederek kudüs 'e varmışlardır. isa'nın yıldızı, yine bir kraliyet göstergesidir. müneccimler, yeni doğanın peygamber veya mesih olduğundan şüphe etmezler ve ona hemen unvanı ile hitap ederler. bu gelişmelerin akabinde o dönemde roma tarafından atanmış olan yahudiye eyaletinin kralı olan ve tek hükümdar olabilmek adına kendi öz evladını öldüren hirodes paniğe kapılır ve beytüllahim'deki bütün "iki ve iki yaşından küçük erkek bebeklerin" öldürülmesi emrini verir. ancak tanrının, katliamdan kurtulan bebek isa için farklı planları vardır .. - çölde ayartma isa'nın çocukluğu ve gençliği ile alakalı neredeyse hiçbir şey bilinmemektedir. ancak hayatının erken dönemlerinde dikkat çeken önemli bir husus, ürdün nehri 'ndeki vaftiz hadisesidir. bu vaftiz, aslında "kahramanımızın" kamusal hayatının başladığına işaret eder ve kraliyet yetkilendirmesi ile ilişkilidir. öte yandan vaftiz günü aynı zamanda vahiy günü 'dür çünkü kutsal ruh o gün kendini göstermiş ve tanrının sesi, isa'nın ilahi nesebini ilan ederken duyulmuştur. vaftizin hemen akabinde isa, oruç tutmak için çöle inzivaya çekilir ve 40 gün burada kalır. (bkz: peygamberlik alametleri ) çölde geçirdiği zaman aralığında isa, şeytanın vesveselerine maruz kalır. kahramanımıza "hata" yaptırmayı uman şeytan, elinden geleni ardına koymaz. isa'yı alıp kudüs'e, yüksek bir dağın tepesine taşır ve önce isa'ya eğer isterse, aç olduğu için taşları ekmeğe çevirebileceğini söyler. bu öneri, doğa yasalarını çiğnemek anlamına gelmektedir ancak nasıralı oyuna gelmez. şeytan giderek tekliflerini yükseltir ve son olarak nasıralı'nın kabul etmesi takdirinde israil'e hak ettiği egemenliği ve "denizden denize" hükümranlık edecek mesih unvanını kendisine vereceğini taahhüt eder. ancak isa, şeytana ileride pontus pilatus 'a da söyleyeceği meşhur cevabını verir: benim krallığım bu dünyada değil. - göklerin krallığı yukarıda son olarak bahsini geçirdiğimiz çarpıcı olayın akabinde isa, vaaz vermek için kent kent, bölge bölge dolaşmaya başlar ve konuşmalarında defaatle tanrının krallığı ve göklerin krallığı gibi ifadelerden faydalanır. bu, yahveh adını taşıyan tanrıdan " o " diye bahseden ve bu ismi zikretmekten çekinen bir halkın, gök kelimesini kullanarak başvurduğu "edebi kelamın" bire bir aynısıdır. isa, vaazlarında belirsiz değinmeler ile söz konusu krallığın tanımlarını verir. ancak "bilerek ve isteyerek" muğlak yaptığı bu tanımlar, aslında tanrının vaat ettiği krallığın tanımlanamaz olduğunu göstermektedir. nitekim vaazlarından biri sırasında çoşkulu kalabalık onu kral olarak omuzlara kaldırmak istediğinde buna izin vermemiş ve aslında böyle yaparak yahudilerin mesih beklentilerini, onların tahayyüllerindeki gibi karşılamayacağını anlatmak istemiştir. bu olayın akabinde "dağa, tek başına inziva çekilen" isa, ertesi gün geri gelir ve halka hitaben uzun bir konuşma yapar. gökten geldiğini, "bedeninin yenmesi ve kanının içilmesi" gerektiğini söyler. lakin doğal olarak kalabalık, nasıralı'nın demek istediğini anlamaz ve yuhanna'nın kitabında da belirttiği gibi "müritlerinin çoğu ona eşlik etmeyi bırakır ve onu terk eder." isa'nın vaat ettiği krallık, yahudilerin hayallerini süsleyen dünyevi krallık değildir. nasıralı'nın vaat ettiği göklerin krallığı; "yeni insanın doğuşunu, ruhun kökten değişimini" yani metanoia 'yı talep etmektedir. bu krallıkta dünyanın mevcut halinin ilga edilmesi ve yozlaşmış olan eski dünyanın yerini "yeni bir dünyaya" bırakması gerekmektedir. (bkz: nuh tufanı ) ancak onun öğretisini anlamaya muktedir olmayanlar, ısrarla hamsin yortusu 'nda mesih'in getireceği "kurtuluş" ile tanrının krallığı'nın yeryüzünde kurulacağına dair inançlarını muhafaza etmeye etmişlerdir ... - kraliyet mucizeleri isa'nın tebliği esnasında kalabalıkları yaratan, öğretisi kadar yahudilerin onu izlemesidir. gittiği hemen her yerde birtakım mucizeler gerçekleştirir nasıralı. körlerin gözlerini açar, sağırların işitmesini sağlar. simgesel anlamlar barındıran mevzubahis mucizeler, aynı zamanda birtakım bilge dersler de ihtiva eder. incil yazarları, bir seçim yaparak "kahramanımızın" yalnızca "40 kadar mucizesini" kitaplarında aktarır. doğal düzeni yeniden tesis etmeyi hedefleyen bu mucizeler ekseriyetle hastaları sağaltma, şeytan çıkarma, ölüleri diriltme (yair'in kızı, nain'deki dulun oğlu ve meşhur lazarus ), bolluk (kana'daki düğünde suyun şaraba çevrilmesi) ve doğa üzerinde tahakküm kurması ( su üstünde yürümesi, fırtınaları yatıştırması) ile ilgilidir. - kralın kudüs'e girişi önce noel melekleri, sonra çobanlar ve müneccimler tarafından duyurulan ve isa'nın hayatı boyunca vaazlarında defaatle aktardığı "kraliyet teması" , zeytin dali pazarı 'ndan çarmıha gerildiği cumaya kadarki süreçte zirve noktasına ulaşır. onu tehdit eden tüm tehlikelere rağmen paskalya bayramı 'nı kutlamak için kudüs'e gitmeye kara veren kahramanımız, yol üstünde lazarus 'u dirilttiği beytanya 'da durur. orada akşam yemeğine davet edilir ve yemek sırasında marta'nın kardeşi meryem tarafından isa'nın ayakları hintsümbülü yağı ile meshedilir. daha önce mesih olduğu sırrını paylaştığı samiriyeli kadın 'a benzeyen meryem, bu metaforda halkı temsil etmektedir ve beytanya'daki bu meshetme ritüeli, bir kraliyet meshine işaret etmektedir. ertesi gün isa, kudüs'e bir kral gibi girecektir ... isa şehre yaklaştıkça yahudiler endişelenmeye başlar ve meseleyi konuşmak için toplanırlar. toplantıdan çıkan kararı açıklayan başkahin kayafa 'nın sözleri aslında isa'nın hikayesi'nin nasıl sonlanacağının beyanı niteliğindedir: "bütün ulusa yok olacağına, halk uğruna tek adamın ölmesi daha uygundur ..." tarihin bize öğrettiği bir şey varsa o da "kraldan" başka kimsenin kendinden olanları kurtarma umuduyla gönüllü bir şekilde kendini kurban sunmayacağı, herkesin selameti için kendi ölümüne gitmeyeceğidir. yukarıda bahsini geçirdiğimiz kayafa'nın sözleri, isa'nın çilesini tezyin eder. yani bir tür kraliyet tezyinatı ... 2 nisan 30, cumartesi günü isa'nın yolda olduğu haberi şehre yayılır. halk, onu karşılamak için çoşkuyla yola koyulur. lazarus'un dirilişi hikayesi, kulaktan kulağa yayılmış ve halk üzerinde büyük yankı uyandırmıştır. pazar sabahı beytfaci (incir evi) diye bilinen köye yaklaşınca takipçilerinden ikisine seslenerek karşıdaki köyde bulunan bir dişi eşek ile yanındaki sıpayı bulundukları yere getirmelerini ister. böylece nasıralı; yerleşik köylülerin gözünde dayanıklılığı, güvenilir adımları, ihtiyatı temsil eden, mezopotamya kültüründe tanrıların, yunan kültüründe dionysos 'un bindiği eşeğin üzerinde kudüs'e giriş yapar. onu karşılamaya çıkan kalabalık, eşeğin sırtına binmiş isa'da hacca gelmiş mütevazı bir şahsiyet değil; mesihi, kralı görür. çoşkulu halk, nasıralı'dan israil krallığı'nı yeniden tesis edeceğine dair bir beyan beklemektedir ancak beklentileri yine hayal kırıklığı ile sonuçlanacaktır ve bu hayal kırıklığı bir anlamda isa'nın ölümü esnasında halkın sessiz kalmasına sebebiyet verecektir ... - kutsal hafta zeytin dalı pazarından son akşam yemeği 'nin yendiği kutsal perşembe 'ye uzanan beş günün, krallığı tartışmaya adandığına dair iddialar mübalağalı olacaktır ancak kudüs'teki büyük monarşi nümayişinin zihinlerde kralın hiç olmadığı kadar belirgin izlerini bıraktığı izlenimine kapılmamak elde değildir. kutsal pazartesi 'de isa, üç benzetme yapmıştır. bunların ikisi, bağdaki işlerden bahseder ve krallık çağrışımıyla neticelenir. diğeri ise bir kralın, arkadaşlarını boşu boşuna davet ettiği düğün şöleni benzetmesidir. salı günü "krallığın kapısını kapatan" fakihleri ve ferisiler i hedef alan, nadiren gösterdiği bir sertlikte uzun bir konuşma yapar. etrafında dönüp durduğu iktidara gelişi meselesini dillendirir. diğer tarafta ise hirodes 'in taraftarları, caesar 'a ödenecek vergi ile meşguldür. bu sırada yahuda ise isa'yı ele vermek için bu dünyadaki muktedirler ile pazarlık halindedir ... efkaristiya ayini 'nin temelini oluşturan son akşam yemeği 'nde havarileriyle sofraya oturan isa, yemekte elindeki kupayı göstererek tarihe geçecek şu sözlerini dile getirir: "hepiniz bundan için. çünkü bu benim kanımdır, günahların bağışlanması için birçokları uğruna akıtılan anlaşma kanıdır." bu atmosferde kraliyet eşyalarında müstesna bir yere sahip olan kupanın, monarşi ile olan ilişkisini düşünmemek elde değildir ... - isa'nın mahkumiyeti nasıralı, son akşam yemeği'nin akabinde on iki havarisi'nden biri olan yahuda işkariyot 'un eşlik ettiği kolluk kuvvetleri tarafından gece yarısı tutuklanır ve kaidelere göre güneş doğmadan mahkeme etmenin yasak olmasından mütevellit başkahin kayafa'nın kayınpederi olan hanan 'ın evine götürülür. isa, burada hanan'ın sorduğu üzerine ona, yahudiye israil'in beklediği mesih olduğu cevabını verir. gün doğduğunda kahramanımız, yahudi halkının meclisi olan sanhedrin 'in huzuruna çıkarılır. meclis de onu roma valisi olan pilatus 'un huzuruna çıkarmaya karar verir. pilatus, isa'ya kendisine yönelik olan suçlamaları sorar ancak isa uzun bir süre sessiz kalmayı tercih eder. pilatus'un en çok üzerine durduğu soru; isa'nın yahudilerin kralı olup olmadığına dair olandır. yuhanna'nın ve luka'nın incillerinde aktardıkları diyaloglar çarpıcıdır: 'romalı tekrar sordu: "sen yahudilerin kralı mısın ?" isa cevap verdi: "benim krallığım bu dünyada değildir. krallığım bu dünyadan olsaydı yandaşlarım, yahudi yetkililere teslim edilmemem için savaşırlardı." pilatus anlamadı ve ısrarla tekrar sordu: "demek sen bir kralsın, öyle mi ?" isa, "kral olduğumu sen söylüyorsun." karşılığını verdi.' sorgunun akabinde mahkeme odasından çıkan pilatus, yahudilere hitaben şu açıklamayı yapar: "ben onda hiçbir suç görmüyorum." pilatus, meseleyi tiran hirodes'e tevdi etmeyi dener ancak isa, ona da tek bir kelime söylememektedir. bunun üzerine isa, tekrar pilatus'un denetimi altına verilir. isa'nın canını bağışlamaya meyilli olan pilatus, paskalya bayramı hasebiyle bir mahkumu özgürlüğüne kavuşturma geleneğine başvurmayı dener. ortada iki aday vardır: isa ve "israil'in bağımsızlığını isteyen eskinin eşkıyası şimdinin mahkumu" barabba . pilatus, halka hitaben yeniden seslenir: "sizin için kimi salıvermemi istersiniz ? barabba'yı mı yoksa mesih denen isa'yı mı ?" halktan "barabba" cevabı gelir ... hikaye olağanüstüdür. barabba kelimesi, babanın oğlu anlamına gelmektedir. aslında bu metafor üzerinden hareket edildiği takdirde geleneksel anlatıya göre barabba, yani babanın/kralın oğlu kralın yerini alabilmektedir. ancak nasıralı'nın hikayesinin uhrevi doygunluğuna ulaşabilmesi için feda edilmesi gerekmektedir. nitekim halkın cevabı karşısında çaresiz kalan ve kefaret arayışında olan pilatus, barabba'yı salı verir ve şu meşhur sözlerini söyler: "bu adamın kanından ben sorumlu değilim ..." kanlı bir feda ile kralın arındırıcı kanının, insan neslinin üzerine akması gerekmektedir. bu, isa'nın ait olduğu halk aracılığıyla tüm insanlığa doğru yayılacak bir kefaret vaftizidir ... - hakir kral aslına bakıldığında nasıralı'ya yöneltilen tek suçlama, egemenlik iddiasıdır ve böylesine görkemli bir şekilde (mesih) ilan edilmiş egemenliğin tahkir edilmesi mevcut devlet otoritesi nazarında elzemdir. binaenaleyh kahramanımızın kral olarak değil, bir suçlu olarak infaz edilmesi gerekmektedir. infazın gerçekleşeceği döneme tekabül eden saturnalia bayramı gereğince nasıralı, karnaval kralı olacaktır ve bu kutlamalarda öldürülmeden önce "monark" kılığına sokulan suçlu kimse, bir süre aşağılanarak infaz edilmektedir ... isa, çarmıha gerilmek üzere askerlere teslim edildiğinde tüm birlik etrafını kuşatır. önce elbiselerini çıkartırlar ve sonra isa'nın üzerine kızıl bir kaftan fırlatırlar. dikenli bir taç örüp başına geçirirler, sağ eline bir kamış verip, ona doğru dizlerini kırarak alaycı bir şekilde "selam ey yahudilerin kralı !" şeklinde selam verirler. bütün bu hakaretamiz sözlerin ve davranışların akabinde kahramanımız için son sahne kurulmuştur ve perde açılmayı beklemektedir ... - nasıralı isa, yahudilerin kralı / i.n.r.i isa, "soyulmuş kafatası gibi çıplak bir tepecik" anlamına gelen golgota (latince calvariıum , kafatası) tepesinde çarmıha gerilmiştir. onun çarmıhı, iki hırsızın arasına dikilmiştir ve hırsızlardan biri ona "ey isa, kendi egemenliğin geldiğinde beni an." dediğinde isa, "sana doğrusunu söyleyeyim, sen bugün benimle birlikte cennette olacaksın." yanıtını vermiştir. yazımızın başlığına adını veren yahudilerin kralı tabiri, pontius pilatus tarafından eyalet ahalisine karşı hıncını yatıştırmak ve imanını ilan etmek adına, aynı zamanda mahkumiyet sebebinin belirtilmesi gereğinin bir roma alışkanlığı olmasından mütevellit ahşap bir levha ( titulus ) üzerine kimse görmezden gelemesin diye latince, yunanca ve aramice yazılmıştır. söz konusu yazı, yahudi ahalinin itirazlarına rağmen indirilmemiş ve bir bakıma bu tabir yahudi isa'nın, kral isa'ya dönüşmesine ve tahta çıkış hikayesinin tamamlanması anlamına gelmiştir. infazın akabinde naaşın aileye verilmesi adet olmasa da pilatus, nasıralı'nın naaşını isteyen aramatyalı yusuf 'un talebini kabul etmiş ve isa, kaidelere uygun bir şekilde tepeye kazılan bir mağaraya gömülmüştür. böylece doğduğu mağaradan defnedildiği mağaraya kadar kraliyet teması, nasıralı'nın hayatı boyunca sürmüştür. isa'nın hayatına ve öğretisine dair daha fazla bilgi almak isteyenlere yuhanna ile luka incillerini ve karen armstrong'dan incil / kitab-ı mukaddes adlı eseri tavsiye ediyorum.

  • Makbul / Maktul Pargalı İbrahim Paşa

    Ege denizi kıyısında yer alan Parga köyünden bir balıkçının oğlu olan Pargalı İbrahim Paşa 'nın kökenlerine dair çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Bunlardan birine göre küçük İbrahim, Bosna Beylerbeyi İskender Paşa 'nın düzenlediği bir akın esnasında esir alınmış ve bilahare Kefe 'deki sancakbeyliği sırasında Şehzade Süleyman'a takdim edilmiştir. Bir diğer hikayede korsanlar tarafından kaçırılmış ve şehzadenin ikinci görev yeri olan Manisa 'da yaşayan dul bir kadına köle olarak satılmıştır. Venedik balyosu Pietro Zen 'in 1523 yılında hükümetine verdiği raporda ise bu iki öykünün bir karışımı karşımıza çıkmaktadır: Korsanlar tarafından ele geçirilen Pietro adındaki bir genç, İskender Paşa 'nın dul kızına satılmış ve bir zaman sonra Şehzade Süleyman, Edirne 'ye geldiğinde kadın ona "keman çalan, şarkı söyleyen ve yaşıtı olan" kölesi İbrahim'i takdim etmiştir. İlerleyen yıllarda Pargalı İbrahim, İskender Paşa'nın torunu olan Muhsine ile evlenmiş ve aile ile olan bağlarını güçlendirmiştir. Süleyman'ın Manisa'daki şehzade hanesinde içoğlan ı olarak hizmet eden İbrahim, 1520 yılında yeni padişah ile birlikte İstanbul 'a gelmiş ve sultanın şahsi hizmetlerindeki en yüksek makam olan has Odabaşı lığa getirilerek hem Süleyman'ın "gönlündeki yeri" takdis edilmiş hem de hizmetlerinden mütevellit ödüllendirilmiştir. İbrahim'in haziran 1523'te teamüllere aykırı bir biçimde, Enderun 'daki kişisel hizmet görevinden doğrudan en yüksek kamusal hizmet makamı olan veziriazam lığa yükseltilmesi ise bilhassa saray eşrafında büyük bir şaşkınlık yaratmıştır. Zira padişahın diğer vezirleri kendilerini ispatlamak suretiyle mevkilerine tedricen terfi ederek gelmiş ve binaenaleyh hükümet işlerinde onlarca yıllık tecrübe edinmişlerdir. Hulasa onlar statülerini çalışarak elde ederken, İbrahim'e makamı "bahşedilmiştir". Nitekim Süleyman'ın bu kararı, veziriazamlık için sıranın kendisinde olduğuna inanan Ahmed Paşa 'yı öylesine hiddetlendirmiştir ki, kendisine "teselli hediyesi" olarak verilen Mısır eyalet valiliği'nde ayağının tozuyla bir isyan tertiplemiş ve nihayetinde adı tarih yapraklarına Hain Ahmed olarak geçmiştir. İbrahim'in başvezirliğe yükselişi nasıl daha evvel nasıl görülmedik bir hadise ise, bu görevdeyken sahip olduğu özerklik de aynı şekilde emsalsizdir. Pietro Zen, İstanbul'daki ilk görev süresini tamamladığı haziran 1524'te Venedik Senatosu'na yeni veziriazam için "her şeyi yapıyor ve her istediği yapılıyor" şeklinde bir bildiride bulunmuştur. Padişahın At Meydanı 'nda İbrahim için inşa ettirdiği görkemli saray da (bkz: İbrahim Paşa Sarayı ), onun olağanüstü statüsünün maddi bir vurgusu niteliğindedir. Pargalı ile alakalı ilk ayrıntılı değerlendirme ise '24 raporundan iki yıl sonra, yine bir Venedik balyosu olan Bragadin tarafından gelecektir. Balyos raporunda makbul vezir için: "Küçük yüzlü, solgun, fazla uzun olmayan, zayıf ve nazik bir adam. İlk başta herkes paşadan nefret etti, ama şimdi padişahın onu ne kadar çok sevdiğini görünce onunla dost olmaya çalışıyorlar. Bunlar arasında padişahın validesi ve "gözdesi" de (bkz: Hürrem Sultan ) yer alıyor". Devam eden rapora göre veziriazam 150.000 altın duka gibi olağanüstü sayılabilecek bir yıllık gelire sahiptir: Bunun 100.000'i veziriazam, 50.000'i de Rumeli Beylerbeyliği maaşıdır. Bu servet, aynı zaman İbrahim'in kullanabileceği önemli bir kişisel himaye gücünü de beraberinde getirmiştir. Nitekim Pargalı'nın yerel cemaatlere hizmet, inşaat ustalarına ve işçilere iş imkanları sunan büyük hayır işleri arasında Mekke 'den Balkanlar 'daki şehir ve kasabalarda dek muhtelif yerlerde inşa ettirdiği irili ufaklı camiler, mektepler, tekkeler, hamamlar yer almaktadır. Öte yandan paşa, şair ve yazarların da gönüllü hamisi konumundadır. Kendisine ithaf edilmiş olan, eşanlamlı gibi görünen farsça sözcükler arasındaki farkları anlatan eser bilgi birikiminin de boyutlarını göstermektedir. İbrahim'in himaye ettikleri arasında kendi aile fertleri de yer almaktadır. Erkek kardeşlerinden ikisini saray hizmetine sokmuş, annesini ise kendi sarayına bitişik bir eve taşımıştır. Babasını da unutmayan "vefakar Pargalı", ona da Parga'da yıllık geliri 2000 dukaya tekabül eden mütevazı bir yöneticilik "ayarlamıştır". Mezkur çekirdek ailenin tamamı ihtida etmiş ve babası Yunus ismini almıştır. Objektif bir değerlendirme yaptığımızda, Süleyman'ın saltanatının ilk yıllarındaki ihtişamın mimarı şüphesiz İbrahim'dir. Tarihi vesikalardan da anladığımız kadarıyla Pargalı; teşrifattan, giyim kuşamdan ve görsel sansasyon yaratmaktan iyi anlayan bir zattır. Padişah da çocukluk arkadaşının yeteneklerinin farkındadır ki, ona gerekli araçları ve fırsatları sağlamakta herhangi bir beis görmemiştir. Yazımızda çokça atıf yaptığımızda Venedikli gözlemcilerin Süleyman'a il signor (kral), İbrahim'e ise il magnificio demesi boşuna değildir. Pargalı'nın kıyafetlerinin süsü veyahut parmaklarındaki yüzüklerin gösterişi Süleyman'ınkinden geri kalmamaktadır. Bir diğer çeken husus da İbrahim'in haziran 1524'te gerçekleşen düğünüdür. Bu hadise, Süleyman'ın saltanatının ilk büyük şenliğidir ve gelecekteki kutlamalar için emsal teşkil edecektir. Ancak mezkur düğün ile alakalı yanlış bir varsayımın düzeltilmesi zaruridir. Zira düğünün debdebesi İbrahim'in, Süleyman'ın kız kardeşi Hatice Sultan ile nişanlı olduğu faraziyesine dayandırılmıştır. Ne var ki, bu iddia birçok kez çürütülmüş ve İbrahim'in karısının, daha evvel de belirttiğimiz üzere, ünlü bir devlet adamının (bkz: İskender Paşa ) torunu olan Muhsine olduğu artık büyük ölçüde kanıtlanmıştır. Pargalı İbrahim Paşa'nın veziriazamlığı esnasında Osmanlı'nın ihtişamını büyütme çabaları, rönesans kral ile kraliçelerinin giderek daha da göz alıcı hale gelen sarayları ve dahi şahsiyetlerinden ((bkz: coğrafi keşifler ) (bkz: fiyat devrimi )) daha üstün gözükmeyi amaçlayan bir yaklaşımla sürdürülmüştür. Süleyman'ın saltanatının ilk 15 yılı, askeri dikkati açısından ekseriyetle batıya odaklıdır. Aynı şekilde, savurgan ve gösteriş dozu yüksek propaganda savaşı nın hedefinde de Avrupa bulunmaktadır. Bilindik hikayeye göre batı dünyası, Süleyman'ın 1520'de tahta çıkmasıyla birlikte rahat bir nefes almıştır; zira selefi Yavuz Sultan Selim , savaş meydanlarında kazandığı zaferler ile hıristiyan alemini, sıradaki hedefin kendileri olması korkusuyla dehşete düşürmüş durumdadır ve onun idaresinde Osmanlı savaş makinesi durdurulamaz gözükmektedir. 1517'de Memlük devleti 'ni tarumar etmesi hasebiyle Venedik tarafından Selim'i tebrik etmeye gönderilen Alvise Mocenigo 'nun, "Afrika, Avrupa ve Asya'yı hakimiyeti altına alarak dünyanın efendisi olmayı ümit ediyor" ifadeleri boşuna değildir. Madalyonun diğer yüzünde ise İbrahim, efendisinin, babasının emellerini gerçekleştirmeye kesinlikle niyetli ve muktedir olduğunu avrupalı güçlere ispat edecek doğru enstrüman hüviyetindedir. Beynelmilel siyasette hükümdarların durumunu, topraklarının yerini ve ilgili diğer tüm konuları öğrenmekten tabiri caizse zevk alan Pargalı'nın, dil becerileri ve başta Venedikliler arasında olmak üzere sahip olduğu ilişki ve casus ağı da bu ilgisine destek sağlamaktadır. Bahsi geçen Venedikliler arasında ise bir kişi bilhassa öne çıkmaktadır: A lvise Luigi Gritti ... Gritti, 1523 - 1538 yılları arasında Venedik doçu olan Andrea Gritti 'nin İstanbul'da doğan 4 oğlundan biridir. baba Gritti, Osmanlı'nın başkentinde yıllar boyunca tüccarlık ile diplomatlık yapmış ve mevzubahis 4 oğul, muhtemelen İstanbul'da tanıştığı bir ya da birden fazla aşık / cariyeden dünyaya gelmiştir. Babasının toplumsal konumuna layık bir tedrisattan geçen Alvise, Venedik ve Padova 'da okumuştur ( Padova Üniversitesi , rönesans döneminde klasik incelemelerin canlandığı en önemli merkezlerden biri konumundadır). Anlaşıldığı kadarıyla babasının gözdesi konumundaki Alvise, eğitimini tamamlamasının ardından İstanbul'a yerleşmeye karar vermiş ve burada, gerçek anlamda, göz kamaştırıcı bir portre çizmiştir. Nitekim o vakitler sarayının bulunduğu istanbul'un güzide semtinin bugünkü adı, bu sıra dışı adamın lakabından ileri gelmektedir: (bkz: Beyoğlu ) (muhtelif tarihçiler Beyoğlu isminin, Fatih Sultan Mehmet 'in Trabzon 'u almak suretiyle nihayete erdirdiği Pontus Rum İmparatorluğu 'nun hanedan üyelerinin İstanbul'a getirilmeleri ve bilahare mezkur semte yerleşip ticaret ile uğraşmaları sonucunda ortaya çıktığını iddia etmektedir). Velhasıl kozmopolit ve entelektüel 16. yüzyıl insanının en mükemmel örneklerinden biri olan Gritti, tüccarlar ile hümanist lerin ilgi odağı konumundadır ve mütemadiyen hem hristiyanlar hem de hem de müslümanlar için eğlenceler düzenlemekten geri durmamaktadır. Öte yandan Gritti, tıpkı babası gibi başka malların yanı sıra mücevher alım satımı yapan bir tüccardır ve Pargalı onu muhtemelen bu sıfatla Süleyman ile tanıştırmıştır. Ancak Alvise'in Osmanlı imparatorluğu'na asıl katkısı, diplomatik ve askeri alanda olacaktır ... Daniello de Ludovici , 1534 yılında Venedik senatosu'na sunduğu raporda; Gritti'nin, İbrahim'i, veziriazamlığa tayin edildiği esnada deneyimin olmaması hasebiyle "dünya ve devletlerin yönetimi" konusunda eğitmek suretiyle onun gözüne girdiğini ifade etmiştir. Bu süreçte Alvise, Osmanlılar ile birlikte 3 sefere katılmış ve daha da önemlisi imparatorluğun Habsburg lar ile sonu gelmez çekişme sahası olan Macaristan 'da yürüteceği politikaların mimarlarından biri olmuştur. Nihayetinde bu hayranlık uyandırıcı adam, 1534'te osmanlı için savaşırken Erdel 'de asiler tarafından öldürülmüştür. İbrahim'in, Süleyman'ın ihtişamını sergileme programı nın başlıca danışmanlarından da biri olan Gritti, bu proje için yoğun bir çaba sarf etmiştir. Örneğin; Pargalı, Venedikli zanaatkarlara padişah için dört katlı muazzam bir taç ısmarlamıştır. Burada amaç, Süleyman'ın en azılı rakibi konumundaki Habsburg hükümdarı 5. Karl'ın (bkz: Şarlken ) Roma İmparatorluğu üzerindeki hak iddiasına görsel olarak meydan okumaktır. Zira papa 7. Clementius 1530'da Bologna 'da Kutsal Roma İmparatorluğu tacını Karl'ın başına taktığı sırada kendisi de üç katlı ikonik papalık tacını giymektedir. Ne var ki 2. Mehmet, 330 yılından itibaren Roma İmparatorluğu'nun merkezi konumundaki Konstantinopolis'i fethederek Roma'nın halefi olma konusundaki kendi hak iddiasını ortaya koymuş durumdadır. Aynı şekilde, Yavuz Sultan Selim'in büyüklüğü, Doğu Akdeniz ve Mısır 'daki toprakları fethetmek suretiyle Doğu Roma İmparatorluğu'nu yeniden birleştirmeye dayanmaktadır. Şimdi de Süleyman, atalarının ele geçirdiği mezkur toprakların yegane hakimi sıfatını, kurnaz vezirinin yaptırdığı 4 katlı taç ile somut bir hale getirmiştir. Bologna'da düzenlenen gösterişli geçit törenlerine, osmanlılar, ordunun 1532'de avusturya 'ya yaptığı uzun yürüyüş boyunca Süleyman'ın tacını sergilemek suretiyle karşılık vermiş; bu esnada Sırbistan 'ın güneyindeki Niş şehrinde bulunan Habsburg elçileri, askeri geçidi bir caminin minaresinden izlemeye mecbur bırakılmışlardır. 1529 yılı itibariyle Pargalı İbrahim Paşa, imparatorluğun kamusal yüzü konumundadır: Osmanlı ordusunun serasker i, diplomasinin efendisi ve Muhteşem Süleyman imajının emprezaryosudur. Peki ne olmuştur da Pargalı'yı, "hiç yaşamamış bir şekilde" ortadan kaldırma gereksinimi ortaya çıkmıştır ? Kimi tarihçiler İbrahim'in yok oluşuna giden yolda aşırı kibrini sebep gösterirken, kimileri de Safeviler'e karşı girişilen seferde yaptığı bir dizi hatadan dem vururlar. Buna göre; İbrahim'in Serasker sıfatıyla uyguladığı yanlış taktikler doğu cephesinde savaşın uzamasına sebebiyet vermiş ve sert kış koşulları askerleri zayıf düşürerek, bir bakıma savaşmaktan soğutmuştur. Öte yandan Pargalı'nın kudretli Defterdar İskender 'i idam ettirmesi de, neticeleri itibariyle onun adına büyük zararlara yol açmıştır. Rivayete göre; Süleyman, vezirine savaş konusunda defterdarın nasihatlerinden yararlanma tavsiyesini vermiş ancak İbrahim bunun yerine, farklı açılardan rakibi olarak gördüğü İskender'i ortadan kaldırmayı tercih etmiştir. Bütün bunlara ek olarak İstanbul ahalisi de Pargalı hakkında pek de olumlu olmayan bir intibaya sahiptir. Yeniçerilerin 1525'teki isyan sırasında onun sarayını hedef almaları, bir bakıma bu durumun göstergesidir. Yine, İbrahim'in 1526'da Budapeşte kraliyet sarayından ganimet olarak alıp getirdiği bronz Herkül , Diana ve Apollon heykelleri de, toplumda kendisine karşı oluşan hoşnutsuzluğun artmasına sebebiyet vermiştir. Şair Figani 'nin halkın tepkisini dile getirdiği beyiti, ahvali özetler niteliktedir: "Dünyaya iki İbrahim geldi. Biri putları yıktı. Diğeri putları dikti.". Figani bu hakareti nedeniyle işkence görmüş ve 1532'de asılmak suretiyle idam edilmiştir. Süleyman ile İbrahim'in 1533'te Alvise Gritti'nin ikametgahına 3 saatlik bir ziyaret yapmaları da, İbrahim'in İslam inancının samimiyetine ilişkin kuşkuları yeniden alevlendirmiştir. Aslında ziyaretin bağlamı, Avusturyalı Habsburglar ile yürütülen zorlu antlaşma müzakerelerine dairdir. Sonuç olarak İbrahim'e yönelik eleştirilerin yarattığı olumsuz hava öyle bir noktaya erişmiştir ki, Süleyman'ın ondan kurtulması "zorunlu" ya da "yararlı" hale gelmiştir. Genel olarak bakıldığında (ve şahsi yakınlığı bir tarafa) Süleyman, veziriazamından memnundur. Safevilere karşı düzenlenen seferin başlangıcında onu, tek başına ordunun başına getirmiş ve askeri liderliğine duyduğu saygıyı göstermiştir. Mısır'da ve 1527'de Anadolu'da çıkan karışıklıkların bastırılmasında başarılı bir performans göstermiş olan İbrahim, öte yandan Süleyman'ın batıya karşı elde ettiği zaferlerde, farklı sıfatlarla dahi olsa, her daim ciddi katkılar sunmuştur. Ancak nihayetinde kimse vazgeçilmez değildir ve söz konusu dünyanın zirvesinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu'nun hükümdarı olduğunda, bu düşünce çok daha kolay pratiğe dökülebilmektedir. Velhasıl maktul İbrahim Paşa, 1536 yılının 14 mart'ını 15 mart'a ( Gaius Julius Caesar 'ın katledilişinin yıldönümü olması manidardır. hicri takvimde 942 yılının Ramazan ayının 22. gününün, 15 marta tekabül ettiğini, İbrahim gibi antik tarihe düşkün olan Süleyman da pekala bilmektedir) bağlayan gece Enderun'daki odasında uyurken padişahın emriyle boğularak katledilmiştir. Pargalı'nın, gözden düşen diğer paşalara hep yapıldığı gibi başkalarının önünde boynunun vurulmayıp, hanedan üyelerine uygulanan infaz yöntemi olan ip ile katledilmesi, Süleyman'ın, "en iyi arkadaşına" son bir jesti şeklinde de okunabilir. Ancak sonraki süreçte cesedinin saraydan gizlice uzaklaştırılması ve kendisine ait herhangi bir mezarının bulunmaması da şerefinin lekelendiğinin açık bir göstergesidir. Bir iddiaya göre, maktulün bedeni Tersane-i Amire 'nin arkasındaki bir zaviyenin bahçesine gömülmüş ve mezarının yerine gösteren yegane bir ağaç olduğu söylenmiştir. İbrahim'in ölümün ardından ona saygısını gösteren tek kişi ise Kumkapı 'da paşanın anısına bir cami inşa ettiren zevcesi Muhsine olacaktır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere prof. dr. Tayyib Gökbilgin'den Kanuni Sultan Süleyman, İsmail Hakkı Uzunçarşılı'dan Osmanlı Tarihi - 2. Cilt: İstanbul’un Fethinden Kanuni Sultan Süleyman’ın Ölümüne Kadar ve prof. dr. Gülru Necipoğlu'ndan 15. ve 16. Yüzyılda Topkapı Sarayı / Mimari, Tören ve İktidar adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Dünden Bugüne Türkiye'nin Orta Doğu Politikaları

    Tarihsel olarak Türkiye’nin Orta doğu bölgesine ilişkin dış politikası bu bölgeden algıladığı yoğun tehdit üzerinden şekillenmiştir. Orta doğu ülkeleri ile ilişkiler 1945’ten sonra Türk dış politikasında ikincil bir öneme sahip olmuş olsa da, 1973 Arap-İsrail Savaşı ’nın akabinde bilhassa ekonomik nedenlerle tekrardan gündemdeki yerini almaya başlamıştır. Keza 1973-74 yıllarında petrol fiyatlarındaki radikal artış ve 1980’lerde Türk ihracatçılarının yetiştirdiği tarım ürünleri ve tüketim malları için yeni pazar arayışı Türkiye’nin bölgeden yaptığı ithalatın değerini önemli ölçüde artırmıştır. Bununla birlikte Türkiye, geleneksel politikası ile uyumlu bir şekilde, bölgeye yönelik dış politikasını yürütürken oldukça temkinli bir yaklaşım benimsemiş ve bu temkinli yaklaşım Orta doğu’ya yönelik dış politikanın temellerinin şu şekilde tanımlanmasını sağlamıştır: - Bölgedeki ülkelerin iç siyasetine ve devletlerarası çatışmalara karışmama ilkesine sıkı sıkıya bağlılık - Birçok devletle ikili siyasi ilişkilerin geliştirilmesi - Batı ittifak sistemindeki rollerin, Orta doğu politikaları ile karıştırılmaması - İsrail ve Arap devletleriyle dengeli ilişkiler kurulması - İdeolojik olarak Türkiye’nin 1923’ten sonra Orta doğu’dan ayrılması büyük ölçüde bir imaj meselesidir. 1924 yılında Hilafetin kaldırılması yla birlikte Türk devleti ile İslam toplumu arasındaki bağ kopartılmış ve Türkiye Orta doğu’dan uzak durarak yeni bir ulus inşa sürecine girmiştir. Halkın hafızasına nüfuz eden ve Osmanlı geçmişi ile İslam devleti imajını reddetme anlayışına dayalı olan bu halk hafızası, Körfez Krizi ne esnasında Türkiye’nin verdiği tepkide en somut biçimini almış ve Türkiye kendisini Batı bloğu 'nun yanında konumlandırmıştır. Türkiye’nin Orta doğu ülkelerine karşı izlediği bu temkinli politika tek taraflı değildir. Ülkemizin stratejik konumu, özellikle Soğuk Savaş döneminde Nato ’nun "güney kanadı" olarak hareket etmesi, Orta doğu ülkelerinin de Türkiye’ye karşı oldukça ihtiyatlı ve şüpheci bir yaklaşım geliştirmesine sebebiyet vermiştir. Ancak bu demek değildir ki Türk dış politikası bütünüyle Orta doğu’dan uzak durmuştur. Bilakis Türkiye, 1990’lar boyunca Orta doğu’da, bilhassa Kuzey Irak ’ta aktif bir biçimde yer almış, Suriye ve İran ile yakın ilişkiler kurmak konusunda çaba sarf etmiş ve İsrail ile ilişkilerini yakın tutmuştur. Ancak 2000’li yıllara kadar bu girişimler büyük ölçüde Türkiye’nin yakın komşularıyla ve çoğunlukla güvenlik endişelerine ilişkin konularla sınırlı kalmıştır. Bu bağlamda Türkiye, Orta doğu ile ticaret ve yatırımı geliştirmenin yanı sıra 1990’da Birinci Körfez Krizi’ne de müdahil olmuş ve dönemin kritik isimlerinden olan dışişleri bakanı İsmail Cem ’in (1997-2002) öncülüğündeki koalisyon hükümetleri ekonomik ilişkileri geliştirmek, Türkiye’nin tarihi / kültürel varlıklarından yararlanmak ve komşu ülkeler ile ilişkileri geliştirmek adına yoğun çaba sarf etmiştir. Nitekim benzer bir politika, (Orta doğu ve İslam dünyası ile ilişkileri derinleştirme fikri) 1995-1996 yılında Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi 'nin kurduğu koalisyon hükümetinin başbakanı olarak görev yapan Necmettin Erbakan döneminde de izlenecektir. Ancak yine de 1990’ların geneli itibariyle Orta doğu bölgesindeki türk dış politikası ekseriyetle dengeleme ittifakları, askeri ilişkiler ile tehditler ve müdahaleler gibi güvenlik hüviyetli araçlar etrafında şekillenmiştir. Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerine ise ayrı bir parantez açmak gerekmektedir ve İkinci Dünya Savaşı öncesi ile Soğuk Savaş dönemi boyunca türk dış politikasının en sorunlu konularından birisi olagelmiştir. 1939 yılında Hatay’ın Türkiye’ye katılması ve Türkiye’nin İsrail’i tanımasıyla gerginleşen ilişkileri kötüye götüren önemli bir diğer faktör de 21 ekim 1989 tarihinde Suriye askeri uçaklarının bir sivil Türk uçağını türk semalarında düşürmesidir. Ancak bundan sonra Türkiye-Suriye ilişkilerindeki sorunlar büyük ölçüde Su sorunu ve Suriye’nin terör örgütü pkk'ya üs ve destek sağladığı iddiaları etrafında şekillenmiştir. 1992 yılında Türkiye Cumhuriyeti İçişleri bakanı İsmet Sezgin ’in şam’a yaptığı ziyarette suriye’nin pkk’yı desteklemeye devam etmeyeceği ve topraklarının saldırı amaçlı kullanılmayacağına yönelik taahhüdü sonrası ikili ilişkilerde kısa süreli bir iyileşme yaşanmıştır. İlaveten Suriye, bu ziyaret sırasında Lübnan ’daki Beka Vadisi 'nde kurulmuş olan pkk üssünü kapatacağını taahhüt etmiş ve terör örgütünün ana üssünü Musul yakınlarındaki Şengal ’e, yani, Kuzey Irak ’ın o dönemde Saddam Hüseyin rejimi tarafından kontrol edilen bir bölgesine naklettiğini bildirmiştir. Ancak kriz çözülememiş ve pkk'lıların Suriye’de konuşlanması ile sözde liderleri terörist başı Abdullah Öcalan ’ın Suriye’de saklandığına yönelik istihbarat akışları devam etmiştir. Türk siyasi karar alıcıları sıklıkla Suriye’yi Türkiye’nin çok hassas olduğu güvenlik endişeleri konusunda açık bir tavır içine girmeye davet etmiş, zamanla uyarılarını artırarak zorlayıcı diplomasi yöntemi benimsemiştir (bkz: carrot and stick ). Bilahare Öcalan’ın sınır dışı edilmesi taleplerine karşı Suriye’nin tepkisiz kalması, Türkiye’yi "caydırıcı baskı" politikasını harekete geçirmeye teşvik etmiş ve binaenaleyh Türkiye, Suriye ile üst düzey diplomatik temaslarını askıya alarak güç kullanma tehdidinde bulunmuştur. İlaveten Türkiye, siyasi duruşunun inandırıcılığını artırmak için bir miktar Türk askerini Suriye sınırına transfer etmiştir. Velhasıl Suriye tarafı geri adım atmış ve 20 ekim 1998’de Adana Mutabakatı ’nın imzalanmasıyla ilişkilerde yeni bir dönem başlamıştır. Mezkur anlaşma Türkiye-Suriye ilişkileri için bir dönüm noktası olarak nitelendirilmektedir. 22 yıllık Akp iktidarının bilhassa ikinci dönemi itibariyle ise Türkiye, yeni bir dış politika yaklaşımı benimseyerek dünya siyasetinde beynelmilel bir aktör olma rolüne bürünmek istemiştir. Bu yeni yaklaşımda batı ile ittifak eskisi gibi birincil öncelik olarak görülmemekte ve Batı’ya olduğu kadar Doğu ’ya da değer atfetmeyi gerektirmektedir. Siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirmek adına 2002 yılından bu yana komşu ülkelere yönelik Sıfır sorun (kazan-kazan) politikasını kendisine düstur edinmiş olan mevcut iktidarın izleyeceği yeni siyasetin oluşmasında en çok pay sahibi olan isimlerin başında kuşkusuz Ahmet Davutoğlu gelmektedir. Bu doğrultuda Türkiye; İran , Suriye , Sudan , Suudi Arabistan , Katar ve Rusya ile yakın ilişkiler geliştirme girişimlerinde bulunmuş ve bölgesel çatışmalarda bir enerji merkezi ve kolaylaştırıcı haline gelmeye çalışmıştır. Nitekim bu tavır değişikliği de, Türkiye’nin 90’lar boyunca benimsediği, bölgesel meselelere girmekten kaçındığı ve bölgeye güvensizlik hasebiyle çok temkinli bir yaklaşım benimsediği geleneksel yönelimden sapma olarak algılanmıştır. Ancak, yukarıda da belirttiğimiz üzere Türk dış politikasında orta doğu bölgesi yeni olmaktan uzaktır ve 2000’li yıllar itibariyle Türkiye’nin Orta doğu aktivizmi hem bölge hem de konular çapında çeşitlenmiştir. Diğer bir deyişle Türkiye’nin Orta doğu’daki müdahilliği daha kapsamlı, çok yönlü ve derin bir hal almıştır. Bu bağlamda ülkemiz bölgesel krizlerde arabuluculuk yapma konusunda gönüllü olmuş ve bölge ile ekonomik ilişkilerini derinleştirmeye ve yumuşak gücünü ön plana çıkarmaya çalışmıştır. Bir süre sonra bu aktivizm nedeniyle türkiye’nin batı yönelimli geleneksel dış politikası sorgulanmaya başlanmış ve Eksen kayması tartışmaları gündemdeki yerini almıştır. Gelişmeleri farklı bir nokta-ı nazar ile değerlendirdiğimizde Orta doğu’ya yönelik Türk dış politikasının temel dinamikleri olan Irak ’ın toprak bütünlüğünün korunması, İran ile bölgesel nüfuz konusundaki rekabet ve Filistin sorununun çözümüne ilişkin yaklaşımlarda bir devamlılığın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak "yeni dönemde" sorunların tanımlanma biçimi ve onlarla başa çıkmak için geliştirilen stratejiler tamamen farklılaşmış durumdadır. İlaveten, Akp döneminde Türkiye Orta doğu bölgesi ile daha derin bir ilişki kurmaya yönelmiş ve bölgesel liderlik hedeflemiştir. Orta doğu’daki birçok ülke ile yüksek düzeyli stratejik iş birliği konseyleri kurulmuş, vize serbestisi anlaşmaları yapılmış, yalnızca siyasi, diplomatik ve ekonomik yönlerde değil; ulaşım, enerji, su kaynakları, çevre, kültür, eğitim ve bilim konularını içeren çok geniş bir iş birliği alanı oluşturulması yönünde akitler imzalanmış ve girişimlerde bulunulmuştur. Binaenaleyh bütün bu gelişmeler hedef değişikliğinin de mevcudiyetini göstermektedir. 2010'lu yılların en önemli konu başlığı olarak nitelendirebileceğimiz olay, 2010 yılının sonunda Tunus ’ta başlayan ve Arap Baharı şeklinde adlandırılan, Arap halklarının diktatörlüklere karşı özgürlük, demokrasi ve insan hakları taleplerini dile getirdikleri ayaklanmalardır. Orta doğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki güç yapılarını alt üst eden mezkur hadiseler birçok ülkede hükümetlerin değişmesine sebebiyet vermiştir. Bu isyanların Suriye ayağı ise mart 2011’de Beşar Esad yönetimini devirip yerine Özgür Suriye Devleti 'ni kurmak isteyen muhalefetin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. İsyanların süregelmesi ile Abd ve batı bloğu muhalefeti, Rusya ise Esad rejimini desteklemiş ve Suriye yoğun bir iç savaşa sürüklenmiştir. Türkiye için Suriye iç savaşının yarattığı iki risk bulunmaktadır. Birincisi, ülkenin kontrolden çıkmasıyla bölgeden yaygınlaşan terör yapılarının yarattığı güvenlik riskidir. İkincisi ise terörden ve Esad rejiminden kaçan insanların Ürdün ile birlikte Türkiye’ye de Mülteci olarak akın etmesidir. Bu durum ilerleyen yıllarda Türkiye’nin en fazla mülteci barındıran ülke olmasına neden olmuş, göç ve mülteci meselelerini Türk dış politikasının güncel sorunlarından biri haline getirmiştir. Arap isyanlarının patlak vermesinden sonraki birkaç ay içinde Türkiye uzun süredir arzuladığı Yumuşak Güç ve Model Ülke olma idealini uygulamaya koymak için bir fırsat yakalamış ve bu nedenle aktif ve müdahaleci bir dış politika benimsemiştir. Bu politika 2012’de Tunus ve Mısır ’da yapılan seçimlerde Müslüman Kardeşler 'e bağlı partilerin seçilmesiyle başarılı olduğunu kanıtlamıştır. Ancak 2013’ten sonra yerel, bölgesel ve küresel gelişmeler Türkiye’nin bölgedeki güç projeksiyonunu önemli ölçüde engellemiştir. Türkiye’nin politika tercihini değiştirmesi ise zaman almış ve Türkiye’nin Orta doğu’da yalnızlaşmasına sebep olmuştur. Bu deneyimden sonra temkinli bir bekle ve gör yaklaşımı diğer küresel / bölgesel güçler devreye girerken Türkiye’nin yabancılaşmasına sebep olacağından Türk dış politikası karar alıcıları için uygun bir seçenek olarak görülmemiş ve sonuç olarak Türkiye, otoriter Arap devletlerinde halk taleplerinin yanında yer alan ve barışçıl demokratik değişimi destekleyen bir politika tercih etmiştir. Türkiye ile Suriye arasında Türkiye’nin Esad rejimine karşıt politika belirlemesi ile gerilen ilişkiler, 22 haziran 2012 yılında Suriye’nin Türkiye’ye ait f-4 tipi savaş uçağını düşürmesi ve daha sonra Tel-Aybad bölgesinden 3 ekim 2012 tarihinde Türkiye’nin Akçakale ilçesine atılan top mermisi sonucunda gittikçe tırmanmıştır. Türkiye’nin Suriye krizi ile ilgili olarak temel endişeleri bölgedeki istikrarsızlıktan beslenen terör örgütlerinin Türkiye’ye yönelik saldırılarını engellemek ve Suriyeli mültecilerin geri dönüşünü sağlamak için güvenli bölgeler oluşturmaktır. Nitekim bu çerçevede Türkiye, Suriye’ye yönelik dört hareket gerçekleştirmiştir: Fırat Kalkanı Harekatı (El Bab), Zeytin Dalı Harekatı (Afrin), Barış Pınarı Harekatı (Fırat’ın doğusunda Tel Abyad ile Resulayn ekseninde) ve Bahar Kalkanı Harekatı (İdlib). Konuya Dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Lenore Martin'den The Future of Turkish Foreign Policy, William Hale'den 1774’ten Günümüze Türk Dış Po litikası ve Walter Laqueur'den Orta doğu Mücadelesi: Sovyetler Birliği ve Orta Doğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Asurluların Kraliçesi / Semiramis

    Hakkında en inanılmaz öykülerin anlatıldığı, hikayelerinin çivi yazısının keşfinden başlayarak birçok yunan yazarı tarafından kuşaktan kuşağa aktarıldığı, kendisine ithafen (ya da kendisinin yaptırdığı, bu konuda bir ihtilaf söz konusudur) dünyanın yedi harikası 'ndan biri olan babil'in asma bahçeleri 'nin yaptırıldığı, icraatlarıyla tebaasının saygısını ve sevgisini kazanan ve bu duruma mütevellit ölümünün akabinde ilahlaştırılan meşhur asur kraliçesi, tanrıçası. günümüzden neredeyse 3000 yıl önce yaşamış olan semiramis'in popüler kültürde şahsına münhasır bir yer edinmiş olmasının belki de en önemli sebebi, erkek hegemonyasının hakim olduğu insanlık tarihinde çizmiş olduğu güçlü kadın profilidir. asur kralı 3. raman ninari (namı diğer ninus ), 29 yıllık başarılı hükümranlığının sonunda ölürken ve ninyas adında bir oğulları da olmasına rağmen, tahtı karısına bırakmayı tercih eder ve asur kayıtlarında ismi shammuramat olarak geçen semiramis'in iktidar serüveni bu şekilde başlamış olur. mö. 10. ve 7. yüzyıllar arasına tekabül eden yeni asur imparatorluğu dönemindeki devlet politikası, genişleme ve bölgedeki diğer siyasi erklere üstünlük kurma üzerinedir ve semiramis, kocası ninus ve onun dedesi olan shalmaneser gibi bir fatih hüviyetiyle hız kesmeden işe koyulur. ilk olarak, asur'un yüzyıllar boyunca belki de en büyük siyasi rakibi olan fakat o dönemdeki yazılı kaynaklardan takip edebildiğimiz kadarıyla bölgedeki "sürekli savaş halinden" mütevellit tarumar olmuş ve asur'un vassalı haline gelmiş babil şehri yeniden ihya edilir. surlar ve kuleler onarılır, ünlü bel tapınağı yeniden inşa edilir. semiramis'in imar çalışmaları yalnızca babil ile de sınırlı kalmaz. bölgede ticaret yapan kişilere geçiş kolaylığı sağlaması adına fırat nehri üzerine görkemli bir köprü yapılması talimatını verir alicenap kraliçe. öte yandan, imparatorluk sınırlarındaki ticareti teşvik etmek ve ticaretin güvenliğini sağlamak adına zagros 'un yedi tepesi düzleştirilir ve media 'ya doğru geniş bir yol açılır. unutmayalım ki, romalıların da dediği gibi (bkz: yol medeniyettir ). çalışkan kraliçemizin faaliyetleri bunlarla da sınırlı kalmaz. meşhur ekbatana şehrini (günümüzde hamedan ) kurar ve burada bir kraliyet sarayı yaptırır. tüneller açtırarak dağlardaki göllerden suyun kente ulaşmasını sağlar. kentin yakınına, zagros sıradağlarında dimdik yükselen üç zirveli tepenin kayalarının üzerine kendisine eşlik eden yüz muhafızı ile beraber heykelini diktirir. zaman içerisinde bu kadim şehir, pers imparatorlarından büyük iskender 'e kadar birçok önemli tarihi şahsiyete ev sahipliği yapacaktır. semiramis'in başarıları imar faaliyetleri ile sınırlı değildir. yukarıda da belirttiğimiz üzere, kraliçe savaşta da seleflerinin gerisinde kalmaz. mısır 'ı, habeşistan 'ı ve libya 'nın bir kısmını ele geçirir. hindistan 'a da bir sefer düzenlenir fakat istenilen başarı elde edilemez. indus ırmağı civarında bir hint ordusu asurlar'ı durdurur ve asur savaş makinesi geri çekilmek durumunda kalır. semiramis'in askeri ve mimari faaliyetleri kadar saray yaşamı da görkemlidir. imparatorluğun dört bir yanından başkente akan zenginlik, kraliçenin dillere destan güzelliği ile birleşince ortaya ölümünün akabinde uhrevi bir hüviyet kazanacak olan "tanrıça semiramis" profilini çıkarır. zaman içerisinde kraliçenin görkemli iktidarı, tahttaki hakkının gasp edildiğini düşünen ve geri planda kalmaktan bunalan oğlu ninyas tarafından hoşnutsuzluk ile karşılanmaya başlar ve ninyas, iktidarı ele geçirmek için annesine karşı bir komplo girişiminde bulunmaya karar verir. bunu öğrenen kraliçe, gençliğinde kahinlerin kendisine söylediği bir kehaneti anımsar: "oğlu, kendisine karşı ayaklandığında semiramis ölümsüzler arasına girecek ve kutsal güçlere sahip olacaktır." kehanete itimat eden ve vadesinin dolduğuna kanaat getiren kraliçe, tahtı oğlu ninyas 'a sulh ile devreder ve tüm soyluların ve generallerin oğluna sadakat yemini etmesini ister. devir töreninin tamamlanması ile beraber semiramis bir güvercin e dönüşür ve saraydan uçup gider. bu olayın akabinde semiramis, asurlar tarafından tanrıça ilan edilir ve asur tanrılarının panteonundaki yerini alır. dönüştüğü güvercin ise kutsal bir kuş olarak kabul edilir ve özellikle asur sanatında kendine müstesna bir yer edinir. semiramis'a dair öykülere ve söylencelere asurların çivi yazılı kitabelerinden değil, ardılları olan medlerin ve perslerin anlatılarından ulaşırız. daha sonra onlardan bu bilgileri edinen ve kendilerince yorumlayıp yayan medeniyet ise yunanlardır. tarihsel kayıtlardan ziyade folklora dayanan "güvercin-kadın" semiramis öyküsü, asur tanrılarının insan şekline bürünerek dünyaya gelişini temsil eder. asur dilindeki adı "güvercin" anlamına gelen shammuramat olan semiramis, muhtemelen "savaş ve aşk tanrıçası" olarak ikili (düalist) bir yapıya sahip olan arbelalı iştar ile ninovalı iştar 'ın bir tezahürü olarak tanrıça iştar 'ı simgelemektedir. kesin olarak bildiğimiz şey ise semiramis'in yani shammuramat'ın, kral 3. raman-nirari'nin yani 3. shamshi-raman'ın eşi ve asurlara ait olan dikilitaşlardaki yazıtlarda adı geçen "tek asur kraliçesi" olduğudur. kalah (nemrut) yöneticisinin tanrı nebo 'ya adadığı iki heykelin kaidesinde "asur kralı raman-ninari'nin ve eşi shammuramat'ın koruyucusu" ibaresi yer alır. babil kökenli bir prenses olduğu da rivayet edilen semiramis'in "doğuya" özgü geleneklere aykırı olarak isminin bir heykel kaidesinde bulunması bile başlı başına "sıra dışı bir karakter" olduğuna delalettir. semiramis'e dair muhtelif anlatıların belki de en güzel örneği, "tarihin babası" olarak da nitelendirebileceğimiz herodotus 'a aittir. işte onun anlatısıyla semiramis'in öyküsü: "çok eski zamanlarda asya'da krallar vardı ama bunların hiçbir önemli icraatı olmadı, haklarında hiçbir şey yazılmadı ta ki ortaya kahraman bir savaşçı olan asurlu ninus çıkıncaya kadar. ninus sağda solda birçok zaferler kazandı ve geniş bir imparatorluk kurdu. denize kadar tüm küçük asya, ermenistan ve media onun egemenliği altına girdi. sonra şahane bir başkent kurarak ona kendi ismi olan ninus adını verdi, bu, ninova kentiydi. onnes ya da oannes adında çok güvendiği bir generali, onun da tüm kadınların en güzeli olan "semiramis" adında bir eşi vardı. aslında bu kadın sıradan bir ölümlü değildi. o suriye'nin balık tanrıçası derketo 'nun kızıydı ve annesinin ascalon 'daki tapınağından pek uzak olmayan bir kayalıkta çobanlar onu buluncaya kadar "güvercinler" tarafından yetiştirilmişti. çobanlar onu kralın sürülerine bakan baş çoban simmas'a götürdüleri o da semiramis'e kendi kızı gibi baktı. bir gün general onnes ona rastladı. kızı görüp de hayran kalmamak imkansızdı. onnes kıza aşık oldu ve onunla evlendi. genç kadın güzel olduğu kadar akılllı ve cesurdu ve bir keresinde kendi yetenekleriyle kocasının ve kral ninus'un uzun süredir kendilerine karşı direnen güçlü bir kaleyi almalarına yardımcı oldu. kral bir anda onun güzelliğine kapıldı ve onu onnes'in elinden aldı. bunun üzerine büyük bir kedere kapılan general hayatına son verdi. semiramis, ninus'un kraliçesi oldu ve kral son ana kadar onu sevmeye devam etti. 52 yıllık hükümdarlığının sonunda imparatorluğu oğlu ninyas'a değil karısına bıraktı." semiramis'e dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere zenaide ragozin'den asurlar ve herodotus'tan tarih adlı eserleri tavsiye ediyorum.

WhatsApp Image 2025-03-09 at 14.24.12.jpeg

Beni Tanıyın

Hukuk, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi ve tarih alanlarında eğitim almış biri olarak, analitik düşünceyi ve disiplinler arası bakış açısını ön planda tutuyorum. Akademik yolculuğuma Bilgi Üniversitesi'nde hukuk...

 

Devamını oku

 

Bültenimize Abone Olun

Telif Hakkı © 2025 Umur Özer - Tüm Hakları Saklıdır.

bottom of page