top of page

Arama

"" için 18 öge bulundu

  • Kudüs'ün Zalim ve İhtişamlı Hükümdarı / Hirodes

    Hayat isteklerimizi, dalında olgunlaşıp koparılmayı bekleyen bir meyve misali kolaylıkla avucumuzun içine sunmaz. Bilakis evvela tohumu ekmeni, akabinde o tohumun büyüyüp olgunlaşabilmesi için onunla ilgilenmeni ve ona emek vermeni ister. Nihayetinde gerçekten sebat ettiysen ve çabanda samimi isen o meyveyi dalından koparabilecek kadar şanslı olabilirsin; çünkü insan, kendi kaderinin efendisidir ve şans daima çaba sarf eden cesur kimselerin yanındadır. "fortis fortuna adiuvat" Mö 47'de İsa'nın doğduğu rivayet edilen kadim topraklarda yani Galile 'de büyük hırslara ve ideallere sahip bir genç, tarihe adını kazıyabilmek için bedeli her ne olursa olsun inisiyatifi eline almaya karar verdi. Bu adam, ileride Yahudilerin kralı olacak olan Herod'dan başkası değildi ... Yahudi kökenlere sahip olduğu tartışmalı olan ve Aşkelon 'da yaşayıp sonradan özgürlüğünü kazandığı rivayet edilen Edromitli bir kölenin oğlu olarak mö 74/73'te günümüzdeki ismiyle Kudüs 'te dünyaya gelen Herod'un muhtelif kaynaklara göre annesinin Yahudi olmadığı (Yahudilikte soy, anne üzerinden devam eder) ve kendisinin de sonradan Musevi olduğu iddia edilmektedir. Ancak Herod, Roma İmparatorluğu tarafından Yahudiye eyaletine kral olarak "atanmasının" akabinde her iktidar sahibinin yapacağı gibi meşruiyetini sağlam bir zemine oturtmak ve yönetme yetkisinin kendisine "tanrı" tarafından bahşedildiğini gösterebilmek adına resmi tarih yazımında soyunu peygamber İshak 'ın büyük oğlu Esav 'ın soyundan, varlıklı ve zengin bir Edomlu aileye dayandırır. Bu düzenlemeye göre annesi olduğunu iddia ettiği Cypros , Nabata 'daki Petra şehrinden Yahudi bir prensestir. Antik Yunanlar ın Helenistik kültürünün ziyadesiyle etkisi altında olan Hirodes'in, saltanatından evvel adını duyurması ise yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere mö 47'de Galile'de çıkan bir isyanı babası Antipater 'in desteğiyle acımasızca bastırması ile gerçekleşir. Bölgede kontrolü sağlamasının akabinde babasının Roma 'daki nüfuzunu kullanarak Galile'ye vali olarak atanan Hirodes çok geçmeden kendisini yolsuzluk ve rüşvet iddiaları hasebiyle, üyeleri haham lardan teşkil bir din mahkemesi olan Sanhedrin 'in karşısında bulur. Mahkeme salonuna tepeden tırnağa silahlı adamlarıyla iştirak eden ve bu sayede Sanhedrin'in gözünü korkutmayı başaran Hirodes, beraatına yönelik kararın "pamuk ipliğine bağlı" olduğuna kanaat getirir ve şürekasını da yanına alarak yine Roma imparatorluğu'nun idaresi altındaki Suriye 'ye kaçar. Olayların yatışmasını beklerken bir yandan da Suriye'deki Romalı yöneticilerin gözüne girmek için elinden geleni yapmayı da ihmal etmeyen bu kurnaz ve gözü kara adam, aradığı fırsatı Julius Caesar 'ın suikasta kurban gittiği haberinin bölgeye ulaşmasıyla bulur. Hirodes, Roma'daki kanlı iktidar mücadelesinin başlangıcında Caesar'ın katillerinden olan Cassius 'un ve onun yardakçısı Brutus 'ün tarafını tutsa da rüzgarın yön değiştirdiğini anladığı andan itibaren Marcus Antonius 'u ve daha sonra Augustus adını alacak olan Caesar'ın evlatlığı Octavius 'u desteklemeye başlar. Nitekim verdiği bu destek ve ikna kabiliyeti sayesinde ikinci triumvirlik döneminde (Antonius, Octavius ve Lepidus) iktidardan hem mali hem de askeri olarak büyük yardımlar almayı başarır ve mö 37'de uzun süredir kuşatma altında tuttuğu Yeruşalim 'i, Partlar ın desteklediği Antigonus 'un elinden alarak krallığını ilan eder. Saltanatının başlamasıyla beraber gerçekleştirdiği ilk icraat ise, kendisini 10 yıl önce idam ettirmek isteyen Sanhedrin kurumunu yok etmek olur ve bu doğrultuda ölüm fermanını hazırlayıp onu tarih sahnesinden silmek isteyen mahkeme üyelerinden kırk altısını idam ettirir. Roma, kendi kontrolü altında olduğu müddetçe Hirodes'in Yahuda Krallığı 'nı yönetmesinden hoşnuttur ve her daim sorunlu bir eyaletin görece bir istikrar ve makul sayılabilecek bir sükunete kavuşmuş olmasından mütevellit onun birtakım "kapris" ve "taleplerine" hoşgörü ile yaklaşır. Hirodes, Romalılar ile bir anlaşma yapar ve Yahudilerin Roma'nın devlet dinini benimsemesinden muaf tutulmasını sağlar. Romalıların fethettikleri bir halka karşı böyle bir hak tanıması sıra dışı ve nadir rastlanan bir olaydır; çünkü imparatorluğun hemen her yanında devlet ile din ayrılmaz bir bütünün iki eş parçasıdır ve her ne kadar Romalılar panteonlarına, hakim oldukları coğrafyalardaki muhtelif kadim tanrıları katmakta pek zorluk çıkarıyor olmasa da kendi amentülerinin de (bkz: Mitraizm ) tebaaları tarafından benimsenmesini ve tanrılarına saygı duyulmasını beklemektedir. Hirodes, kral olduktan sonra hüküm sürdüğü topraklarda ve tebaası üzerinde Roma'nın da desteğiyle tam bir yasal ve dini denetim tesis eder. Zaman kaybetmeden "gerçek bir doğu hükümdarı gibi" hareket edip, Yahudi hanedanından bir prenses ile ( Hasmonea hanedanından Mariamne ile) evlenerek konumunu güçlendirmeye girişir. Kendisinden önce ve sonra gelen pek çok benzeri gibi Hirodes de saltanatı esnasında büyük çaplı bir imar çalışması başlatır (bunların birçoğu günümüze dek ulaşmıştır). Örneğin; Kudüs'teki Tapınak Tepesi 'nin kuzeybatısında kalan kale onun eseridir. Kaderin bir cilvesi olarak bir zaman sonra bu kale, Roma Valisi Pontius Pilatus 'un İsa 'yı yargılamasına da ev sahipliği yapacaktır. Herodium 'daki meşhur kale ve Masada dağları nın tepesindeki kale/saray da (yıkıntıları da olsa) yine günümüze kadar ulaşan ve Hirodes'in imzasını taşıyan diğer yapılardır. Sadece "bina dikmek ile" sınırlı kalmayan Hirodes, bir liman kenti olan Caesarea 'yı da inşa ettirir. Şehrin isim babası ise tabii olarak Hirodes'in velinimeti imparator Augustus 'tan başkası değildir. Mevzubahis kent zaman içerisinde Akdeniz kıyısındaki en gelişmiş liman haline gelir ve Yahuda'nın ticaret kapasitesini arttırarak hem halk için istihdam yaratır hem de tebaanın refahının artmasında önemli bir rol oynar. Bunun yanı sıra Hebron'daki Kral Mezarları 'nın ıslahı için de bir çalışma başlatan Hirodes; mozoleyi, kule ve burçlarla süsleyerek devasa bir yapıya dönüştürür. Ancak uygulamaya giriştiği projeler arasında en iddialısı Kudüs'teki tapınağın (bkz: Süleyman Tapınağı ) yeniden inşasıdır. Hirodes'i bu denli büyük bir projeye yönlendiren motivasyonun imanı mı yoksa kendi gücü ve zenginliğini simgeleyen ölümsüz bir eser bırakmak istemesi midir bilinmez ancak kralın her halükarda söz konusu proje ile tebaasının sevgisini ve minnetini garanti altına almış olacağı kesindir. Tapınağın yeniden inşası sıradan bir kamu projesi değildir ve sadece Tapınak Tepesi 'nin çevresindeki duvarların yapılması için 10.000 işçi ve 1000 rahibin neredeyse 10 yıl çalışması gerekmiştir. Günümüzde bu duvardan geriye yalnızca batı duvarı kalmıştır (bkz: Ağlama Duvarı ). Tapınak Tepesi çok geniş bir alanı kapsamaktadır ve o dönemde Hz. Süleyman 'ın zamanındaki halinden çok daha büyüktür. Mö 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu 'nun sınırları içerisinde yaklaşık olarak beş milyon Yahudi yaşamını idame ettirmektedir ve söz konusu alan yılda 3 kez ( çadır bayramı , hamursuz bayramı ve haftalar bayramı ) Kudüs'e hacı olmaya ve ibadet etmeye gelen çok büyük kitlelerin akınına uğramaktadır. Binaenaleyh hiçbir masraftan kaçınılmaz ve tapınak beyaz ve mavi mermerler kullanılarak savurganca inşa edilir. Tapınağın kubbesi ise altın ile süslenmiştir ve zamanın Romalı tarihçisi Josephus 'un bize aktardığına göre tapınak, güneşli bir havada bakılamayacak kadar göz kamaştırıcıdır. Hirodes, kimilerine göre despotça güçlere sahip bir tirandır belki ancak aynı zamanda cesur bir asker olmasının yanı sıra, becerikli bir idareci ve yetenekli de bir diplomattır. Pragmatist olmasının yanı sıra dindar Yahudileri gücendirmemeye özen gösterecek kadar da akıllı ve iş bilir bir hüviyete sahiptir. Örneğin; herhangi bir putperestlik suçlamasının hedefi olmamak adına bastırdığı paraların üzerine kendi portresi de dahil olmak üzere hiçbir bir insan resmi koymamıştır. Ancak buna rağmen velinimetinin takdirini kazanmak adına yaptırdığı muhteşem tapınağın girişine kocaman bir Roma kartalı diktirmeyi de ihmal etmez. Nitekim bu jest, dindar Yahudilerin öfkelenmesine sebebiyet verir ve bir zaman sonra birkaç genç Yahudi, gece vakti tapınağa gizlice girerek Roma kartalını paramparça eder. Yakalanmalarının akabinde bu genç adamların cezası ise Hirodes'in gözü önünde canlı canlı yakılmak olacaktır. İlk eşi Mariamne 'yi idam ettirmesinden sonra (karısını zina suçlayan Hirodes, mahkemede karısının annesini ve kız kardeşini Mariamne'nin aleyhine şahitlik yapmaları için zorlamıştır) 10 kez daha evlenen Hirodes'in nikahlı ya da nikahsız eşlerinden pek çok çocuğu olur. Mö 17'de Mariamne'den olan iki büyük oğlu, tahsil için gittikleri Roma'dan geri döner. Onlar döndüğünde ise Hirodes'in sarayı çoktan bir entrika yuvasına dönüşmüştür. Annelerinin idamından dolayı babalarıyla sürekli bir çatışma halinde olan ve onun otoritesine karşı çıkan bu iki oğul, bir zaman sonra Hirodes'in emriyle tutuklanır ve anneleriyle aynı kaderi paylaşmak zorunda bırakılır. Varislerinin ölümüyle beraber Hirodes, gayrimeşru çocuğu olan ve merhum babasının ismini taşıyan Antipater 'i veliaht ilan eder. Ancak paranoyalarında sınır tanımayan Hirodes, çok geçmeden bu oğlunun da kendisine karşı bir komplo hazırlığı içerisinde olduğu hissine kapılır ve kendisi Eriha'da ölüm döşeğindeyken oğlunun infazını gerçekleştirilmesi için tereddüt etmez. Hirodes'in aile dramasını öğrenen Augustus 'un dahi "Hirodes'in oğlu olmaktansa domuzu olmak daha iyi" dediği rivayet edilmektedir. Mö 4'te mart aynının sonu ya da nisan ayının başında kronik böbrek yetmezliğine bağlı Fournier Kangreni 'nden dolayı yaşama gözlerini yuman Hirodes'in 33 yıllık iktidarının ardından hükmettiği topraklar Tetrarşi ile idare edilmiş ve vasiyeti gereğince krallığı, oğullarından Archelaus , Hirodes Antipa ve 1. Hirodes Filip arasında bölünmüştür. Hirodes'in yaşamına ve icraatlarına dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Robert Winston'dan Tanrının Öyküsü ve Paul Johnson'dan Yahudi Tarihi adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Roma Barışı / Pax Romana

    Yunanların uygarlığa katkısı, temelinde zihinsel ve ruhsaldır. Roma'nın etkisi ise yapısal ve pratiktir; özü de imparatorluğun kendisine tekabül etmektedir. O güne dek Büyük İskender de dahil olmak üzer e kimse imparator titrini kullanmadığı halde, imparatorluk yönetimi bir kişinin olağanüstü yetenekleri sayesinde yaratılmış ve tesis edilmiştir. Bu zatı muhterem ise Gaius Julius Caesar 'ın yeğeni ve varisi olan Octavius 'tan başkası değildir. Bilahare kendisine Caesar Augustus unvanı verilecek, bir çağ onun adıyla anılacak ve adı, refah ile bolluğun sıfatı haline gelecektir. Zaman zaman Roma imparatorluğu'nu karakterize eden her şeyin; şehir içinde sürekli konuşlandırılmış ilk askeri güç olan Praetorian muhafızlarından, bekarların vergilendirmesine kadar cem'an onun tarafından icat edilmiş olduğunu düşünenler dahi çıkmıştır. Bu izlenimin nedenlerinden bir tanesi, belki de tek ve asli sebebi, kendisinin bir halk ile ilişkiler ustası olmasıdır. Ondan bize diğer tüm roma imparatorlarının bıraktığından daha fazla "malzeme" kalmış olması ise bunun göstergelerinden yalnızca biridir. Sezar olmasına rağmen Octavius, kıdemce aşağı bir koldan gelmektedir. 18 yaşına girdiğinde Jül 'den kendisine; aristokratik ilişkiler, çok büyük bir servet ve askeri destek miras kalmıştır. Bir süre, Sezar'ın sadık destekçilerinden Marcus Antonius ile iş birliği yapmış ve büyük diktatörü katletmiş olan gruba karşı bir dizi şiddetli saldırı düzenlemiştir. Marcus Antonius'un zaferler kazanmak üzere doğu 'ya hareket etmesi, burada başarısız olması ve Sezar'ın bir süre metresi olmuş olan Kleopatra 'yla evlenmesi gibi gelişmeler ise Octavius'un önünde yeni fırsat kapılarının açılmasına sebebiyet vermiştir. Antonius'un prokonsül unvanı ve cebinde oryantal monarşi hamiline dönerek yaratacağı tehdide karşı genç Octavius, cumhuriyet adına savaşmayı tercih etmiştir. Nitekim Actium 'da elde ettiği zaferi (mö 31) Antonius ve Kleopatra'nın efsaneleşmiş intiharları izlemiş, Mısır 'da Ptolemaios krallığı son bulmuş ve burası, Roma'nın bir eyaleti olmak üzere ilhak edilmiştir. Aynı zamanda yukarıda bahsini geçirdiğimiz bütün bu gelişmeler, iç savaş ın da sonu anlamına gelmiştir. Octavius nihayetinde vatanına dönmüş ve konsül olmuştur. Artık bütün kartlar onun elindedir ancak o, insanlığın en kadim öğretmeni olan zaman ın kendisine öğrettiği şekilde bunlarla oynamayacak kadar tedbirli ve akıllıdır. Elindeki kartları bir kenara bırakır ve muhaliflerinin kendi gücünü tanımlarını bekler. Mö 27'ye gelindiğinde ise hakları elinden alınmış, iç savaşla güçsüzleşmiş cumhuriyetçilerden oluşan senato nun desteğiyle cumhuriyeti restore etmeye girişir ve kurumların biçimsel yanını dikkatle koruyarak kendi üstünlüğünü kabul ettirir. Cumhuriyetçi bir görüntünün ardında, büyük dayısının kurduğu iktidarın bir benzerini tesis eder. Buna göre Octavius, sınır eyaletlerindeki birliklerin komutanı olan İmperator 'dur. Ancak halihazırda lejyonların büyük bir kısmı da mezkur bölgelerde bulunmaktadır. Kendisinin ve Sezar'ın komutası altında çarpışmış olan eski askerler emekli olup yurda döndüklerinde küçük mülk sahipleri olarak yerleşik bir hayat geçerler. Binaenaleyh tekmili Octavius'a büyük bir minnet borcu taşımaktadır. Octavius'un konsüllüğü her yıl yeniden uzatılır ve mö 27'de kendisine onurlu Augustus unvanı verilir. Ancak Roma'da kendisine resmen ve ekseriyetle aile adıyla hitap edilmiş ve "Birinci Yurttaş" anlamına gelen Princeps unvanıyla tanımlanmıştır. Yıllar geçtikçe Augustus'un gücü artmaya devam etmiş ve senato ona resmen Roma yönetimi altında bulunan eyaletlerin işlerini düzenleme hakkını vermiştir. Tribunus yetkisinin de kendisine verilmesiyle birlikte Augustus, bu hakkı Dignitas çerçevesi içerisinde yeniden biçimlendirerek iktidarını daha da pekiştirmiştir. Mö 23'te konsüllük görevinden istifa ettikten sonra ise statüsünü göstermesi açısından senato tarafından seçilen iki konsülün arasına oturmayı tercih edecektir. Nihayetinde mö 12'de büyük dayısının da taşımış olduğu, resmi dinin en yüksek ruhani kişiliği anlamına gelen Pontifex Maximus sıfatını alır. Genel seçim ve senato seçimleri gibi cumhuriyet kurumları korunuyor gibi gözükse de artık bütün ipler, tam anlamıyla Augustus'un ellerindedir. Bu üstünlüğün maskelediği politik gerçeklik, durumlarını Sezarlara borçlu olan egemen sınıf mensupları üzerinde kurulmuş olan hakimiyete dayanarak yükselmektedir. Ancak yine de mevzubahis "yeni seçkinlerin" eskiden olduğu gibi davranmalarına izin verilmez. Augustus'un tabiri caizse hayırlı despotizmi, ordu ile eyalet yönetimlerini itaatkar ve maaş alan ellere teslim ederek yeniden düzenlemiştir. Aynı şekilde, cumhuriyetçi geleneklerin ve bayramların bilinçli olarak yaşatılmasının bu oyunda önemli rolleri vardır. Zira Augustuçu yönetim, ahlaki dirilişe ve Antik Roma'nın faziletlerine bilhassa vurgu yapar. Resmi politika haline gelmiş olan bu katılık ve ahlakçılığa, Augustus dönemine damgasını vurmuş olan barış ve Romalı mimarlar ile mühendislerin yarattığı büyük anıtsal yapılar da eklenince mezkur dönemin bu denli öne çıkması şaşırtıcı değildir. Nitekim Augustus da ölümünün akabinde tıpkı büyük dayısı gibi tanrılaştırılır. (ms 14) Augustus, halefi olarak ailesine mensup birinin tahta çıkmasını istemiştir. Her ne kadar cumhuriyete biçimsel olarak saygılı olsa da Roma, fiiliyatta artık bir monarşidir. Bu durum, Augustus'un kendi ailesinden 4 kişiyi varis olarak göstermiş olmasında ifade bulur. Augustus'un genetik olarak sahip olduğu tek evlat bir kızdır ve binaenaleyh kendisinden sonra kızının 3 kocasından biri olan, evlat edindiği üvey oğlu Tiberius iktidara gelir. Kendi soyundan gelen son hükümdar ise 68'de ölen Neron olacaktır. Klasik dünyanın hükümdarları genellikle kolay hayatlar yaşamamışlardır. Örneğin; Roma imparatorlarından bazıları, saray koridorlarının köşelerine aynalar yerleştirmişler ve böylece arkalarından herhangi bir suikastçının gelip gelmediğini anlamaya çalışmışlardır. Yine, Tiberius da dahil olmak üzere Augustus'un ardından gelen 5 imparatorun eceliyle ölüp ölmediği ise şaibeli bir konudur. Bu gerçek, Augustus'un mirasını paylaşanların zaaflarını göstermek açısından bir hayli önem taşır.Aaynı şekilde, senatonun en yüksek yöneticiyi atayabileceğine dair zayıf da olsa kimi umutlar taşınmaktadır fakat bu temenniler boşa çıkacak ve iktidarın temeli daima askeri olacaktır. Eğer merkezde herhangi bir kafa karışıklığı veyahut karar zafiyeti hasıl olursa noktayı mütemadiyen askerler koyacaktır. Nitekim imparatorluğu sarsan iç savaş patlak verdiğinde olan da budur. İç savaş, ms 69 yılında dört imparator döneminde başlar ve bu mücadelede aristokrat olmaktan çok uzak bir aileden gelen, centurio nun oğlu Vespasian sivrilir. Artık en üst yönetici sıfatı, büyük Romalı ailelerin tekelinden çıkmış durumdadır ... Vespasian'ın en küçük oğlu ms 96'da öldürülünce mezkur ailenin bir hanedana dönüşmesi de engellenmiş olur. Vespa'nın varisi ise yaş bir senatör olan Nerva olacaktır. Nerva, soydan gelen hanedan devamlılığını kırarak veraset sorununu çözmüş olur ve bunun yerine Augustus tarafından başlatılmış olan "evlat edinmeyi" kurumlaştırır. Bu gelişme, Dört İyi İmparator döneminin başlamasına da vesile olacaktır: Trajan , Hadrianus , Antonius Pius ve Marcus Aurelius . Mevzubahis imparatorlar neredeyse 100 yıl boyunca Roma'yı başarıyla yönetirler. Aynı şekilde, bu periyoda (üç tanesinin adı olan) Antoniuslar Çağı da denilecektir. Söz konusu hükümdarların tamamı eyalet kökenli ailelerden gelmektedirler. Varlıkları bir dereceye kadar imparatorluğun; kozmopolit bir gerçeklik olduğunu, Post Helenistik batı dünyasının genel çerçevesini oluşturduğunu ve yalnızca İtalya doğumlu olanların tekelinde olmadığını da kanıtlamaktadır. Evlat edinme; ordu, eyalet ve senatonun onaylayacağı adayların bulunmasını kolaylaştırmıştır ancak bu altın çağ, imparatorun oğullarından birinin yani Marcus Aurelius'un oğlu olan Commodus 'un tahta çıkışıyla birlikte son bulur. Commodus ms 192'de yılında öldürülür ve ertesi yıl, ms 69 yılında yaşanmış bir olay tekrarlanır; her biri kendi ordusu tarafından desteklenen dört imparatorun taht mücadelesi hadisesi ... İç savaşın nihayetinde başlarında afrikalı bir generalin bulunduğu İlirya ordusu galebe çalar. Sonraki imparatorların da askerlerin adayı olması ile birlikte imparatorluğu karanlık günlerin beklediğini idrak edebilmek için müneccim olmaya gerek yoktur. 4 iyi imparator döneminde Roma, Augustus'un hükmettiğinden çok daha geniş bir alanda hakimiyet tesis etmiştir. Kuzeyde vakti zamanında Caesar , İngiltere ve Almanya'ya keşif kolları göndermiştir ancak Galya 'yı, Manş denizi ve Ren nehri ile sınırlamıştır. Augustus döneminde ise Almanya'ya ve güneyden de Tuna 'ya kadar baskı kurulmuştur. Nihayetinde Tuna, imparatorluğun doğal sınırı haline gelmiş, Ren'in ötesine yapılan akınlar da pek bir başarı elde edilememiş ve Elbe sınırı da Augustus'un umduğu kadar istikrar kazanamamıştır. Hatta ms 9 yılında Armanius 'un komutası altındaki Töton kabilelerinin 3 roma lejyonunu yok etmesi (bkz: Teutoburg Savaşı ), Romalıların kendilerine olan güvenlerine sarsacak ve büyük bir şaşkınlığa yol açacaktır. Aynı şekilde mezkur kayıplar, bilhassa manevi açıdan asla telafi edilememiş, lejyonların yok edilmesi öylesine uğursuz kabul edilmiştir ki; isimleri bir daha asla ordu listelerinde yer almamıştır. Suetonius 'ın aktardığına göre Augustus bu haberi duyduktan sonra elbiselerini yırtmış ve aylarca saçlarını kestirmeyi reddetmiştir. daha sonraki yıllarda Augustus'un zaman zaman " Quinctilius Varus , lejyonlarımı bana geri ver!" şeklinde feryat ettiği de muhtelif kaynaklarca aktarılmaktadır. Velhasıl bunun dışında her yerde Roma'nın üstünlüğü giderek artmıştır. Ms 43 yılında Claudius , İngiltere 'nin fethini başlatır. Bu sefer, kuzeyde etkili bir sınır oluşturacak olan Hadrianus Duvarı 'nın yapımına dek takribi 40 yıl sürecektir. Ms 42 yılında Moritanya , eyalet olur. Doğu'da ise Trajanus , daha sonra Romanya ismiyle anılacak olan Daçya 'yı fetheder ancak bu gelişme aynı zamanda Asya 'da 150 yıl kadar sürecek uzun bir kavganın da fitilini ateşleyecektir ... Roma, Part ülkesiyle ilk kez mö 92 yılında Sulla 'nın ordusu buraya sefer yapıp Fırat 'ı geçtiğinde karşılaşmıştır. Roma orduları 30 yıl sonra Ermenistan 'a doğru ilerlemeye başlayan dek taraflar arasında herhangi bir kayda değer anlaşmazlık söz konusu olmaz. İki büyük etki alanı, mezkur bölgede ilk kez kafa kafaya geldiğinde ise Gnaeus Pompeius Magnus sınır anlaşmazlığına düşen Ermenistan ile Part kralları arasında arabuluculuk görevini üstlenerek büyümeye gebe olan olayları yatıştırır. Daha sonra ise yani mö 54'te Crassus , Fırat'ı geçerek Partlar üzerine bir sefer düzenler. Birkaç hafta içinde Crassus, oğluyla birlikte (rivayete göre yenilginin akabinde Partlar tarafından ağızlarına sıvı altın dökülmüştür) ölür ve 40.000 kişilik roma ordusu yok edilir. Bu, Roma tarihinin en büyük askeri facialarından biridir. Asya 'da hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde güçlü bir devlet daha vardır ve Roma'nın bunu anlayabilmesi için binlerce askerinin ölmesi gerekmiştir. Part ordusu zamanının en iyi okçularına sahiptir ve bunun yanı sıra süvarileriyle rekabet edebilmek neredeyse mümkün değildir. Aynı şekilde, hem kendileri hem atları zırh kuşanmış olan Part askerleri, savaşta fevkalade mahirdirler ve muhteşem atlarının ünü, çok uzak diyarlardaki Çin de dahi kıskançlık uyandırmaktadır. Bu olayın akabinde Fırat'taki doğu sınırı bir asır kadar sakin kalır ancak Partlar, kendilerini bir türlü Roma'ya sevdiremezler. Doğruyu söylemek gerekirse böyle bir niyetleri de yoktur. İç savaş sırasında politikaya mütemadiyen burunlarını sokarlar, Suriye 'de Roma'ya asla rahat vermezler ve Filistinli Yahudiler arasındaki huzursuzluğu her daim körüklerler. Yine, Marcus Antonius onlara karşı başlattığı seferde canını zor kurtarmış olmasına rağmen merhum Crassus ile aynı kaderi paylaşmış ve 35.000 askerini yitirerek, onuru yaralanmış bir şekilde Ermenistan'a çekilmek durumunda kalmıştır. Ms 20'ye gelindiğinde ise Augustus, Crassus'un koymuş olduğu roma standartlarını tekrar sağlayacak ve onur meseleleri nedeniyle Partlara saldırmanın gereksizliğini ortaya koyarak kenara çekilecektir. Ancak taraflar arasındaki savaş ihtimali hep baki kalır. Bunun ise iki nedeni vardır: Birincisi her iki gücün de Ermenistan ile ilgili hassasiyetleri, ikincisi ise Partların hanedanlık politikalarının istikrarsızlığıdır. Trajanus iktidarında Roma, Partların başkenti Ctesiphon 'u fethetmeyi başarır ve onları Basra körfezi 'ne dek sürer. Ancak ardılı olan Hadrianus , bilgece bir tutumla selefinin aldığı yerleri Partlara iade eder. Romalılar, yeni tebaalarının da kendilerini barbar akınlarından ve iç karışıklıklardan koruyan imparatorluğun sağladığı Pax romana 'dan faydalanmasıyla övünmektedirler. Bu iddiayı nitelendirirken Roma'ya karşı direnen pek çok halkın, bu barışın bedelini kanlı bir şekilde ödediğini de unutmamak gerekir. Lakin nihayetinde imparatorluk sınırları içerisinde eşi benzeri görülmemiş bir düzen ve barış hüküm sürmektedir. Roma barışı, muhtelif yerlerdeki yerleşim modellerini; doğuda yeni şehirlerin kurulmuş olmasına ve Sezar'ın askerlerinin Galya'da yeni koloniler oluşturmasına benzer bir şekilde değiştirmiştir. Barışın, zaman içinde çok daha uzun vadeli sonuçları olduğu da görülecektir. Cermenik kavimleri ayıran Ren sınırın benimsenmesi, Avrupa tarihi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. Bu arada birçok yerde olaylar yatıştıkça, yerli ileri gelenler kademe kademe romalılaştırılmıştır. Bu kişiler, asıl amacı lejyonlara hareket kabiliyeti sağlamak olan yeni yollar sayesinde çok hızlanmış olan iletişimden mütevellit kolayca yayılan ortak bir uygarlığı paylaşmaya teşvik edilmişlerdir. Napolyon 'un Paris'ten Roma'ya gönderdiği kuryeler dahi ms 1. yüzyılda yaşamış imparatorların habercilerinin hızına yetişememişlerdir. (bkz: yol medeniyettir ) Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda ise imparatorluğun çok büyük bir alana yayılmasından dolayı yönetimin çözmek zorunda olduğu sorunların, daha önce Helenler 'ın veyahut Persler in karşılaşıp çözmüş olduğu problemlere benzemediğini görürüz. İmparatorluğun devasa yapısı, son derece karmaşık ve dikkati çekecek ölçüde kapsamlı bir bürokrasiyi de beraberinde getirmiş durumdadır. Roma'nın geleneksel anlayışında bürokrasi, gayet sınırlı amaçlar konularak kontrol edilmektedir ve bu amaçların hepsi de sonuç olarak malidir. Roma yönetimi, vergiler düzenli gönderildiği takdirde yerel adetlere göre sürdürülen idarelere karışmamaktadır. Bu hoşgörü, bir zaman sonra barbarların Roma'yı yani uygarlığı benimsemesine de zemin hazırlamıştır. Ancak sınırların genişledikçe yeni bir düzenleme ihtiyacı kaçınılmaz hale gelir ve idari reform, Augustus ile başlar. Halihazırda senato, bir yıllık sürelerle pek çok atama yapmaktadır ancak eyaletlerde imparator adına yetki kullanan legati ler, hükümdarın isteğine göre atanmaktadırlar. Bu konuyla ilgili tüm kayıtlar, idarenin imparatorluk döneminde cumhuriyetin son yıllarındaki çürümeye kıyasla dikkat çekici bir ilerleme kaydettiğini göstermektedir. Roma'nın imparatorluğa has idari yapısı, pers İmparatorluğu'nun satraplık sistemine nazaran çok daha merkezi ve entegredir. İmparatorluk yönetimi altındaki hakları teşvik eden şey bir vaat tir. Önce cumhuriyet daha sonra da imparatorluk, tebaalarına giderek artan oranlarda vatandaşlık hakkı vaat ederek genişlemiştir. Vatandaşlık, önemli bir ayrıcalıktır ve birçok şeyin yanı sıra yeni ahit bize, bir vatandaşın yerel mahkemelerden roma imparatoruna kadar bütün kurumlara başvurma hakkı olduğunu hatırlamaktadır. Yerel olarak ileri gelenlerin sadakati karşılığında vatandaşlık hakkı verilmesinin akabinde asırlar geçtikçe giderek artan sayıda Romalı olmayan kişi senatoda ve Roma'da görülecektir. Nihayetinde ise ms 212'de vatandaşlık, imparatorluğun tüm özgür tebaalarına tanıdığı bir hak haline gelecektir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Mary Beard'den SPQR - Antik Roma Tarihi, Suetonius'tan On İki Caesar'ın yaşamı, Adrian Goldsworthy'den Roma Nasıl Çöktü ? / Bir Süper Gücün Ölümü ve Neil Faulkner'dan Roma: Kartalların İmparatorluğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Bir Orta Çağ Serüveni / İkinci Haçlı Seferi

    Outremer'deki Hristiyan devletleri Birinci Haçlı Seferi sonrası, Müslüman komşuları olan Mısır'daki Fatımiler ile Suriye ve Irak'ta kontrolü elinde bulunduran Selçuklu Türkleri arasında yaşanan ihtilaflar hasebiyle neredeyse yarım yüzyıl boyunca "güven içerisinde" varlıklarını sürdürmüşlerdir. Zaman zaman Franklar ile Müslümanlar arasında muhtelif çatışmalar yaşansa da bunlar küçük meselelerdir ve genel itibariyle bölgedeki Hristiyan varlığını tehdit etmemektedir. Hatta mezkur Müslüman beyler, ihtiyaç duydukları takdirde "ortak düşmanlarına" karşı Outremer ile ittifak kurmakta da herhangi bir beis görmemişlerdir. Söz konusu "ortak düşman" mefhumunu en iyi karşılayan isim ise şüphesiz, 1127 yılında Bağdat'taki Abbâsî Halifeliği adına kendisini Kuzey Irak'ta bulunan Musul'a Atabey olarak atayan Selçuklu Türkü Imadüddin Zengi'den başkası değildir. Onun, 1144 yılında ilk kurulan Haçlı devleti olan Edessa Kontluğu'nu (bkz: Urfa) Hristiyanlardan geri alması, Arap vakanüvisler tarafından Franklara karşı Doğu'da gerçekleştirilecek olan cihadın miladı olarak kabul edilmektedir. Aynı şekilde, Urfa'nın düşüşü batıda yarattığı etki bakımından, iki Avrupa kralının önderliğinde denizden ve karadan gerçekleştirilmiş İkinci Haçlı Seferi'nin altında yatan asli motivasyon kaynağı olarak da nitelendirilmektedir. Aslına bakılırsa Hristiyan dünyası başlangıçta, Edessa'nın kaybına tepki vermekte ağır davranmış ve bunun üzerine Papa Üçüncü Eugenius 1145 sonbaharında Yedinci Louis'ye bir mektup yazarak kraldan, kutsal toprakların müdafaası için yeni bir Haçlı Seferi düzenlemesini talep etmiştir. O dönemde 25 yaşında olan ve çevresi tarafından aceleci, zayıf ve açgözlü olarak nitelendirilen Fransa Kralı, Roma'nın söz konusu talebi üzerine Noel arifesinde baronlarını toplantıya çağırmış ve haçı alacağını beyan ederek onlardan da aynı şeyi yapmalarını beklediğini ifade etmiştir. Ancak kısa bir zaman önce Louis, vasallarından Champagne Kontu'nun topraklarını ele geçirdiği için baronların tepkisini çekmiş durumdadır ve binaenaleyh onlardan beklediği olumlu geri dönüşü alamamıştır. Yine de feodal beyler, konunun tekrar istişare edilebilmesi adına 1146 yılının Paskalyasında Burgonya'daki Vézelay'da toplanmayı kabul etmişlerdir. Durumun kritik olduğunun farkında olan Louis, vakit kaybetmeden dönemin popüler bir figürü olan meşhur vaiz ve Tapınak Şövalyeleri'nin sözcüsü hüviyetindeki Bernard de Clairvaux ile iletişime geçmiş ve onu, Vézelay'daki bir sonraki toplantıda vaaz vermesi adına ikna etmiştir. Bernard, faaliyetleri sayesinde sahip olduğu "Papaların ve Kralların Dostu" kimliği bir tarafa (Papa Üçüncü Eugenius, Bernard'ın kurucusu olduğu Clairvaux'da keşişlik yapmış ve aynı zamanda Fransa Kralının kardeşi de kısa bir süre önce söz konusu manastırda Süsteryenlere katılmıştır) aynı zamanda çileciliği, inancı ve belagati sayesinde çağının görece en etkileyici ruhani figürü haline gelmiştir. Nitekim onun Vézelay'da vaaz vereceği duyulduğunda, tıpkı Papa Urbanus'un Clermont'ta Birinci Haçlı Seferi için çağrıda bulunduğu esnada olduğu gibi, Fransa'nın dört bir yanından insanlar bölgeye akın etmiş ve oluşan kalabalık, vaazın yapılacağı katedrale sığmadığından dolayı şehrin dışındaki tarlalara platformlar kurulmuştur. Nihayetinde vaaz o kadar etkili olmuştur ki; Bernard, kalabalığın Deus Vult haykırışları arasında haçı almak için öne çıkanlara kendi cübbesinden yırttığı şeritleri vermek durumunda kalmıştır. Mezkur kimselerin başında da Kral Louis ve baronları gelmektedir. Nitekim çoğu da İlk Haçlıların oğulları veya torunlarıdır. Bernard ise birkaç gün sonra Papa'ya yazdığı mektubunda yaşadığı deneyimi şu şekilde ifade etmiştir: "Siz emrettiniz; ben itaat ettim. Ağzımı açtım, konuştum ve bir anda sonsuz sayıda Haçlı çıktı. Köyler ve kasabalar artık terk edilmiş durumda. Her yedi kadına karşılık bir erkek bile bulamazsınız. Her yerde kocaları hala hayatta olan dul kadınlar görürsünüz." Bernard'ın mesajı, Fransa ile de sınırlı kalmamıştır. Dinamik vaiz, Vézelay'den sonra Fransa'nın kuzeyindeki Flanders'e gitmiş ve buradan da İngiltere halkına hitaben bir mektup yayınlamıştır: "Ülkenizin genç ve dinç erkekler bakımından zengin olduğu biliniyor. Dünya onlara övgülerle dolu ve cesaretlerinin ünü herkesin dilinde. Bu fırsatı kaçırmayın. Haçı sizler de alın. Pişman bir yürek ile itiraf ettiğiniz tüm günahlarınız için hemen bağışlanacaksınız. Bedeli hiç de pahalı değil, eğer alçakgönüllülük ile takarsınız karşılığının Cennetin Krallığı olduğunu göreceksiniz." Bilahare Haçlı Seferi haberleri Almanya'ya kadar ulaşmış ve mevzubahis çağrı talihsiz bir biçimde, cahil halk kitleleri tarafından Ren Nehri boyunca ikamet eden Yahudilere karşı girişilen pogromlara yol açmıştır. Bernard, bu kıyımın önüne geçebilmek adına ivedi bir şekilde bölgeye intikal etmiş ve itidal çağrısında bulunmuştur. Yine, halkın duygularını kontrol etmek ve yönlendirmek adına Almanya'nın gönülsüz Kralı Üçüncü Konrad'a da haçı alması için bizzat çağrıda bulunmakta herhangi bir beis görmeyen Clairvaux'lu, bu girişiminde de başarı olmuş ve Konrad, 1146'nın Noel'inde kutsal toprakları müdafaa etmek için doğuya gideceğini ilan etmiştir. Ertesi yılın bahar aylarında ise Papa Eugenius, Kastilya Kralı 7. Alfonso'nun İspanya'daki Müslümanlara karşı giriştiği seferi kutsamak suretiyle bu teşebbüsü de bir Haçlı Seferi olarak kabul etmiş ve 1147'nin sonbaharında Kuzey Avrupa'dan gelen bir Haçlı filosu, Portekizlilerin Lizbon'u Arapların elinden almasına yardım etmiştir. Hulasa İkinci Haçlı Seferi, büyük ölçüde Bernard'ın enerjisi sayesinde ivedi bir biçimde hem Doğu hem Batı'da İslam güçlerine karşı beynelmilel bir sefer hüviyetine bürünmüştür. Tapınak Şövalyeleri'nin Haçlı Seferindeki Rolü Tapınak Şövalyeleri'nin kuruluşlarından itibaren giderek artan önemi, 27 Nisan 1147'de 7. Louis ve Papa 3. Eugenius'un İkinci Haçlı Seferi'nin planlarını görüşmek üzere, tarikatın Avrupa merkezi haline gelen Paris Tapınağı'nda buluşmalarından da kolayca anlaşılabilmektedir. Söz konusu toplantı esnasında 4 başpiskopos, 130 Tapınak Şövalyesi ve en az bir o kadar da şövalye yamağı hazır bulunmaktadır. Toplantıda şövalyelerin, doğuya giden Fransız ordusuna eşlik etmesi kararlaştırılmış ve muhtemelen bu vesile ile Papa, Tapınakçılara, beyaz cüppelerine kutsal toprakların müdafaası sırasında ölmeye hazır olduklarını simgeleyen kırmızı haçı takma hakkını vermiştir. Eugenius ayrıca Haçlı Seferini finanse etmek adına tüm kilise mallarına konulan vergiyi tahsil etmek üzere şövalyelerin hazinedarını görevlendirmiş ve mevzubahis gelişme bir anlamda, Paris Tapınağı'nın, Fransa Krallığı'nın fiili hazinesi olarak hizmet vereceği 150 yıllık meşum ilişkinin de başlangıcını teşkil etmiştir. Bilahare Fransa Tapınak Üstadı Everard des Barres, Fransız ve Alman ordularının doğuya geçişi için kullanılacak güzergahı belirlemek üzere 7. Louis tarafından Konstantinopolis'e, 1. Manuel Komnenos'un yanına gönderilmiştir. Bu gelişmeler yaşanırken Bizans İmparatorluğu, Sicilya'nın Normanlardan alınması gibi birtakım iç meselelerle uğraşmakta olduğu için Seferin genel komutanları, özellikle Edessa'dan sonra doğudaki en önemli hedefin Kudüs olacağını çoktan öngörmüşlerdir. Keza, Bernard de Clairvaux da, Hristiyanların bu kutsal şehri ele geçirerek inançlarını savunmak için Kudüs'ü tehdit eden her türlü güce karşı seferber olmaları gerektiğini tekrarlamıştır. Eylül 1147'de Alman İmparatoru Konrad'ın ordusu Konstantinopolis'e varıp da, Boğaz'dan Anadolu'ya geçirildiğinde ve onu, bir ay sonra Louis'nin askeri birlikleri izlediğinde her şey yolunda gibi gözükmektedir. Bunun yanı sıra büyük bir Kuzey Avrupa filosu da, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere Lizbon'u Müslümanlardan almasının akabinde, Akdeniz'den doğuya doğru ilerlemektedir. Ancak iyi gidişat, Ekim ayında gerçekleşen bir felaket ile son bulmuştur. Alman İmparatoru, Küçük Asya'yı doğrudan geçmek niyetiyle ordusunu Selçuklu topraklarının sınırına kadar götürmek gibi bir hata yapmış ve 25 Ekim'de Dorileon'da, yani günümüz Eskişehir'inde, Birinci Kılıç Arslan tarafından ağır bir yenilgiye uğratılmıştır. Konrad'ın kendisi de dahil olmak üzere hayatta kalanlar, İznik'e çekilmiş ve daha güvenli olarak kabul edilen kıyı yolundan doğuya doğru ilerlemekte olan Fransızlara katılmışlardır. Haçlıların başına gelecek olan felaketler ise daha yeni başlamıştır... İlk olarak, Konrad, Efes'te hastalanmış ve kuvvetleriyle birlikte Konstantinopolis'e geri dönmek durumunda kalmıştır. Bizanslılar tarafından yetersiz şekilde iaşe edilmiş olan Fransızlar ise sertleşen kışa rağmen Menderes Vadisi'ne ve doğuya doğru ilerlemeye devam etmişlerdir. 1148 yılının Ocak ayında Haçlılar, Aydın'da bulunan Madran Dağı'nın dar geçitlerine geldiklerinde, Selçuklular'ın onları beklediğinin farkında dahi değillerdir. Yaşanan çarpışmada Selçukluların hızlı süvarileri, ağır zırhlı Fransız şövalyelerine büyük kayıplar verdirmiş ve ordusu dağılmanın eşiğinde olan Kral Louis, panik içerisinde sorumluluklarını yanında bulunan Paris Tapınağı Üstadı Everard des Barres'e devretmiştir. Deneyimli bir asker olan Barres ise orduyu birliklere bölerek, her bölüğün başına bir Tapınak şövalyesi atamış ve şövalyelerin soğukkanlılığı sayesinde Fransız ordusu, ağır kayıplarına rağmen bir şekilde kendisini Attalia'ya (bkz: Antalya) atmayı başarmıştır. Ancak Haçlıların çilesi bitecek gibi gözükmemektedir. Nitekim orduyu kutsal topraklara götürmek için beklenen Bizans filosu, Attalia'ya geldiğinde Fransızlar büyük bir hüsrana uğramıştır; zira filo, mütevazi bir ölçektedir. Binaenaleyh Louis, ordusundan geriye kalanların yalnızca küçük bir kısmı ile kutsal topraklara yelken açmak zorunda kalmıştır. Arkada bırakılanların ekseriyeti ise Selçuklu toprakları üzerinden Kudüs'e doğru ilerlemeye çalışırken hayatını kaybedecektir... Öte yandan Louis, Mart ayının başında Antakya'ya vardığında ordunun erzak ve nakliye masrafları o kadar artmıştır ki, sefere devam edebilmek adına Tapınak şövalyelerinden borç almak durumunda kalmıştır. Aynı şekilde, Urfa'yı geri alma niyetinden de vazgeçen Fransız Kralı, artık yalnızca yeminini yerine getirebilmek adına bir şekilde Kudüs'e varmak istemektedir... Şam'da Fiyasko Fransızlar nihayet 1148'in yaz aylarının başında kutsal topraklara ulaşmışlardır ve bu süreçte, Konrad ile beraber Konstantinopolis'e dönmüş Alman ordusundan sağ kalanlar da deniz yoluyla Fransız kuvvetlerine katılmıştır. Velhasıl 24 Haziran 1148'de Outremer'de bulunan tüm senyörler ve komutanlar, Akka'da büyük bir konsey gerçekleştirmişlerdir. Hospital ve Tapınak şövalyeleri'nin de hazır bulunduğu, Fransa ve Almanya krallarının da iştirak ettiği toplantıya ise 17 yaşındaki Kudüs Kralı Üçüncü Baudouin başkanlık etmiştir. Zengi'nin halefi olan oğlu Nureddin Zengi'nin kontrolü altındaki Halep'e, halihazırda Fatımiler'in elinde bulunan Mısır'a ve Franklar ile ittifak yapmaya istekli tek Müslüman güç olan Dımaşk'a (bkz: Şam) saldırmak gibi konuların istişare edildiği mecliste nihai olarak Haçlı Seferi'nin mevcut tüm kuvvetlerinin Dımaşk'a yoğunlaştırılmasına karar verilmiştir. Her halükarda bahsi geçen tüm bölgeler, Doğu Akdeniz'in kıyısında tutunmaya çalışan Frank devletleri için derinliklerini genişletmek adına stratejik bir zorunluluk hüviyetindedir. Dımaşk üzerinde konsensus sağlamasının asli sebebi ise şehrin, konum olarak önemli bir ticari kavşak üzerinde bulunması ve alınması halinde Avrupa'dan doğuya yapılacak olan ikmali kolaylaştıracak olmasıdır. Bütün bu gelişmelerin ışığında 1148 yılının Temmuz ayının sonlarında birleşik Haçlı ordusu, Celile'den Şam'a yani Dımaşk'a doğru hareket etmiştir. Birlikler, şehrin batı surlarının önüne geldiklerinde meyve bahçeleri ve nehirler arasında iyi ikmal edilen bir mevkide kamp kurup kuşatmaya hazırlanmaya başlamışlardır. Ancak meyve bahçeleri, Haçlılara karşı mütemadiyen taciz saldırıları düzenleyen Şam müfrezeleri adına adeta bir siper görev görmektedir. Bunun üzerine Louis ve Konrad, taaruzu açık arazinin bulunduğu ve ağır süvariyi daha etkili bir şekilde konuşlandırabilecekleri doğu surlarına kaydırmaya karar vermişlerdir. Lakin şehrin surları, doğu kanadında çok daha yüksektir ve kuşatmanın uzaması ile beraber Haçlıların geri çekilmekten başka çaresi kalmamıştır. Velhasıl İkinci Haçlı Seferi, kutsal topraklarda herhangi bir muharebeye dahi giremeyen Franklar nezdinde tam bir fiyasko ile sonuçlanmıştır. Şam'dan geri çekilme, Outremer ile Avrupa arasında bir nesil boyunca sürecek bir hoşnutsuzluğun hasıl olmasına sebebiyet verecektir. Outremer'in nokta-ı nazarında Kral Louis ve Konrad, ne Urfa'yı geri alabilmiş ne de Şam'ı veyahut bir başka yeri zapt ederek mezkur kaybı telafi edebilmiştir. Diğer yandan Haçlı Seferindeki başarısızlık, Batı'da da büyük bir şok etkisi yaratmıştır. Zira söz konusu harekât, güçlü krallar tarafından yönetilmiş ve çağın görece en büyük ruhani figürü olan Bernard de Clairvaux tarafından vaaz edilmiştir. Bu seferin ardından Outremer Franklarında oluşan intiba, Batı'nın parasal desteğine ve askeri yardımına ne kadar bel bağlarlarsa, işler ters gittiğinde kendilerine karşı Avrupa'dan yükselen şikayetlerin o kadar sert olacağına dairdir. Nitekim bütün bu gelişmelerin akabinde, kutsal toprakların savunması artık büyük ölçüde askeri tarikatların kontrolünde olacaktır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Ernoul Kroniği, Malcolm Barber'dan Haçlı Devletleri Tarihi, İbn Kalanisi'den Şam Tarihine Zeyl, Thomas Asbridge'den Haçlı Seferleri ve Kelly Devries ile Iain Dickie'den Haçlı Seferleri / Dünya Savaş Tarihi 5 adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Altın Post ve Argonautlar Efsanesi

    Boiotia'daki Orkhomenos kentinin kralı Athamas'ın ilk eşi olan Bulutlar Tanrıçası Nephele'den Phriksos adlı bir oğluyla Helle adlı kızı olur. Bilahare kralın ikinci eşi olan İno, üvey çocuklarından kurtulmak adına sinsice bir plan hazırlamaya karar verir ve kentteki kadınları, mahsulü arttırmak için toprağa ekilecek tohumları kocalarından habersiz pişirmeye ikna eder. Ekin biçme zamanı geldiğinde ise tabii olarak hiç mahsul alınamaz ve şehirde büyük bir kıtlık yaşanır. Bunun üzerine Athamas halkını açlıktan kurtarmak için neler yapılması gerektiğini öğrenmek üzere Delphoi Tapınağı'na bir heyet gönderir ancak İno yine devreye girer ve kahinlere rüşvet vermek suretiyle tapınaktan alınan kehanetin değiştirilmesini sağlar. Buna göre; Orkhomenos'un felaketten kurtulabilmesinin yegane yolu, kralın çocukları Phriksos ile Helle'nin kurban edilmesinden geçmektedir. Çaresiz kral, ülkesinin geleceğini kurtarmak adına kehaneti uygulamaya karar verir. İki kardeş kurban edilmeye götürüldükleri sırada, gökten anneleri Nephele'nin gönderdiği kanatlı ve altın postlu bir koç iner ((Bkz: Hz. İbrahim) ile (Bkz: Hz. İsmail) / (Bkz: Hz. İshak) 'in kıssası). Velhasıl iki kardeş koçun sırtına binerek kaçar ancak Çanakkale Boğazı üzerinde Helle kayar ve denize düşerek boğulur. Bu olayın akabinde ise Çanakkale Boğazı artık Hellespontos adıyla anılmaya başlanır. ((Bkz: Egeus) ile Theseus'un kıssası / (Bkz: Ege Denizi)) Kardeşinin kaybıyla perişan olan Phriksos yolculuğuna tek başına devam eder, Karadeniz'in doğu sahillerindeki Kolkhis'e ulaşır ve minnetini belirtmek adına koçu Zeus'a kurban eder. Bölgenin kralı olan Aietes, Phriksos'u dostça karşılar ve himayesi altına alır. Aietes'in Khalkiope ile Medea adlı iki kızı ve Apsyrtos isimli bir de oğlu vardır. Phriksos, minnetini göstermek için kurban ettiği koçun altın postunu krala armağan eder ve Khalkiope ile evlenerek Kolkhis'e yerleşir. Aietes de altın postu Ares'in kutsal korusundaki bir meşenin dallarına asar ve koruması için başına bir ejderha diker. Antik Yunan topraklarının diğer bir köşesinde ise, ileride tanrıların oyunuyla söz konusu iki hadisenin yollarını kesişeceği, bir başka hikâye yazılmaktadır. Teselya'daki İolkos kentinin kralı Kretheus öldüğünde tahta yasal varis olan Aison yerine küçük kardeşi Pelias geçmiştir. Aison, oğlu İason'u kardeşinin hışmından korumak için Pelion Dağı'nda yaşayan Kheiron'un yanına gönderir. Akhilleus ve Asklepios gibi kahramanların öğretmenliğini yapmış olan bilge kentauros'un yanında yetişen İason, burada geleneksel eğitimin yanı sıra tıp eğitimi de alır. İason ismi aynı zamanda "tedavi eden, sağaltıcı" anlamlarına gelmektedir. İason büyüdüğünde babasına yapılan haksızlığı öğrenir ve hakkı olan tahtı amcasından geri almak için İolkos'un yolunu tutar. Yolculuğu esnasında Anauros Çayı'nı geçmek isteyen yaşlı bir kadın ile karşılaşır. Bu kadın aslında, insanların adil olup olmadıklarını sınamak adına kılık değiştirmek suretiyle yeryüzüne inen Tanrıça Hera'dan başkası değildir. Yaşlı kadına acıyan İason onu sırtına alarak çaydan geçirir ancak bu esnada sandaletlerinden birini akıntıya kaptırarak yitirir. Hulasa İason, İolkos'a varır ve amcasının karşısına çıkar. Pelias yeğenini gördüğünde tek sandaletli bir gencin tahtını elinden alacağını söyleyen kehaneti hatırlar ve telaşa kapılır. Bunun üzerine İason'u başaramayacağı zor bir göreve koşarak uzaklara göndermeye karar verir. Efsaneye göre; ataları Athamas, oğlu Phriksos'u öldürmeye yeltendiği için Zeus'un Aiolos soyunu lanetlediği söylenmektedir. Lanetin ortadan kaldırılmasının yegane çaresi ise Kolkhis'te bulunan altın postu ata toprağına geri getirmektir. Eğer İason bunu başarabilirse, Pelias tahtı devredeceğine dair söz verir. Görevi kabul eden kahramanımız, üstlendiği misyonu yerine getirebilmek adına çağının en yetenekli gemi ustası olan Argos'tan bir gemi inşa etmesini ister. Tanrıça Athena'nın denetiminde inşa edilen gemiye "hızlı, parlak" anlamına gelen Argo adı verilir. Tayfa olarak ise başta Herakles ve Orpheus gibi dönemin en ünlü yiğitleri bir araya gelecektir. Bu zorlu ve tehlikeli yolculukta Argonotların başlıca koruyucuları Hera ile Athena olacaktır. Argonotlar, Aietes’in güçlü ve zengin krallığına vardıklarında, kral onları öfkeyle karşılar; zira geliş sebeplerinden şüphelenmektedir. Nihayetinde Aietes, tıpkı Pelias gibi, İason'a altın postu verebileceğini ancak bir dizi zorlu görevi yerine getirmesi gerektiğini ifade eder. Kral, verecekleri sınavlar esnasında İason ve dostlarının öleceğinden emindir. Ancak tanrıların Argonotlar için farklı planları vardır... Kralın kızı Medea, İason'a ilk görüşte âşık olur ve kahramanımıza yardım etmeye karar verir. Prensesin hazırlayıp kendisine verdiği merhemi bedenine sürmesi sayesinde İason, görevleri başarıyla yerine getirir. Şaşkınlık ile karışık bir öfkeye kapılan Aietes, sözünden dönerek postu vermekten vazgeçer. Bu noktada tekrar Medea devreye girer ve onun yardımıyla İason altın postu ele geçirir. Görevlerini başarmanın gururuyla, sevgilisini de yanına katan İason ve cesur yoldaşları, hızlı gemileri Argo'ya atlayarak tekrar İolkos'a geri dönerler. Argonotlar Efsanesi'ne dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Rodoslu Apollonios'tan Argonautika  adlı eseri tavsiye ediyorum.

  • Göz Doktorluğundan, "Kazayla" Suriye Liderliğine / Beşşar Esed

    Suriye lideri Beşşar Esad'ın yaşamında çok sayıda belirleyici an olduğu söylenebilir ancak belki de bunların en önemlisi, yaşadığı yerden binlerce kilometre uzaklıkta gerçekleşen bir trafik kazasıdır. Zira başlangıçta babasının halefi olarak yetiştirilmeyen Esad için Suriye devlet başkanlığına giden yol, ağabeyi Basil'in 1994'lerin başlarında Şam yakınlarındaki bir araba kazasında ölmesiyle açılmıştır. Beşşar, bu esnada Londra'da göz hastalıkları uzmanlığı eğitimi almaktadır. Basil'in ölümünün hemen akabinde ise "küçük kardeşini" Suriye'de iktidara hazırlama planları yapılmaya başlayacaktır ... Beşşar Esad 1965'te Hafız Esad ve Anisa Makluf'un 2. oğlu ve 3. çocuğu olarak dünyaya gelir. O yıllarda bilhassa Suriye ile Orta Doğu ise önemli gelişmelere gebe durumdadır. Zira Arap milliyetçiliği bölgedeki çok sayıda ülkede siyasete hakim bir pozisyondadır ve Suriye, bu kesişim kümesinin başına çeken devletlerden biri konumundadır. Baas Partisi, Mısır ve Suriye arasındaki kısa ömürlü (1958-1961) birleşmenin ardından iktidara gelmiş ve Arap milliyetçiliği söylemiyle ön plana çıkmıştır. Dönemin çoğu Arap ülkesi gibi Suriye'de de demokratik bir idare söz konusu değildir. Esad ailesinin bağlı olduğu Şii İslam'ın Nusayri mezhebi ise Suriye'deki dezavantajlı gruplar arasında yer almaktadır ve bu zorluk hasebiyle çok sayıda Nusayri, ellerini güçlendirmek adına Suriye Ordusu'na katılmıştır. Bu esnada Hafız Esad da subay hüviyetiyle Baas Partisi'nin sıkı bir destekçisi olarak ortaya çıkmış ve 1966 yılına gelindiğinde Savunma Bakanı olmuştur. Hafız Esad, gücü elinde toplamasıyla geçen sürecin nihayetinde yani 1971'de Suriye Cumhurbaşkanı olmuş ve bu unvanı 2000 yılındaki ölümüne dek taşımıştır. Yine, bu uzun iktidar dönemi, Suriye'de bir dizi askeri darbenin yaşandığı bağımsızlık dönemine de tezat oluşturmaktadır. İktidarı boyunca Hafız, ülkeyi demir yumrukla yönetmiş, muhalefeti bastırmış ve demokratik seçimleri reddetmiştir. Dış politikada ise pragmatik bir çizgi benimseyen Hafız, Sovyetler Birliği ile ittifak yaparken, 1991'deki Körfez Savaşı'nda ABD öncülüğündeki koalisyona katılmakta herhangi bir beis görmemiştir. Ahval bu şekilde hasıl olurken, ailenin genç kuşak temsilcisi olan Beşşar, siyaset ve askerlikten uzak, farklı bir yol yürümeyi tercih etmiş ve tıp alanında kariyer yapmaya karar vermiştir. Şam Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra Londra'daki Western Göz Hastanesi'nde göz hastalıkları uzmanlığı için 1992'de İngiltere'ye taşınmaya karar veren Beşşar, 2018'de BBC'de yayınlanan "Tehlikeli Bir Hanedan: Esadlar" adlı belgesele göre, bu zaman zarfı boyunca Londra'da yaşamın tadını çıkartmıştır. Aynı şekilde, genç Esad, gelecekteki eşi Esma El Akhras ile de bu dönemde tanışmıştır. Esma, King's College'ta bilgisayar mühendisliği okumaktadır ve bilahare bir yüksek lisans programı için Harvard Üniversitesi'ne kabul edilecektir. Hafız Esad'ın ikinci oğlu olarak, büyük oranda ağabeyi Basil'in gölgesi altında kalan Beşşar'ın yaşamı, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, 1994 yılında Basil'in yaşamını kaybettiği trafik kazasının akabinde bambaşka bir yöne evirilecektir. Trajedinin ardından derhal Londra'dan geri çağırılan Beşşar için ivedi şekilde bir imaj çalışması başlatılmış ve parlak bir askeri hüviyet yaratılmaya çalışılmıştır. 6 yıllık bir tedrisatın ardından, 2000 yılının Haziran ayında hayatını kaybeden Hafız Esad'ın yerine, 34 yaşında olan Beşşar, Suriye Anayasası'ndaki 40 yaş gerekliliği değiştirilmesiyle birlikte ülkenin yeni devlet başkanı haline gelmiştir. Beşşar Esad'ın devlet başkanlığı için ettiği yemin ise bilhassa dikkat çekicidir ve farklı bir siyasi tondadır. "Şeffaflık, demokrasi, kalkınma, çağdaşlaşma ve kurumsal düşünce" gibi mefhumlar, yeminin vurgu yapılan noktalarını oluşturmaktadır. Başta, Beşşar Esad'ın siyasi reform ve medya özgürlüğü söylemi Suriyeliler arasında umut yaratmış ve liderlik yöntemi ile eşi Esma'nın Batılı eğitimi, yeni bir dönemin işareti gibi görülmüştür. Yine, bu dönemde ülkede Şam Baharı olarak da bilinen bir medeni tartışma ve ifade özgürlüğü ortamı yaşanmış ancak bu süreç kısa sürmüş ve güvenlik güçleri 2001'de muhaliflere baskı uygulamak suretiyle tutuklamalara geri dönmüştür. Öte yandan Beşşar, özel sektörün gelişmesini teşvik eden kısıtlı ekonomik reformlara da gitmiş ve liderliğinin ilk yıllarında kuzeni Rami Makluf, büyük bir ekonomik imparatorluk kurmuştur. 2003 yılında gerçekleşen Irak Savaşı ise Beşşar Esad ve Batılı yönetimler arasında yaşanan kırılmanın ilk emarelerini teşkil etmektedir. Zira Esad, Irak'ın ABD öncülüğündeki işgaline karşı bir pozisyondadır ve muhtelif görüşler bu tutumu, Suriye'nin bölgede Amerikan müdahalelerinin bir sonraki hedefi olması korkusuyla bağdaştırmaktadır. Aralık 2003'e gelindiğinde ABD, Şam'a çeşitli gerekçelerle ambargo uygulamaya başlamış ve bunu yaparken Suriye'nin Lübnan'daki varlığını işaret etmiştir. Bütün bunlara ek olarak, Şubat 2005'te bölgedeki başlıca Suriye karşıtlarından biri, eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri'nin Beyrut'un merkezindeki şiddetli bir patlamayla suikasta uğraması da, dikkatlerin hızlıca Suriye ve müttefiklerine çevrilmesine sebebiyet vermiştir. Bu durumda kaçınılmaz bir şekilde Şam'a yönelik beynelmilel baskı arttırılmış ve nihayetinde Suriye'nin Lübnan'daki yaklaşık 30 yıllık askeri varlığı sona ermiştir. Suçlamalara karşın, Esad ve Lübnan'daki başlıca müttefiki Hizbullah, Hariri'nin öldürülmesiyle alakalı iddiaları mütemadiyen reddetmiş ve ancak uluslararası özel bir mahkeme, bir Hizbullah üyesini 2020'de mezkur suçtan mahkum etmiştir. Beşşar Esad'ın iktidarının ilk 10 yılında Suriye'nin İran ile olan ilişkileri güçlenmiş, yine, Katar ve Türkiye'yle ilişkilerde de mesafe kaydedilmiştir. Ancak öteki taraftan, Riyad'ın başta genç başkana verdiği desteğe karşın, Suudi Arabistan ile ilişkiler inişli çıkışlı bir grafiğe sahiptir. Esad genel olarak bakıldığında dış politikada babasının izlerini takip etmiş; doğrudan askeri çatışmalardan kaçınmış ve dikkatli manevralar yapmaya özen göstermiştir. 2010 yılının Aralık ayında Tunuslu seyyar sebze satıcısı Muhammed Bouazizi, bir kadın polisin kendisine tokat atmasından sonra kendini yakmış ve Tunus'ta, devlet başkanı Zine El Abidin Bin Ali'nin devrilmesiyle sonuçlanan halk ayaklanmasının fitili bu şekilde ateşlenmiştir. (Bkz: Domino etkisi) Tunus'taki ayaklanma, beklenmedik bir şekilde Arap dünyasında devrim hareketlerine ilham vermiş ve isyan ateşi; Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye'ye dek yayılmıştır. (Bkz: Arap Baharı) 2011 yılının Mart ortasında, başkent Şam'da yapılan bir gösteriden günler sonra güneydeki Dera kentinde duvarlara Esad karşıtı sloganlar yazan çocukların tutuklanmasıyla ülke çapında büyük protestolar başlamıştır. Esad ile Suriye halkı arasında gerçekleşen müzakereler 2 hafta boyunca sürmüş ve devlet başkanı, parlamentoda Suriye'yi hedef alan "komployu" boşa çıkarma sözü verirken, çok sayıda insanın ihtiyaçlarının karşılanamadığını da kabul etmiştir. Ancak Dera'da güvenlik güçlerinin göstericilere ateş açması, eylemleri daha da şiddetlenmiş ve çok sayıda kentte Esad'a istifa çağrılarında bulunulan gösteriler gerçekleşmiştir. Şiddetle karşılık verilen eylemlerden ise "dış güçlerin güdümündeki sabotajcılar ve casuslar" sorumlu tutulmuştur. Bir zaman sonra vaziyet, günümüze dek sürecek olan, hükümet güçleri ve ülke genelinde silaha sarılan muhalifler arasında gerçekleşen bir iç savaş haline dönüşmüştür. Bu süreçte Rusya ve İran destekli silahlı örgütler, Esad güçlerinin yanında yer alırken, Türkiye ve Körfez ülkeleri muhalif unsurlara destek vermiştir. Esad karşıtı gösterilerde başta herkes için demokrasi ve özgürlük çağrıları yapılırken, mezhepçilik yeniden su yüzüne çıkmış ve bazı muhalif örgütler, hükümeti Şii azınlığı, Sünni çoğunluğun üzerinde tutmakla itham etmiştir. Bölgesel müdahaleler mezhep ayrımını daha da derinleştirmiş ve radikal Sünni güçler, Şiilere karşı düşmanca bir tavır takınırken, Hizbullah öncülüğündeki İran'a sadık Şii milisler Esad yönetimini desteklemek için ülkeye akın etmiştir. Diğer taraftan, komşu Irak'ta da aşırılıkçı IŞİD örgütü yükselişe geçmiş ve örgüt, Suriye'de de toprak kazanmak adına iç savaştan faydalanmak suretiyle Suriye'nin doğusundaki Rakka'yı başkenti olarak ilan etmiştir. Velhasıl 2015 yılına gelindiğinde ülkenin büyük bir bölümünün kontrolünü kaybetmiş olan Esad rejimi, çöküşün eşiğine gelmiş gibidir. Ancak Rusya'nın askeri müdahalesi gidişatı tersine çevirmiş ve rejim, önemli bölgeleri tekrar geri kazanmıştır. 2018-2020 yılları arasında bölgesel ve beynelmilel anlaşmalarla hükümet güçlerinin Suriye'nin büyük kısmına hakim olduğu, İslamcı muhalif örgütler ve Kürt milislerin doğu ve kuzeydoğuda kontrolü paylaştığı bir düzen tesis edilmiştir. Nitekim mezkur anlaşmalar Esad'ın konumunu güçlendirmiş ve Suriye devlet başkanı, tedrici olarak Arap diplomasi sahnesine geri dönmüştür. Suriye, 2023'te Arap Birliği'ne yeniden girmiş ve Arap ülkeleri Şam'da büyükelçiliklerini yeniden faal hale getirmiştir. Nihayetinde Esad, iktidarına karşı en büyük meydan okumadan sağ çıkmış gibi görünmektedir. Ancak "Baharın Esintisi" yeniden kendini hissettirmek adına doğru zamanı beklemektedir... 2023 yılının Ekim ayında Hamas, İsrail'e sürpriz bir saldırı düzenlemiş ve Gazze'deki savaşın etkileri ivedi bir biçimde Lübnan'a, bilhassa da Esad'ın müttefiki olan Hizbullah'a sirayet etmiştir. Hizbullah çatışmalarda (aralarında örgütün lideri Hasan Nasrallah'ın da bulunduğu) ağır kayıplar vermiş ve büyük oranda mukavemet gücünü kaybetmiştir. "Lübnan'da Ateşkesin Başladığı Gün" ise ilginç bir gelişme yaşanmış ve militan İslamcı Heyet Tahrir Eş Şam öncülüğündeki muhalif örgütler "sürpriz" bir saldırı düzenleyerek, Suriye'nin en önemli şehirlerinden biri konumundaki Halep'i ele geçirmişlerdir. Muhalifler hızla ilerleyip, Hama'yı ve Şam yolundaki diğer kentleri bir bir ele geçirirken rejim, bütün bu gelişmeleri yalnızca seyretmek ile yetinmiştir. Hulasa başlıca müttefikleri olan İran ve Rusya'nın yardımına gelemeyeceklerinin idrakine varan Esad, konumu ile hayatının tehlikeye girdiğini anlamış ve ülkeyi terk etmiştir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere BBC News: Orta Doğu / Suriye içeriklerini tavsiye ediyorum.

  • Antik Roma'nın Kuruluş Mitleri - Aeneas / Romus ve Romulus Efsanesi

    Roma 'nın ve Romalı ların kökenlerine ilişkin hikayeler Augustus Çağı 'nın iki önde gelen yazarının eserleri, Vergilius 'un epik şiiri Aeneas ile Livius 'nin roma tarihi kitabı sayesinde günümüze kadar ulaşmıştır. Onlardan, o zamanlar küresel ölçekte bir süper gücün başkenti olan Roma'nın, 1000 yıldan fazla bir zaman zarfından evvel yanan Truva 'nın alevlerinden doğan emperyal bir anka kuşu olarak tasavvur edildiğini öğreniriz. Hikayemiz kahraman Aeneas'ın mö 12. yüzyılın başlarında Truva'nın yıkılışından, yaşlı babası Anchises 'i omuzlarında taşıyarak ve oğlu Ascanius 'u elinden tutup sürükleyerek kaçmasıyla başlar. Bu betimlemedeki dikkat çeken bir diğer husus ise Anchises'in, oğlu tarafından götürülürken Troia tanrılarının tasvirlerini, ırkının ruhlarını koruyarak yeniden doğmalarını sağlamak adına göğsüne asmış olmasıdır. Velhasıl Aeneas diğer mülteciler ile birlikte deniz yolunu kullanarak katliamdan kurtulmayı başarmış fakat intikamcı tanrılar tarafından rahat bırakılmaması hasebiyle 7 yıl boyunca güvenli bir liman arayarak deryada dolaşmak durumunda kalmıştır. Nihayetinde fırtınalar Truvalıların gemilerini, Fenikeli sürgün kraliçe Dido 'nun yeni bir şehir inşa etmekte olduğu Kartaca kıyılarına fırlatmış ve mültecilerin amansız seyri "geçici bir süreliğine de olsa" sona ermiştir. Bilahare Aeneas'ın ilahi annesi Venüs , oğlunu Dido ile evlendirerek korumaya çalışmış ancak göklerin efendisi ve müstakbel Roma şehrinin hamisi Jüpiter bu girişime icazet vermemiştir. Tanrıların kralının emri açıktır: Aeneas vakit kaybetmeden Afrikalı - Pön aşığını terk etmeli ve İtalya 'daki tarihi görevini ifa etmelidir. Diğer tarafta ise terk edilmenin verdiği keder ve öfkeyle çılgına dönen Dido, Aeneas'ı lanetlemiş ve halkının Troialılara karşı ebediyen düşman kalmasını dileyerek intihar etmiştir. (bkz: Pön Savaşları ) Bu gelişmelerin akabinde Napoli Körfezi yakınlarında İtalya'da karaya çıkan Aeneas, Apollon 'un elçisi ve gizemli sanatlar ustası olan Cumaelı Sibylla ile karşılamış ve onun rehberliğinde kısa bir süre önce hayatını kaybeden babası Anchises'i görmek üzere yeraltı dünyası 'na inmiştir. Burada, ileride Roma tarihine damgasını vuracak isimler (henüz doğmamış olmaları hasebiyle ruh biçiminde) sıra halinde önlerinden geçerken Anchises, oğlu için şu kehanette bulunur: "Diğerleri ... daha dikkatli bir şekilde bronzdan nefes alıp veren suretler işleyecek, mermerden canlı suratlar yontacak, davalarını daha yetkin bir şekilde savunacak, ölçü aletleriyle gökyüzündeki hareketleri tespit edecek ve takımyıldızlarının yükselişini anlatacaklar. Fakat senin için Romalı, senin ilgilendiğin şey kavimleri yönetmek olsun, senin yeteneğin şu olsun: Barışın hükmünü dayatmak, itaatkarları esirgemek, kibirlileri ezmek." Yukarıdaki pasajda Anchises'in Romalılar ile kıyasladığı uygarlık, Yunanlardır. Metnin ana düşüncesinde vurgulanmak istenen ise her ne kadar Yunanlar daha iyi sanatçı, hatip ya da alim olsalar da dünyayı yönetmeye yazgılı olanlar Romalılardır ... Ancak Romalıların sahip olacağı kudretin ve görkemin elbette ki bir bedeli olacaktır ve nitekim Anchises'in kehanette bulunduğu esnada Aeneas'ın yanında bulunan bir diğer büyük kahin Sibylla, acı bir şekilde feryat eder: "Savaş ve savaşın tüm korkunçluklarını görüyorum. Tiber'in kanla akıp köpürdüğünü görüyorum." Gerçekten de Aeneas'ın hemen ardından Latium 'da karaya çıkan takipçileri, kısa bir süre içinde kendilerini bir ölüm kalım mücadelesi içerisinde bulurlar. Aeneas, Latium kralının kızıyla evlenip Latin halkıyla bir ittifak kurmak istese de Rutulia kavminden Turnus 'un başını çektiği başka bir yerel grup, Truvalıları mütecaviz olarak görmekte ve onların bir an önce topraklarından gitmelerini istemektedir. Nihayetinde ise kaçınılmaz bir şekilde savaş köpeklerinin tasmaları çözülür ve kanlı savaşlar birbirini takip eder. Sonunda İtalya'nın (ve dünyanın) kaderini belirlemek üzere iki kahraman (Aeneas ve Turnus) bir düelloda karşı karşıya gelir. Teke tek çarpışma öncesi, İlyada 'da olduğu gibi Venüs (bkz: Afrodit ) yine devreye girmekte gecikmez ve demirci tanrısı Vulcanus 'u (bkz: Hephaistos ) oğlu için miğfer, kılıç, göğüs ve baldır zırhları ile mızrak ve kalkandan oluşan müthiş bir takım yapmaya ikna eder. Bronz, gümüş ve altından yapılan kalkanın ön yüzü, Roma'nın gelecekteki zaferleriyle süslenmiştir ve tam ortada doğu ile batı uygarlıkları arasındaki apokaliptik bir mücadele olan, mö 31 yılında Actium 'da gerçekleşecek büyük deniz savaşının tasviri yer almaktadır. Velhasıl mücadele başlar ve kavganın zirve noktasında tanrılar, Turnus'un takatini keserek "yeni nizamın savunucusu" Aeneas'a avantaj sağlar. O da kendisine sunulan bu fırsatı geri çevirmez ve Turnus'u, uyluğunu delen bir mızrak atışıyla devirir. Akabinde ise Vergilius'un ifadeleriyle "kindar bir sertlikle, öfkesi alevlenmiş ve korkunç bir hiddet içinde" kılıcını göğsüne saplayarak rakibinin kalan canını da alır ... Aeneas, savaştan 3 yıl sonra ölür ve yerine oğlu Ascanius geçer. Ascanius'un lider sıfatıyla gerçekleştirdiği ilk icraat ise babasının yerleşim yeri olan Lavinium 'u terk ederek yakınlardaki tepelerde bulunan Alba Longa 'da yeni bir şehir kurmak olacaktır. Kendisi ve halefleri yeni yerleşkede 300 yıl boyunca hükmedeceklerdir ancak mö 8. yüzyıla gelindiğinde Alba'nın son meşru kralı olan Numitor'un yönetme hakkı, bir gasıp ve tiran olan Amulius tarafından elinden alınır ve devrik lider, kentten sürülür. Bununla da yetinmeyen Amulius, Numitor'un tek çocuğu olan bakire Rhea Silva 'yı da Vesta rahibesi olmaya zorlar. Vestaların evlenmesine izin verilmemesi nedeniyle, bu yoldan Numitor'un soyunu kurutmayı amaçlayan Amulius planında başarılı olamaz; zira Rhea, savaş tanrısı Mars tarafından gebe bırakılır ve Romulus ile Remus isimli ikizleri dünyaya getirir. Amulius bunu öğrendiğinde Rhea'yı zindana, oğullarını ise Tiber nehri attıracaktır. Ancak ikizler için tanrıların farklı planları vardır ... Boğulmak şöyle dursun; vurdukları kıyıda dişi bir kurt tarafından emzirilerek hayatta kalmayı başaran Romulus ve Remus, bilahare kraliyet çobanı Faustulus ve karısı tarafından bulunurlar ve evlat edinilirler. Yetişkin birer adam olduklarında, kökenleri hakkındaki gerçeği öğrenen ikizler büyük bir hırsla Amulius'u devirme işine koyulurlar ve nihayetinde büyükbabaları olan Numitor'u yeniden iktidara getirirler. Kardeşlerin ikinci icraatı ise çok uzun zaman evvel, Tiber'in sularından kurtarıldıkları yere kendi şehirlerini kurmak olur. Ancak ortada bir sorun vardır. Hem Romulus hem de Remus, krallık üzerinde hak iddia etmektedir. Romulus ve takipçileri Palatium Tepesi 'ne yerleşirken, Remus ile taraftarları Aventinus Tepesi 'nde konumlanır. İlahi bir işaret bekleyen ikizlerin kaderleri artık, değirmenleri yavaş dönen tanrıların ellerindedir. İlk olarak Remus için gökyüzünde 6 akbaba belirir. Bunun hemen ardından ise romulus için 12 tane ... Tanrılar açık konuşmamıştır: Belirleyici olan öncelik mi yoksa nicelik midir ? Her iki tarafın iddiaları, kaçınılmaz bir şekilde öfke ve suistimale yol açar. Romulus kontrolü ele alır ve bir şehir inşa etmeye başlar. Ancak o ve takipçileri sınır boyunca bir duvar (din ve tabu tarafından korunan kutsal bir sınır) örmek için çalışırken Remus diğer tarafa atlar. Böylesine bir meydan okuma ve saygısızlık karşısında hiddete kapılan Romulus, yaşanan kavganın akabinde öz kardeşini öldürür. (bkz: Habil ile Kabil ) Velhasıl Roma, mö 753 yılında bir kardeş katli ile kurulur ve Romulus, gelecekte insanlık tarihine damga vuracak yeni şehrin ilk kralı olur. Temelleri yeni atılmış her medeniyetin yaşaması muhtemel olan beka sorununu giderebilmek adına yerleşimcilere ve askerlere ihtiyaç duyan Romulus, şehrini sürgünlere, haydutlara ve kaçak kölelere sığınılacak bir liman olarak sunmakta herhangi bir beis görmez. Daha sonra ise mezkur kimselere eş bulabilmek adına komşu Sabini kavminin kadınlarını kaçırmak için harekete geçer. Bir savaş döneminin ardından, Latin ve Sabini kavmi arasında birlik kurulmasını müzakere ederek hükümdarlığının son yıllarında Roma'yı Sabini kralı Titus Tatius ile beraber yöneten Romulus, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, cumhuriyet rejiminin tesisinden evvel krallığı yönetecek olan 7 hükümdardan ilkidir. Bu krallardan ikincisi, bilgeliği ve Roma dini sisteminin kurucusu olması hasebiyle saygı duyulan Numa Pompilius ; üçüncüsü ise katliamlarıyla meşhur ve aynı zamanda bir savaş çığırtkanı olan Tullus Hostilius 'tur. Tahta çıkan dördüncü kişi; dışarıda diplomasiyi, içerde ise kamu hizmetlerini tercih eden ılımlı Ancus Marcius 'tur. Beşinci kral, popülist bir siyasetçi haline gelmiş Etrüsk lü bir maceraperest olan ve albenisi sayesinde iktidara uzanıp, bilahare herkesçe bilinen sıfatıyla yani hayırsever diktatör olarak hükmeden Tarquinius Priscus 'tur. Altıncı hükümdar, Tarquinius'un Latin mahmisi olan ve onun suikasta uğramasının akabinde hamisinin yerine geçerek ordu ve devlette radikal ıslahatlar yapan Servius Tullius 'tur. Son olarak ise entrikacı ve kötücül bir despot olan Tarquinius Superbus , selefini öldürerek Romulus'un tahtına çıkar. Onu deviren darbe, monarşi nin de sonunu getirir. Cumhuriyet kurulur ve Romalıların krallara karşı bitmek bilmeyen nefretlerinin temelleri bu şekilde atılmış olur. Roma'nın kökenlerine dair Augustus döneminde anlatılan hikaye işte bu şekildedir. Aeneas, Romulus ve Roma krallarının öyküleri, geçmişte yaşananların gerçek bir anlatısı değil; dünyaya ilişkin dini bir anlayış ile temellendirilmiş, emperyal bir ideolojinin saygı duyulan metinleridir. Roma bir süper güçtür ve başarısı, tanrıların isteğine bağlıdır. Bu durumun bir diğer tezahürü de Romalıların tanrılar tarafından kutsanmış olmaları hesabına varır. Binaenaleyh basit bir tümevarım ile Romalılar, pekala tanrıların çocukları olarak kabul edilebilir (en azından Romalıların tasavvurunda). Ayrıca kutsal ile dindışı arasındaki sınırın böylesine muğlak olduğu pagan bir dünyada, mağlup edilen veya boyun eğdirilenler arasında kimsenin bu tarz bir iddiayı reddetmeye yeltenmeyeceğini de unutmayalım. Nihayetinde güç, mitin kanıtından başka bir değildir. Aslına bakılırsa arkeolojik çalışmalara göre ne Geç Bronz Çağı İtalyası'nda herhangi bir Troialı yerleşim ne de mö 8. yüzyıl ortalarında Roma'nın bulunduğu bölgede bir şehir vardır. Aynı şekilde, Aeneas veya Romulus'un herhangi bir zaman aralığında yaşadığına dair bilimsel bir veri de bulunmamaktadır. Bu çifte mitin yaratılmasındaki asıl sebep, iki ideolojik dünya yani Antik Yunanistan 'ın büyük tanrıları ve kahramanlarıyla, küçük ve basit bir İtalyan halkın yerel kültleri arasında bir köprü kurma ihtiyacıdır (bkz: meşruiyet ) . Roma, bir süper güç haline gelince kökenlerini Homeros mitlerinin Lingua Franca 'sında tartışmaya ihtiyaç duymuştur. Bu bağlamda Aeneas, yerli halk masalları ile kozmopolit yüksek kültür arasındaki aktarımı sağlamaktadır. Yerli İtalyan çocuğu Romulus, böylece emperyal şehrin kurucusuna yakışır bir hüviyet kazanmıştır. Romalı, her ne kadar Mars'ın dölünün ve bir kurdun sütünün ürünü olsa da, kentin küresel egemenlik iddialarını sağlama almak için aynı zamanda ilahi bir anne ile Homeros kahramanı nın soyundan da gelmesi gerekmektedir. Mitler bugün hakkında konuşmanın araçlardır ve doğruyu söylemek gerekirse Vergilius 'un Aeneas'ı, Homeros'un Akhilleus 'u ile çok az benzerlik taşımaktadır. Aeneas, Augustus Roması için yaratılan bir kahramandır. Kederli ve yurtsever bir hüviyete sahip olan Truvalı, soyguncu bir kabadayı eşkıyalığını değil; emperyal bir efendinin kibirli dürüstlüğünü sergiler ve kendisi ya da kendi şanı için değil; ilahi olarak takdir edilmiş bir kaderin aracı, ortaya çıkmak üzere olan emperyal tarihin bir enstrümanı olarak hareket eder. Bu sayede amaca giden yolda kullandığı "araçlar" meşru bir zemine oturmuş olur. Ortaya çıkış anında yıkım tehdidiyle karşı karşıya kalan, bir İtalyan iç savaşının alevleri içinde doğan, dünyayı yönetmek ve ona nizam getirmek ile mükellef olan roma halkı, "zorunluluk" gereği savaşçı bir ırktır. Keza Roma'nın 1000 yıl süren kan, kölelik ve imparatorluk için getirdiği açıklama olan bu mit - tarih, gücünün zirvesindeki Roma emperyal yönetici sınıfının dünya görüşünü de yansıtmaktadır. Bazı örneklerde ise mitolojik bir geçmiş ile günün siyasal koşulları arasındaki bağ açıktır. Vergilius, Aeneas'ı savaş için Actium 'daki Octavianus'un tasvirini taşıyan bir kalkanla donatmıştır. Genellikle atıflar daha dolaylıdır. Aeneas, yukarıda da defaatle bahsini geçirdiğimiz üzere, korkunç bir iç savaştan galip çıkmıştır; tıpkı Octavianus'un Caesar 'ın öldürülmesinin ardından yaşanan kanlı mücadeleyi kazanması gibi. Yine, Octavianus, amansız düşmanının aksine doğulu bir " fermente fatale " tarafından baştan çıkarılmaktan kaçınmış (bkz: Kleopatra ) (bkz: Dido ) ve böylece gerçekleşecek tarihin gösterisindeki rolünü oynamaya hazır bir şekilde kararlaştırılan yere zamanında ulaşmıştır. Nihayetinde ise iç savaşları sona erdirmiş, parçalanmış Roma devletini yeniden inşa etmiş ve bir anlamda başkenti baştan kurmuştur. Bütün bu gelişmelerin ışığında varabileceğimiz yegane sonuç ise Octavianus'un yeni bir Aeneas / Romulus, büyük atalarının gerçek bir reenkarnasyonu ve Roma'nın ikinci kurucusu olduğudur. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Mary Beard'den SPQR - Antik Roma Tarihi, Suetonius'tan On İki Caesar'ın Yaşamı, Adrian Goldsworthy'den Roma Nasıl Çöktü ? / Bir Süper Gücün Ölümü ve Neil Faulkner'dan Roma: Kartalların İmparatorluğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Roma Cumhuriyeti'ni Yeniden Şekillendiren Adam / Gaius Marius

    Roma yurttaş topluluğunun her bir kurucu unsuru, hem kendi çıkarları hem de zayıflıkları hasebiyle devrimci bir rol oynamaktan acizdir. Sınıf güçleri arasındaki çatışma sarih bir sonucu olmayan kronik istikrarsızlığa yol açtığında, kendisi için iktidarı almaya ve toplumu kendi suretinde yeniden şekillendirmeye kadir devrimci bir sınıfın yokluğunda liderlik ; kendilerini hiziplerin üzerine çıkarabilen, hem reform hem de düzenin yeniden tesisi vaadiyle destek toplayabilen ve denge içindeki karşıt güçler arasında ortayı bularak iktidarını sürdürebilen bir askeri diktatör e kalabilmektedir. Roma tarihindeki bu tür süel liderlerin ilk örneği ise (aynı zamanda Geç Cumhuriyet Döneminde ortaya çıkan savaş beylerinin de prototipi olan) Gauis Marius 'tan başkası değildir. Nitekim Marius'un iktidara yükselmesi de, mö 130'lardakine benzeyen keskin bir askeri kriz ortamında gerçekleşir. Afrika 'da uzun süren bir gerilla savaşı nı, kuzeyde yıkıcı bir Kelt ve German istilasını ve Sicilya 'da ikinci bir köle ayaklanmasını içeren söz konusu kriz mö 113 ile 104 yılları arasında tedrici bir şekilde ortaya çıkar. Yazımızın konusu olan Marius'u ilgilendirdiği kadarıyla ise hikaye, Kuzey Afrika 'daki Numidya 'da (bkz: Cezayir ) başlar ... Roma'nın Afrika eyaletinin hemen batısında uzanan ve geniş bir bölgeye tekabül eden Numidya; tarım yapılan zengin kıyı ovası ve nehir vadileriyle, dağlar ve çöllerle kaplı engin bir iç bölgeden oluşmaktadır. Ülke İkinci Pön Savaşı 'nın sona ermesinin akabinde, alışılmadık ölçüde uzun yaşamış iki mahmi kral, genç bir maceracı olarak Hannibal 'e karşı Scipio Africanus 'un yanında savaşmış olan hanedanın kurucusu Masinissa (mö 202 - 148) ile oğlu Micipsa (mö 148 - 118) tarafından yönetilmiştir. Micipsa'nın ardından veraset, iki öz kardeş Hiempsal ve Adherbal ile daha büyük olan gayrimeşru üvey kardeşleri İugurtha arasında ihtilaf konusu olmuş ve İugurtha'nın Hiempsal'ı öldürmesiyle birlikte Adherbal aracılık yapmaları adına hamileri olan Romalıları ülkesine davet etmiştir. Numidya'yı sadakati şüpheli güçlü bir yönetici altında birleşmiş halde görmeyi istemeyen Romalılar da krallığı bölerek zengin doğuyu Adherbal'e, daha tenha olan batıyı ise İugurtha'ya vermişlerdir. Ancak Numidya'nın bütünlüğüne ve bağımsızlığına bu şekilde gölge düşürülmesine gönlü razı olmayan İugurtha, şahinler hizbinin de desteğiyle krallığın bölünmesine karşı bir ayaklanma başlatmış ve kardeşi Adherbal'i öldürerek devletin tek hakimi konumuna gelmiştir (mö 113 -112). Bunun üzerine Romalılar, mahmilerinin denetimini yeniden tesis etmek için konsüllük orduları marifetiyle bir dizi yıllık istila harekatı düzenlemiş ancak Numidyalılar, antikitenin en büyük gerilla komutanlarından biri olan İugurtha'nın liderliğinde her seferinde sert muarızlar olduklarını kanıtlamışlardır. Roma'nın somut bir başarı elde edemeden geçirdiği birkaç yılın ardından mö 109 yılında Afrika lejyonlarının komutanlığına konsül Quintus Caecilius Metellus atanmasıyla beraber savaş farklı bir boyut kazanmıştır. Gösteriş düşkünü bir aristokrat olan Metellus, seleflerinin aksine temsil ettiği devletin emperyal hırslarına paralellik gösterecek şekilde agresif bir askeri politika benimsemiş ve yaşanabilecek kayıpları göz ardı ederek ordusuyla birlikte mütemadiyen düşmanının üzerine gitmiştir. Bu tutum, ordunun moralini düzeltse ve bir dizi müstahkem mevkii ele geçirilmiş olsa da yine de Numidya üzerinde gerçekleşmesi beklenen tam hakimiyet tesis edilememiştir. Zira İugurtha, her akıllı kumandanın yapacağı üzere kendisinden sayı ve kaynak bakımından üstün bir kuvvete karşı meydan muharebesinden kaçınmaya devam etmiş ve Numidya'nın güney sınırındaki Gaetulia lı kabileler ile batıdaki Moritanya (bkz: Fas ) kralı Bocchus 'tan takviye kuvvetler edinerek yaşadığı kayıpları da telafi etmiştir. Bu şekilde süregiden yenişememe halini nihayete kavuşturacak kişi ise Afrika lejyonlarında Metellus'un legatus u olarak görev yapan kıdemli subay Gaius Marius olacaktır ... Gaius Marius, Orta İtalya'daki küçük dağ şehri Arpinum 'dan gelen bir "yeni adam"dır (bkz: novus homo ) ve şehri, Roma yurttaşlık hakkı nı ancak mö 188'de kazanabilmiştir. Binaenaleyh Marius, ailesinden senatörlük statüsü elde edecek ilk kişi olacaktır. Mö 130'larda İspanya 'da görev yaptıktan sonra 120'lerin sonlarından başlayarak Roma'da mö 115'te praetor luğa gelmesiyle doruğuna ulaşan bir dizi magistrat lık görevinde bulunan Gaius, aynı yıl kadim Patrici ailelerinden biri olan Iulii ile de bir evlilik bağı kurmuştur. Arpinum'dan gelen bir pleb için, Patrici Iulii'lerle birleşmek dikkat çekici toplumsal bir yükselme anlamına gelmektedir ancak doğrusunu söylemek gerekirse bu akit, Iulii'lerin de işine gelmiştir. Zira aile son zamanlarda şöhretini pek az arttırabilmiştir ve kişisel geçmişi ne olursa olsun Marius yükselen bir yıldız konumundadır. Kısa bir bocalama döneminin ardından Marius'un kariyeri, iyi subaylara ihtiyaç duyan Metellus'un kendisini mö 109 yılında Afrika'ya yardımcısı olarak davet etmesiyle birlikte kaldığı yerden devam eder. Ancak Marius mö 108 - 107 kışında ev izni alarak Roma'ya döndüğünde, savaşın yürütülme biçimini eleştirerek askeri başarısızlıktan yozlaşmış ve ehil olmayan kalıtsal bir aristokrasinin Roma siyasetindeki hakimiyetini sorumlu tutarak popülist bir programla konsüllüğe adaylığını koyar. Sonuçta Marius seçimi hakkıyla kazanır ve yüksek kamu görevini ifa etmesinin akabinde kendisine eyalet olarak, çok istediği Afrika verilir. Artık ipler, beklediği fırsatı ilmek ilmek örerek elde eden Marius'tadır ve yapması gereken tek şey zarları atmak olacaktır ... (bkz: alea iacta est ) Marius'un komutayı ele alması ile birlikte takip edeceği askeri strateji, yükleri geride bırakıp daha hafif bir şekilde ilerlemelerini sağlayarak roma kuvvetlerinin hareketliliğini arttırmak üzerine olur. Mö 107 yılında ordunun kollarından birinin başında, İugurtha'nın güneydeki mevzisi olan Capsa 'yı ani bir baskın ile ele geçirip yok etmek için çöle giren Marius, mö 106'da da aynı başarıyı tekrarlayarak, bu kez de Numidya'nın batı sınırına ulaşmak adına 1000 km'ye yakın bir mesafe boyunca ordusuyla beraber ilerler ve kralın ana hazinesinin de saklı olduğu müstahkem kaleyi ele geçirir. Romalıların yayıldığı alan ve elde ettikleri cezalandırıcı güç ile kendisinin ve İugurtha'nın meydan muharebesinde Romalıları yenmeyi başaramaması karşısında morali bozulan kral Bocchus, mücadeleyi bırakıp müttefikine ihanet etmeye karar verir. Velhasıl İugurtha kaçırılır ve Romalılara teslim edilir. mö 105 yılında Roma'da idam edilen İugurtha'nın ölümüyle birlikte Numidya'nın direnci kırılır ve savunmacı Roma emperyalizmi bir kez daha galebe çalmış olur. İugurtha karşısındaki zaferinden sonra Roma'ya dönen Marius, ivedi bir biçimde ikinci kez konsül seçilmiş ve aynı zamanda kendisine Gallia komutanlığı da verilmiştir. Zira birleşik Roma kuvvetleri, belki de Cannae Muharebesi 'nden bu yana yaşanan en büyük askeri felaketi Arausio Savaşı 'nda ( Orange Savaşı da denmektedir) Cimbri ve Töton lar karşısında yaşamış ve kuzeyde Gallia Transalpina 'da antik çağ kaynaklarının aktardığına göre 80.000 kişi kaybetmiştir. Mö 104 ile 100 seneleri arasındaki olağanüstü koşullar altında her yıl aynı göreve seçilmeye devam edecek olan Marius'un aralıksız süren 5 yıl konsüllüğünün Roma tarihinde daha evvel eşi benzeri görülmemiştir. Savaşın ardından 3 yıl boyunca Marius'un kuvvetleri tarafından bir şekilde Arausio'da tutulan göçebe Germenik topluluklar, nihayetinde İtalya'ya inmeyi başarmışlardır. Ancak Gaius aradan geçen 3 yılı, yok olan lejyonların yerine gelen yeni askerleri eğiterek geçirmiş ve onları savaşa hazır hale getirmiştir. Muarız kuvvetleri birbirinden ayırarak yok etmeyi planlayan Romalı kumandan, ilk olarak bir savaş hilesiyle Tötonları kendi üzerine çekerek Aquae Sextiae 'nin elverişsiz zemininde imha eder. Sıra Cimbrilere gelmiştir. Düşmanını yaz sıcağının altında uzun yürüyüşlere zorlayan Marius, Vercellae Savaşı 'nda ikinci kez ezici bir galibiyet elde ederek Roma'yı korkulu rüyası olan barbar istilası ndan kurtarmış olur. Marius'un ordularının mö 101 yılında kazandığı tek zafer bu da değildir. Konsülün önde gelen subaylarından biri olan Manius Aquilius , tecrübeli askerlerden oluşan bir kuvvetle beraber kuzey savaşlarından Sicilya 'daki yeni bir köle isyanını bastırmaya gönderilmiştir. Köle ordusunun büyüklüğü ile alakalı eskiçağ kaynaklarında verilen en yüksek sayı 40.000'dir ve isyancılar, yetersiz komutanlar ile moralini yitirmiş askerlerin karşısında bölgenin kırsal kesimini 3 yıl boyunca ellerinde tutmayı başarmışlardır. Ancak Marius'un kuvvetlerinin adaya ayak basmasıyla birlikte İkinci Sicilya Köle Savaşı , Roma'nın lehine hızlı bir biçimde nihayete ermiştir. 5 yıl içinde Gaius Marius'un askerleri Numidya'yı fethetmiş, Cimbri ile Tötonları yok etmiş ve Sicilyalı köleleri ezmiştir. Cumhuriyet kurtarılmış ve halkın, liderlerine olan inancı haklı çıkmıştır. Kendisini döneminin en büyük Romalısı olarak bulan Marius (bkz: primus inter pares ), eski emsallerine nazaran o kadar yüksek mertebeye ulaşmıştır ki; devletin yapısı, ağrılığı altında adeta yıkılacakmış gibi çatırdamaya başlamıştır. Ahval bu şekilde hasıl olurken, kralların katili sıfatına haiz olan senato ise yeni efendi lerine ancak çaresiz ve korkulu gözlerle bakabilmektedir. Kuşkusuz bu kendi kendini yetiştirmiş adam, elde ettiği başarılara yönelik halkın tezahüratının tadını çıkarırken, kalıtsal soyluların züppeliğine küçümseme ve tiksinme karışımı bir duyguyla bakmaktadır. Kendisi gibi türedi lerin önüne, ehil olmayanları "daha iyi insanların" rekabetinden korumak için dikilmiş olan engelleri, haksız ve kamu çıkarına aykırı olarak görmüş olmalıdır. Ancak Marius'u, senatörlerin yönetimine karşı bir devrimci, hatta radikal bir reformcu olarak görmek de yanlış olacaktır. Aksine, senatoya ve beraberinde getirdiği memuriyet ile ödüllere erişim, tıpkı diğer popülistler, bilhassa da yeğeni Julius Caesar gibi, onun da siyasi hırslarının zirvesini oluşturmaktadır. Marius'un gerçek anlamda roma tarihine damgasını vurması ise mö 101 - 100 yılları arasına tekabül etmektedir. O dönemde radikal bir pleb tribünü olan Lucius Appuleius Saturninus , muhtemelen Gaius'un "teşvikiyle" Gallia Narbonensis 'te savaşmış olan eski askerler için toprak tahsisi sağlayan bir yasa ile Sicilya , Achaia (bkz: Yunanistan ) ve Makedonya 'da yeni koloniler kurulmasına yetki veren bir yasayı gündeme getirir. Yakın geçmişte sırayla katlettikleri Gracchus Kardeşler 'in hatırası Demokles'in kılıcı misali tepesinde sallanırken senato, öneriye şiddetle karşı çıkar. Egemen Patrici sınıfının bu denli sert bir muhalif tavır takınmasının asıl sebebi ise; büyük oranda eski asker yerleşimcilerden oluşması önerilen toplulukların, generalin gücünü daha da berkitecek şekilde Marius'a sadık ve kalıcı bir blok oluşturacakları korkusudur. Hülasa Saturninus'un önerisi veto edilir. Fakat tam bu noktada sıra dışı ve daha evvel eşi benzeri görülmemiş bir olay cereyan eder: Marius kendisine bağlı eski askerleri, senatörlere bağlı ayaktakımını sokaklardan temizlemek, halk meclisini (bkz: Comitia Curiata ) toplamak ve pleb tribününün yasa teklifinin kabul edilmesini sağlamak adına başkente getirir. Asker, artık resmen siyaset arenasındadır ve bu bizzat Marius'un yarattığı, kendisinden sonra gelecek popülistlerin (bkz: Populares ) de kullanacağı yeni bir silah tır. Gaius'un ismini roma tarihine kazıyacak bir diğer önemli hamlesi ise ordu içinde gerçekleştireceği radikal reformlar olacaktır. Aslına bakılırsa Marius, ilk yüksek komutanlık zamanlarında roma ordusunu Numidyalılara ve Germanlara karşı seferlerinde daha etkin bir askeri araç haline getirmek adına birtakım ıslah hareketlerine girişmiştir. Kişisel başarılarıyla en tepeye kadar yükselen profesyonel bir subay olarak, muhtemelen kalıtsal soyluluktan gelen generallere nazaran daha az tutucudur ve kuşkusuz ordunun tevarüs ettiği, insan gücü yetersizliği, zayıf disiplin ve eğitim, düşük moral, sınırlı stratejik hareketlilik ve aynı ölçüde sınırlı taktik esneklik gibi olumsuzlukları gidermek adına kuralları çiğnemeye hazırdır. Gerçekten de Sulla 'nın, Pompeius 'un, Caesar 'ın ve Augustus 'un liderliğinde 200 yıl boyunca zaferden zafere koşan roma savaş makinesi , Geç Cumhuriyet döneminde Marius'un yarattığı yarı - profesyonel askerlerden oluşan ordudur. Askeri alanda yapılan en önemli değişiklik mülkiyet şartının kaldırılması ve Proletarii 'nin (nüfus sayımında kafa hesabıyla sayılan mülksüz yurttaşlar) lejyonlara katılmasına izin verilmesidir. Bu daha önce acil durumlarda (bkz: Cannae Muharebesi ), zaman zaman başvurulan bir uygulamadır ancak bu kez değişiklik kalıcı bir hal almıştır. Lejyonlar artık zayıflamakta olan bir toplumsal sınıftan, zorla askere alınan isteksiz kişilerden oluşmayacaktır. Askerlik, aralarından pek çoğunun ordunun verdiği ücreti ve askeri kariyeri, işsizlik ve yoksulluk karşısında çekici bir alternatif olarak gördüğü geniş ve giderek büyüyen Proletarii de dahil olmak üzere gönüllü ve askerliğe uygun tüm yurttaşlara açık hale getirmiştir. Çok uzak savaş bölgelerinde yıllar boyunca kalacakları seferlere gitmeye hevesli, uzun süre görev yapan ve daha sert eğitilen bu askerlere aynı zamanda Marius'un Katırları da denmektedir. Zira hareketliliği artırmaya kararlı olan generalleri, ordunun beraberinde taşıdığı yük katarlarının boyutunu azaltmış ve temel teçhizatı (ağır bir tunik, askeri pelerin, ağırlığı 20 kg'dan fazla olan zırh ve silah, yemek pişirme gereçleri, çit kazıkları, siper kazma araçları, günlerce yetecek tayın, su mataraları ve kişisel eşyalar) askerlerin sırtlarına yükletmiştir. Hastati , Principes ve Triarii arasındaki eski ayrıma ve bununla birlikte lejyonların 120 kişilik Maniples 'e bölünmesine son verilmesi de yine Marius döneminde yapılan askeri reformlardan bir tanesidir. Geleneksel anlayış yerine artık tüm lejyonerler aynı silahlara pilum (bir çeşit mızrak) ve gladius 'a (kısa kılıç) sahiptir ve yaklaşık 500 askerden oluşan tabur boyutunda bir birim olan kohort (bir lejyonun onda birine tekabül etmektedir) temel taktik birim haline gelmiştir. Miğfer ile zincirli zırh giyen ve büyük oval ya da dikdörtgen kalkanlar taşıyan lejyonerler hala ağır piyadelerdir fakat görece durağan ve esasen savunmaya yönelik bir hatta sabit kalmak yerine, artık bağımsız birimler halinde örgütlenmiş hareketli ani taarruz birliklerine dönüşmüşlerdir. Roma'nın yeni askerleri demokratik bir devrimin öncüleri değillerdir ve imtiyaz sahibi özel bir çıkar grubu olarak yalnızca "kendileri" için savaşmışlardır. Marius ve hizbi ise gerçekleştirdikleri devrim niteliğindeki hareketin akabinde 10 yıl daha roma siyasetinde hakim güç olmaya devam edeceklerdir. Geç cumhuriyet tarihinin bir sonraki büyük krizi, askerlerin halkçı bir reformcu kadar muhafazakar bir diktatör için de aynı şevkle savaşacaklarını gösterecektir (bkz: Sulla ). Roma'nın kabuk değişimini tamamlaması artık an meselesidir ... Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Mary Beard'den SPQR - Antik Roma Tarihi, Suetonius'tan On İki Caesar'ın Yaşamı, Adrian Goldsworthy'den Roma Nasıl Çöktü ? / Bir Süper Gücün Ölümü ve Neil Faulkner'dan Roma: Kartalların İmparatorluğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Mısır'da Helen Hakimiyeti / Ptolemaios Hanedanlığı ve Kleopatra

    B üyük İskender mö 331'de Mısır'ı Pers lerden aldığında, aynı yıl İskenderiye 'yi kurmuştur. Her ne kadar bu şehir büyük fatihin adını taşıyan pek çok yerleşkeden yalnızca biri olsa da zaman içerisinde diğerlerini gölgede bırakacaktır. İskender'in ölümüyle birlikte devasa imparatorluğu kendi krallıklarını kurmak isteyen generalleri tarafından parçalanmış ve aralarında en başarılarından biri olan Lagos oğlu Ptolemaios ; 1. Ptolemaios Soter yani "kurtarıcı" adını alarak, başkenti İskenderiye olmak üzere Mısır'da bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu hırslı adamın faaliyetleri yalnızca yukarıda bahsini geçirdiklerimiz ile de sınırlı kalmamış, İskender'in cenaze konvoyunun önünü keserek büyük fatihin İskenderiye'de defnedilmesini de sağlamıştır. Bilahare Ptolemaios'un kurduğu hanedanlık yalnızca Mısır ile sınırlı kalmayacak ve Cyrenaica , Filistin , Kıbrıs ile Anadolu 'nun muhtelif bölümlerini de kapsayan bir imparatorluğu 300 yıl boyunca yönetecektir. Ancak Ptolemaios hanedanlığının hakimiyet alanı, isyanlar ve Antigonos hanedanı tarafından idare edilen Makedonya krallığı ile Seleukos imparatorluğu gibi İskender'in diğer ardıllarının yükselişe geçmesiyle beraber bilhassa uzak bölgelerdeki topraklarda olmak üzere azalmıştır. Nitekim üç rakip devlet arasındaki güç dengesi mütemadiyen değişmiş fakat mö 48'e gelindiğinde bu muvazene, rakiplerinin ortadan kalkmasıyla birlikte Ptolemaioslar lehine bozulmuştur. Makedonya, mö 146'da başlayan sürecin sonucunda bir roma eyaleti haline gelmiş; Seleukosların mö 64 yılında başlayan taht mücadelesinin akabinde ise Pompeius , Suriye 'yi Roma hükmü altına almıştır. Ptolemaios hanedanlığı ise hasımlarına nazaran daha farklı bir dış politika izlemiş ve Roma'nın gücü daha bölgeye nüfuz etmeden evvel Cumhuriyet ile ittifak içerisinde olmuştur. Ancak Ptolemaioslar hayatta kalsa da Roma'nın genişlemesinden fazla bir yarar sağlanamamış ve hatta bu durum mö 2. yüzyılda başlayan gerilemelerinin ana nedenlerinden birini teşkil etmiştir. İnhitatlarının bir diğer sebebi ise hanedanlık içerisinde sonu gelmeyen taht kavgaları olmuştur. Kız kardeşiyle evlenen 2. Ptolemaios, aile içerisindeki evliliklere dayanan ve hanedanın sonuna kadar sürecek bir gelenek başlatmış; bu sayede diğer aristokrat ailelerin taht üzerinde hak iddia etmelerinin önüne geçmek istemiştir. Fakat bu husus aynı zamanda halefiyet sırasıyla alakalı son derece şiddetli tartışmaların da hasıl olmasına sebebiyet vermiş ve kraliyet ailesinin farklı bireyleri çevresinde gruplaşan zümreler, güç kazanma arzusuyla hizipleşme ile istikrarsızlığa neden olmuştur. Velhasıl sıklıkla baş gösteren iç savaşlar esnasında arabuluculuk görevi üstlenen Roma'nın bir tarafı resmi olarak tanıması, o kişinin hükmüne meşruiyet kazandırmış ancak aynı zamanda krallığın git gide bağımsızlığından yoksun kalmasına da yol açmıştır. Mısır, son derece zengin bir ülkedir ve İskenderiye'nin antik dünyanın en büyük limanlarından biri olması hasebiyle bu verimlilik kısmen ticaretten kaynaklanıyor olsa da ahvalin bu şekilde hasıl olmasındaki başlıca etken tarımdır. Nil nehri 'nin her sene yaşadığı taşkınların ardından suların çekilmesiyle birlikte çiftçiler nemli ve verimli toprağa ekim yapmaktadırlar. su baskının boyutları seneden seneye değişmekte; Eski Ahit 'in Yaratılış Kitabı 'nda ifade ettiği gibi kimi zaman bolluk, kimi zaman ise kıtlık yaşanmaktadır. Nihayetinde Nil vadisi'nin eşsiz bereketi yüzyıllar önce kadim mısır uygarlığının gelişmesini ve inşa ettiği muazzam anıtları mümkün kılmıştır. Hülasa Ptolemaiosların gücü Mısır'a bağlıdır ve çoğu kendilerinden önce de var olan gelişkin bürokrasi sistemi, bu verimden optimum şekilde faydalanmalarını sağlamaktadır. Yine, tapınaklar, sistemin önemli bir parçasını oluşturmaktadır ve bunların ekseriyeti Helenleşme ye maruz kalmadan kadim Mısır din ve inanışlarını devam ettirmektedirler. Geniş arazilere sahip olmalarının yanı sıra önemli üretim ve ticaret merkezleri durumundaki tapınakların imtiyazlı statüleri vardır ve çoğu vergiden muaf tutulmaktadır. Binaenaleyh mö 1. asırda pek çok hırslı Romalı için Mısır, büyük bir servete kavuşma olanağı sunmaktadır. Yazımızın bir diğer konu başlığı olan Mısır kraliçelerinin tartışmasız en meşhurlarından biri olan Kleopatra 'nın yaşamı ise bambaşka bir hikayedir. Kleopatra'nın babası olan 12. Ptolemaios, 9. Ptolemaios'un gayri meşru oğludur. 9. Ptolemaios, annesi tarafından ortak hükümdar ve "koca" ilan edilerek mö 116'da tahta çıkarılmış, bilahare obez kardeşi 10. Ptolemaios lehine iktidardan "feragat" etmiştir. Nihayetinde ise geri dönüp hem annesini hem de kardeşini zorla tahttan indiren 9. Ptolemaios, mö 81'deki ölümüne dek hüküm sürmüştür. Kendisinin halefi olan yeğeni 11. Ptolemaios, aynı seleflerinde olduğu gibi "koca ve ortak hükümdar" sıfatıyla üvey annesiyle birlikte idareyi ele almış; daha sonra ise bir suikast sonucunda hayatını kaybetmiştir. Ardılı 12. Ptolemaios, Sulla tarafından Mısır kralı olarak tanınmış ve kendisine Yeni Dionysos ismini takmıştır. Ancak Kleopatra'nın babası halk arasında biraz da alayla Auletes yani flütçü olarak bilinmektedir. Mö 65 yılında Crassus , Censor luğu esnasında 10. Ptolemaios'un ülkesini Cumhuriyet'e miras bıraktığı vasiyetine dayanarak Mısır'ı roma topraklarına katmaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Ancak Romalıların, Mısır'ın sahip olduğu zenginliği ele geçirme arzusunun sonu yok gibi gözükmektedir. Nitekim mö 59'a gelindiğinde konsül olarak görev yapan Caesar , Roma halkının "dostu ve müttefiki" şeklinde tanınması karşılığında 12. Ptolemaios tarafından söz verilen 6.000 talentlik muazzam ölçekteki rüşveti Pompeius ile paylaşmış ve bu durum şüphesiz Caesar'ın Mısır'a kaçmasına neden olan mö 58 yılındaki ayaklanmanın nedenlerinden birini teşkil etmiştir. Tahtı ele geçirmek için ihtiyaç duyduğu desteği sağlamak adına Roma'yı ziyaret eden Ptolemaios'un bu esnada 11 yaşındaki kızı Kleoptra'yı da yanına almış olması muhtemeldir. Pek çok kişi, bahsini geçirdiğimiz üzere, Mısır'a sefer çıkmak için "yanıp tutuştuğundan" ve minnettar bir kralın göstereceği lütufların cazibesine kapıldığından söz konusu durum şiddetli tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Ptolemaios'u yeniden tahta çıkarma görevi mö 57 senesinin konsülü olan Publius Lentulus Spinther 'e ( Corfinium 'da Caesar'a teslim olan kişidir) verilmiş ama rakiplerinin (senato) bunu "yanında bir ordu olmadan" yapması gerektiğine kanaat getirmesiyle birlikte mezkur plan hayata geçirilememiştir. Nihayetinde Auletes 'in tahta çıkabilmesi için kendisi sürgüne gönderildikten sonra vekaleten yerine geçen kızı 4. Berenike 'yi öldürmesi gerekmiş ancak bu saltanatı da uzun ömürlü olmamış ve mö 51'de hayatını kaybetmiştir. Auletes'in yani 12. Ptolemaios'un ölümünün akabinde taht, üçüncü kızı olan meşhur 7. Kleopatra ile büyük oğlu 13. Ptolemaios'a kalmıştır. Vasiyetinin bir kısmını Roma'ya emanet etmesi ise Cumhuriyet'in gücünü tanıdığının bir işaretidir. Abla ve kardeş, geleneğe uygun olarak evlenir. Genç yaşına rağmen güçlü bir karaktere sahip olan Kleopatra, saltanatının ilk yıllarında çıkardığı fermanlarda kardeşinin isminden dahi bahsetmeyecektir. Çocuk yaştaki kral ise henüz ablasının karşısına çıkamamakta ancak hadım Pothnius ile ordunun kumandanı Akhillas 'ın başını çektiği hizip tarafından mücadele için hazırlanmaktadır. Ahvalin bu şekilde hasıl olması ise halk arasında yavaş yavaş huzursuzluğun baş göstermesine de sebebiyet vermiştir. Mö 49'da Pompeius, oğlu Gnaeus 'u Mısır'a göndererek Makedonya'da toplanan ordusu için destek talep etmiştir. Kleopatra bu isteği geri çevirmemiş ve zamanında Gabinius tarafından geride bırakılmış bir bölük askerin yanı sıra elli gemilik bir yardımda bulunmuştur. İmparatorluğun gücü ve babasının Pompeius'a olan borcu göz önüne alındığında Romalıların taleplerini yerine getirmek son derece mantıklıdır ancak bu tutum bilhassa halk nezdinde hoş karşılanmamıştır. Ordunun ekseriyetini kontrolleri altında tutan naipler, vaziyetten görev çıkarmaya karar vermişler ve bunun sonucunda İskenderiye halkının da desteğiyle Kleopatra başkentten sürülmüştür. Arabistan ve ardından Filistin 'e sığınan kraliçe, ancak mö 48'in yazında ordusuyla birlikte tahtı ele geçirmek üzere geri dönebilmiştir. Kaderin bir cilvesiyle tam bu esnada önce Pharsalus Muharebesi 'nin mağlubu kaçak Pompeius, daha sonra ise onun peşindeki muzaffer Caesar Mısır'a ayak basmıştır. Bu nihai varış noktasında Büyük Pompeius başından olacak iken, Gaius ise kendisini hiç beklemediği bir savaşın taraflarından biri olarak bulacaktır ... (bkz: İskenderiye Savaşı ) Kleopatra ismi, antik dünyanın günümüze ulaşanlar arasında en fazla tanınanlardan biridir ancak buna rağmen onun gençlik yılları veyahut Caesar ile olan ilişkisine dair pek fazla bilgiye sahip değiliz. Hayatının daha sonraki dönemleri ve Marcus Antonius ile ilişkisi hakkında daha çok şey biliyoruz lakin elimizdeki kaynakların Kleopatra 'nın ölümünden çok sonra yazıldığını ve aşıklar ile savaşa giren Augustus 'un propagandasından mütevellit çarpıtıldığını göz ardı etmemeliyiz. Velhasıl dönemi incelerken Kleopatra'nın popüler kültürdeki imajından azade bir şekilde kesin bildiğimiz konular üzerinden yorum yapmak daha doğru olacaktır. Caesar mö 48 yılında Mısır'a vardığında Kleopatra, neredeyse 21 yaşındadır ve 4 seneden beri kraliçelik görevini ifa etmektedir. Son derece zeki olmasının yanında üstün bir Hellen tedrisatından da geçmiş olan Kleopatra, geç tarihli kaynaklara göre kozmetik ve kuaför lükten bilim ve felsefeye kadar uzanan birçok farklı konuda kitaplar yazmıştır. Aynı şekilde, seçkin bir dilbilimci de olan kraliçe, komşu ülkelerin lideriyle konuşurken çevirmene ihtiyaç duymamaktadır. Kleopatra bir " outsider " olmasına rağmen Mısır'ın geleneksel inanışlarını desteklemiş ve bununla beraber dini ritüellerin detayları ile son derece yakından ilgilenmiştir. Yaşamının ilerleyen dönemlerinde, kendisini bir Yunan tanrısına benzeten babasının aksine bir Mısır tanrıçası seçmiş ve Yeni İsis lakabını almıştır. Plutarkhos 'a göre Ptolemaios Hanedanlığı'nın Mısır dilini konuşabilen ilk üyesi olan kraliçe, aynı zamanda son derece acımasız da bir hüviyete sahiptir. Kleopatra'ya yönelik en sık sorulan sorulardan biri de gerçekte neye benzediğine dairdir. Bastırdığı sikkelere bakacak olursak sert bir görünüşe sahiptir ancak elbette bunun nedeni betimlerin onu güzel gösteren bir portre sunma değil, kudret ve otoritesini yansıtma amacı taşımasıdır. Muhtelif sikkelerde korozyon nedeniyle uzun, kavisli burnu ve sivri çenesi daha belirgin bir hal almış olsa da Aşkelon 'da basılan diğerleri daha genç ve yumuşak hatlı bir kadını tasvir etmektedir. Madeni paralar ve büstler, kraliçeyi istinasız bir biçimde arkadan toplanmış saçlarıyla (akademik dünyada geleneksel olarak bu saç tarzına kavun şekli denir) ve Helenistik hükümdarlara özgü diadem ile (bir çeşit taç) lanse ederler. Önünde sonunda Kleopatra'nın son derece çekici bir kadın olduğunu ve hangi devirde yaşarsa yaşasın böyle kabul edileceğini söylememiz gerekir. Güzel olmasının yanı sıra zeki, çok yönlü, latif, canlı ve son derece cazibelidir. Buna bir kraliçe olmanın ona verdiği alımı ve politik önemi de kattığımızda çağının en kudretli Romalılardan ikisini etkilemesinde şaşırılacak bir taraf yoktur. Ne saç, ne de ten rengi bilinmektedir. kimilerine göre siyahi olduğu iddia edilse de bu kanıyı destekleyecek bilimsel bir veri bulunmamaktadır. Ptolemaioslar, Makedonyalı bir hanedandır fakat ailede hem yunan hem de pers kanı bulunmaktadır (evlilikler hasebiyle). Kraliçenin annesinin kimliği konusu da tartışmalıdır. Eğer babası iddia edildiği gibi öz kardeşi ile evlendiyse mezkur denkleme babaanneyi de katmamız gerekecektir. Zira babaannesinin bir cariye olduğu yönündeki yaygın savda gerçeklik payı var ise; bu onun Makedonyalı olmadığı, Mısır'dan veya daha uzaklardan geldiği anlamını taşımaktadır. Ancak daha önce de ifade ettiğimiz gibi elimizdeki verilerden yola çıkarak kesin bir yargıya varmak mümkün değildir. Mevzubahis muğlak durum da kaçınılmaz bir şekilde muhtelif Kleopatra profillerinin hasıl olmasına sebebiyet vermiştir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Adrian Goldsworthy'den Caesar, Plutarkhos'tan Marcus Antonius ve Emil Ludwig'ten Kleopatra adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Doğu’nun Fatihi mi, Batı’nın Maceraperesti mi ? / Haçlıların Asi Prensi Antakyalı Bohemond'un Destansı Yolculuğu

    Bizans imparatoru Aleksios Komnenos'un kızı ve aynı zamanda bir tarihçi olan Anna Komnena, Alexiad adlı eserinde Guiscard Robert 'ın en büyük oğlu Bohemond hakkında yazmaya başladığında korkuyla birlikte istemsiz bir saygı duygusunun kendisinde hasıl olduğunu ifade eder. Prensese göre; görünüşü hayranlık uyandıran ve adı düşmanlarına dehşet saçan bir adam olan Bohemond, yine kendisinin ifadeleriyle "görülmeye değer bir mucize"dir. Devasa cüssesi, kibirli ve kurnaz tavırlarıyla Bohemond, birçok açıdan anna'nın eserinin anti hero 'su ve Bizans imparatoru 1. Aleksios'un taban tabana zıttıdır. Alexiad'da güney İtalyalı bir normana bu denli geniş bir yer verilmesi ise değildir; zira Komnenos'un 37 yıllık iktidarı boyunca hiç kimse onu Bohemond kadar devamlı bir şekilde rahatsız etmeyecektir. Aleksios'a iktidar yolunu açan Roussel de Bailleul tehdidinin sona ermesi Anadolu 'daki norman devlet inşası nın bir bakıma sonunu getirmiştir, ancak bu gelişme yakında Hauteville hanesinden gelecek daha ciddi tehditlerin yalnızca başlangıcı mahiyetinde olacaktır. 11. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle güney İtalya'yı tek bir bayrak altında toplamış olan Bohemond'un babası Guiscard Robert, Hauteville lerin bir gün Doğu Roma İmparatorluğu tahtına oturabileceğini tahayyül edebilecek kadar hırslı, azimli ve tabiri caizse maceraperest bir norman asilzadesidir. Bu bağlamda Güney İtalya'nın fethini tamamlamasının akabinde gözünü Adriyatik 'in diğer yakasındaki Bizans eyaletleri olan Yunanistan ve İlirya 'ya diken Guiscard, 1071'de imparatorluğun Malazgirt 'te Selçuklu Türklerine karşı yaşadığı hezimetin akabinde dalında koparılmaya hazır olgun bir meyve durumunda olduğuna kanaat getirmiş durumdadır. Yaklaşan seferlerin kilit ismi ise Alberada 'dan (ilk eşi) doğan ilk oğlu Bohemond olacaktır. Yaşadığı dönemde bir efsane haline gelecek olan Bohemond'un gerçek ismi ise Mark 'tır. Norman kaynakları bu ismin Guiscard'ın Güney İtalya'daki ilk üssü olan Calabria 'daki San Marco Argentano 'dan geldiğini aktarmaktadırlar. Mark ismi etimolojik olarak bir norman değil, Grek - İtalyan adıdır ve yeni doğanın ailesi belli ki onun geleceğini İtalya'nın dışında, Bizans topraklarında görmüştür. Ancak verilen isim kadar önemli başka bir konu da Mark'ın hangi ad ile anıldığıdır. Bohemond ismi aslında Guiscard'ın bir ziyafet esnasında hakkında birtakım öyküler duyduğu bir devin adıdır. Mezkur efsanevi figür ile kendi "dev gibi" oğlu arasındaki benzerlikten etkilenen Robert, şölenin ardından genç prensi Bohemond olarak adlandırmaya başlamıştır. Mark ise yeni ismine adapte olma konusunda herhangi bir zorluk yaşamayacaktır ... Bohemond neredeyse her açıdan çağdaşlarının üzerindedir. Anna Komnena eserinde onun en uzun boylu erkeklerden bir arşın (yaklaşık 44cm) daha uzun olduğunu belirtmektedir. Bunun yanı sıra soluk teni ve açık renk saçlarıyla (İskandinav mirasının bir ürünü) Bohemond, bulunduğu her ortamda kaçınılmaz bir şekilde dikkatleri üzerine çekmektedir. Kesin doğum tarihi bilinmemek ile birlikte 1050'li yılların ortalarında doğduğu tahmin edilen Bohemond; ilk askeri deneyimini babasına isyan eden Capualı Jordan ile Conversonolu Goeffrey 'nin üzerine sevk edilen birliklerde yer alarak tecrübe etmiş , 1081 yılında ise Guiscard tarafından emrine bir filo verilerek Korfu 'ya yani Bizans'a saldırma ve mümkünse anakarada üsler geçirme görevini üstlenmiştir. 4 yıl sürecek olan seferde Güney İtalya normanları kısmi başarılar elde etmiş olsa da, uzun vadede lojistik, levazım ve adam eksikliğinden dolayı Yunanistan'da veyahut Balkanlar'da kalıcı olmayı başaramamış ve nihayetinde 17 temmuz 1085'de Robert Guiscard'ın sıtma ya da vebadan ölmesi hasebiyle bölgeden geri çekilmek durumunda kalmışlardır. Ancak Robert'in Doğu İmparatorluğu hayali Bohemond'da yaşamaya devam edecektir. Aleksios belki mücadelenin ilk raundunu kazanmıştır fakat gelecek günler çok daha büyük sürprizlere gebedir ... Orta Çağ'ın görece en önemli olayı olan Birinci Haçlı Seferi , sonuçları bakımından bugün dahi görülebilen bir miras ortaya çıkarmıştır. Ancak bu önemli hadisenin sıklıkla unutulan bir boyutu da normanlardır. Zira Haçlıların ekseriyeti Normandiya ve Güney İtalya 'dan gelmek ile kalmamış, aynı zamanda bu girişimin kendisi de daha önceki norman faaliyetlerinden beslenmiştir. Fatih William ve Robert Guiscard 'ın başarıları, Batı Avrupa aristokrasisine yabancı topraklarda riskli girişimler ile neler başarılabileceğini ilk kez göstermiştir. Binaenaleyh erken dönemli norman kazanımları ile Birinci Haçlı Seferi arasında doğrudan bir bağlantı kurulabilmektedir. Haçlıların önde gelen liderlerinden birisi de, yazımızın ana karakteri olan Tarantolu Bohemond 'dur. İtalya ve Adriyatik'te kendisine göre bir mirasa sahip olamayan bu maceraperest norman, şöhret ve servet arayışıyla şansını Doğu'da deneyecektir. Bohemond'un yakınındaki anonim birisi tarafından kaleme alınan ve haçlı seferini anlatan Gesta Francorum , norman prensinin hareketten ilk kez 1096 yılının başlarında o dönemde bağlı olduğu lordu ve aynı zamanda üvey kardeşi olan Roger Borsa ile birlikte Amalfi 'yi kuşatırken haberdar olduğunu bildirir. Bu haberden ilham alan Bohemond hemen harekete katılma sözü vermiş ve pelerinini kesmek suretiyle kendisine katılmak için akın eden insanlara haç şeklini vermiştir (bkz: coup de theatre ). Bohemond'un aklında muhtemelen Kutsal Topraklar 'ı kurtarmaktan daha fazlası vardır. 1080'lerdeki balkan seferlerinde yaşanan başarısızlıktan mütevellit Tarantolu'nun Aleksios ile kapanmamış bir hesabı bulunmaktadır ve tarihçi Geoffroi , Bohemond'un sefere uzun zamandır doğu imparatorluğu üzerindeki emellerini gerçekleştirmek adına büyük bir şevk ile katıldığını aktarır. Bizans'ın Papa 2. Urbanus'a yaptığı yardım çağrısı sonucunda gerçekleştirilecek olan bu harekatta imparatorluk hizmetine girmek, Bohemond'un çıkarları ile örtüşmüyor gibi gözükebilir fakat Tarantolu, 11. yüzyılın değişken dünyasında kurtların nasıl kuzuya dönüşebileceğini çok iyi bilmektedir ... Haçlı seferine katılma kararını hızlı bir şekilde vermiş olsa da Bohemond, önündeki ayları sefere hazırlanmak için geçirecek kadar tecrübelidir. Bulunduğu coğrafya sayesinde kuzeyli mevkidaşlarına nazaran daha az yol kat etmesi gerekmekte ve güzergahı çok iyi bilmektedir. Binaenaleyh acelesi yoktur ve nitekim ekim 1096'da Brindisi 'den ayrılarak, 1080'lerdeki Balkan seferlerinin çarpıcı bir tekrarı olarak İlirya kıyısındaki Valona yakınlarında karaya çıkar. Bunu yaparken İtalya'dan geçen diğer haçlı gruplarıyla da yollarını ayıran Bohemond'un bu davranışları muhtelif çevrelerde Bizans imparatoruna karşı bir saldırı planladığına dair bir izlenim yaratır. Ancak geleceğin Antakya prensi'nin yola ilk çıktığı zamanki düşünceleri ne olursa olsun nihayetinde Papa Urbanus 'un planına sadık kalmaya karar verir. Çevresinde hasıl olan tedirginliğin farkında olan Bohemond, bu korkuları yatıştırmak adına adamlarını yeğeni Tancrede de Hauteville 'in idaresine bırakır ve imparator ile görüşmek üzere Konstantinopolis 'e geçer. Aleksios ustaca bir diplomasiyle Bohemond'u iş birliği yapmanın her ikisinin de çıkarına olduğuna ikna eder ve Tarantolu da kendi adına Bizans'ın davasına bağlılık yemini eder. Seferin diğer liderlerinden biri olan Godefroy , Bohemond'un ettiğine benzer yeminleri ancak baskı altında kabul ederken, Saint Gilles li Raymond açıkça yemin etmeyi reddeder. Ancak bohemond farklı bir oyun oynamaktadır. Geçmiş yıllarda farklı norman liderleri de doğu imparatoruna sadakatlerini sunmuşladır. Hatta Bohemond'un babası Guiscard dahi 1074'te Nobilissimus olduğunda Bizans'ın hizmetine girmiştir. Dolayısıyla Bohemond yemin etmekten kaçınmak yerine, bunu yapmak için mümkün olan en büyük tavizleri koparmaya çalışmaktadır. Bu noktada maceraperest normanın ihtiraslarını en saf haliyle görürüz: Haçlı seferi onun adına amaca ulaşmak için yalnızca bir araçtır. 1097 yılında Anadolu platosuna geçerek nihai hedefe doğru (bkz: Kudüs ) ilk adımı atmış olan baronların liderliğindeki haçlı ordusu, bu süreçte Anadolu Selçuklu devleti sultanı Kılıç Arslan 'ın sert direnişi ile karşılaşmış olsa da ilerleyişini sürdürmüş ancak fazlaca yıpranmıştır. İaşe ve lojistik anlamındaki sıkıntılar, adam kayıpları ve verilen sözlere binaen Ön Asya'da geri alınan yerlerin tekrardan Bizans'ın idaresine bırakılması, bir süre sonra komutanlardan başlayarak tüm haçlılar arasında büyük bir huzursuzluğun hasıl olmasına sebebiyet vermiştir. Bu durum beraberinde kaçınılmaz bir şekilde birtakım kopmaları da getirmiş ve ilk adım Edessa 'da (bkz: Urfa ) Orta doğu'daki ilk haçlı devleti'ni kuracak olan Baudoin 'den gelmiştir. Kendi kazanımlarını korumak adına safları bozmak isteyenler için bir model oluşturacak olan bu hadise, aynı zamanda Bohemond'un da beklediği işmar niteliğindedir. Baudoin'in bağımsızlığını ilan etmesinin akabinde Aleksios ile haçlılar arasındaki ilişkiler iyiden iyiye bozulmuş ve ocak 1908'de imparatorun temsilcisi olan Tatikios 'un bir daha dönmemek üzere ordudan ayrılmasıyla birlikte gerginlik zirve noktasına ulaşmıştır. Bohemond da tabii olarak vaziyetten kendisine görev çıkarmakta gecikmemiş ve ordunun içinde bulunduğu durumdan Aleksios'u sorumlu tutarak onu bir hain ilan etmiştir. Daha da ileri gitmekte herhangi bir beis görmeyen Tarantolu, Aleksios'un pazarlığın kendisine düşen kısmını yerine getirmemesi hasebiyle haçlıların artık yeminlerine bağlı olmaları gerekmediğini de ileri sürmüştür. Velhasıl taşların yavaş yavaş dizildiği bu strateji oyununda Bohemond'un hedefi artık tüm çıplaklığı ile ortadadır: Antakya . Zor ve uzun geçen bir kuşatmanın ardından Bohemond'un, surların bir kısmının komutanı olan Firuz adlı bir Ermeni ile anlaşması sonucunda 2/3 haziran gecesi haçlıların bir kısmı şehre girmiş ve akabinde ordunun geri kalanına Antakya'nın kapılarını açmışlardır. Haçlılar sıkıntılarında birleşmiş olsalar da zaferin ardından bölünmekte gecikmemişlerdir. Zira Bohemond, son saldırıdan önce verilen sözlere uygun olarak Antakya'nın kendisine teslim edilmesinde ısrar etmektedir. Ancak başta Saint Gillesli Raymond olmak üzere kuvvetin diğer üyeleri bu fikre karşı çıkmışlardır. Anlaşmazlık bir süre daha devam etse de Bohemond'un geri adım atmayı reddetmesi sonucunda Raymond kaçınılmaz olanı nihayetinde kabul etmiş ve ordunun geri kalanı ile birlikte Kudüs yolculuğuna devam etmiştir. Tahmin edebileceğimiz üzere Bohemond'un kariyeri Antakya'yı ele geçirmesiyle sona ermemiş; entrikaları ona büyük bir ödül ama aynı zamanda azılı pek çok düşman da kazandırmıştır. 2 yıl boyunca bölgedeki konumunu sağlamlaştırmak adına faaliyetlerde bulunan Bohemond, ağustos 1100'de beklenmedik bir şekilde Danişmend Türkleri tarafından yenilgiye uğratılmış ve esir alınmıştır. Tarantolu, 3 yıl boyunca esaret hayatı yaşarken ise Antakya'yı yeğeni Tancrede de Hauteville ustalıkla korumuştur. Nihayetinde 1103 yılında geri döndüğünde topraklarını genişletme konusunda çok az ilerleme kaydedebilen Bohemond, 1104 yılının yazında Türkler tarafından tekrar yenilgiye uğratılmış ve tutumunu değiştirmeye karar vererek, adam toplamak adına ülkesi F ransa 'ya geri dönmüştür. 1107 yılında harekete geçmeye hazır olduğunda ise beklenenin aksine Antakya'ya geçmek yerine eski ihtiraslarının peşinden gitmiş; açık kalan hesabını kapatmak ve doğu imparatorluğu ile ilgili tasarruflarını hayata geçirebilmek adına Yunanistan üzerinden Aleksios'a saldırmıştır. Ancak Bizans imparatoru geçmiş hatalarından ders almış gibi gözükmektedir ve uzun süren yıpratıcı bir mücadelenin akabinde Bohemond, barış istemek zorunda kalmıştır. Yapılan Diabolis Antlaşması 'yla Tarantolu, Antakya'daki Bizans hakimiyetini (yalnızca kağıt üzerinde) kabul etmiş ve Kilikya 'daki ihtilaflı bölgelerin hemen hemen hepsini geri vermeye razı olmuştur. Gururlu Hauteville için "Diabolis" tam bir aşağılamadır ve binaenaleyh Antakya'ya dönüp şehrinin Bizanslıların eline geçtiğini görmek yerine 3 yıl sonra öleceği Güney İtalya'nın yolunu tutmuştur. Bu, Bohemond'un Aleksios'a oynadığı son oyun olacaktır. Onun yokluğunda antlaşmanın yükümlülükleri asla uygulanmamış ve Bohemond'un yeğeni Tancrede de Hauteville , Antakya'da hüküm sürmeye devam etmiştir. Tancrede'nin ardından Bohemond'un oğlu 2. Bohemond dizginleri ele almış ve Hauteville ailesi, bölgede önemli bir güç olarak kalmaya devam etmiştir. Bohemond'un hayatına ve icraatlarına dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Ernoul kroniği, Malcolm Barber'dan Haçlı Devletleri Tarihi, Levi Roach'tan Normanlar, İbn Kalanisi'den Şam Tarihine Zeyl, Thomas Asbridge'den Haçlı Seferleri ve Kelly Devries ile Iain Dickie'den Haçlı Seferleri / Dünya Savaş Tarihi 5 adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • 20. yüzyılı şekillendiren toplantı / tahran konferansı

    1943 yılının sonbaharında Almanlar Kafkaslar 'dan çekilirken, artık ne Caucasus ne de İran petrolleri Mihver 'in tehdidi altındadır. Binaenaleyh bu durum S talin 'i savaşın ilk yıllarındaki perişan halinden çıkartarak daha da güçlendirmiş ve bir bakıma Rusya , Kırım Savaşı öncesi konumunu geri kazanmıştır. Tehditkar ideolojisiyle yeniden bir süper güç haline gelen Sovyet lerin bu başarısındaki aslan payı ise grotesk bir şekilde Hitler 'e aittir. Nazilerin 1941 ve '42 yıllarında Ruslara yaşattığı ağır kriz, Sovyet liderliğinin nihayet rasyonelleşmesini (mali ve askeri alanda) sağlayan bir sistem şoku işlevi görmüştür. Hülasa Moskova artık sahnelere geri dönmüş ve bunun bir göstergesi olarak Stalin'in İngiliz ve Ruslar tarafından işgal edilmiş olan İran 'ın Tahran şehrine bir seyahat gerçekleştirmesi planlanmıştır. Ancak mezkur yolculuğun görünenin dışında farklı bir sebebi daha vardır. Takvim yaprakları 1943 yılının kasım ayını gösterdiğinde, tam da Kızıl Ordu 'nun Kiev 'i Nazilerden geri aldığı ve eski sınırlarına yaklaştığı bir tarihte, kadim Acem başkentinde müttefikler bir konferans düzenlerler ve burada Rusya'nın Doğu Avrupa egemenliği dolaylı yoldan da olsa tanınır. Neredeyse son 40 yılını savaşarak geçiren dünya, artık tükenmiş durumdadır ve büyük harbin ivedi bir şekilde sona erebilmesi için Nazi savaş makinesi 'nin yok edilmesi gerekmektedir. Anglo - Amerikan birliği ehvenişerde komünizm in yanında yer almak zorunda kalmış ve 200 yıllık ingiliz sorusu olan "Almanya mı, Rusya mı ?" sorusunun cevabı, yine ve yeniden Rurik 'in çocuklarından yana olmuştur. Madalyonun bir diğer yüzünde ise Churchill ile Roosevelt arasındaki bağlar giderek zayıflamaktadır. Elbette ikili, savaş devam ederken kamuoyunu memnun etmek adına iyi geçiniyor görünmek zorundadır. Nihayetinde her iki devlet adamı da dünya tiyatrosunun baş aktörlerindedir ve yine, Atlantik 'in iki aristokrat ı arasında belirli bir ölçüde ortak bir anlayış da egemendir. Ancak gerilimin giderek tırmandığı, dikkatli gözlerden kaçmamaktadır. Herkesin aklında olan fakat açık bir şekilde dile getirmeye çekindiği en önemli soru ise, savaşın ardından İngilizlerin (ve Fransız ların) imparatorluklarını yeniden kurup kurmayacaklarına dairdir. Roosevelt ve neredeyse tüm Amerikalılar imparatorluklar fikrine şiddetle karşı çıkmaktadırlar ve kesinlikle mevcut düzenin sürdürülmesinin bedelini ödemek istememektedirler. Nitekim Yeni Dünya 'da, İngilizlere uygulanan ödünç verme politikası konusunda bitmek bilmeyen tartışmalar gerçekleşmektedir ve Britanya 'nın Yankee lerden aldığı yardımları kendi mallarının ihracatını arttırmak adına kullanması, bu tartışmaları daha da alevli hale getirmektedir. Tansiyonu düşürmek adına 1944 yılının temmuz ayında New Hampshire 'daki Bretton Woods 'ta savaş sonrası dünya ticareti ve finansını düzenlemek için bir toplantı düzenlenir ve İngilizler burada yıldız oyuncuları John Maynard Keynes 'i sahaya sürerler. O dahi bütün konferans katılımcılarını ayakta alkışlamaya sevk eden söylem gücüne rağmen, Amerikalıları kesenin ağzını açma konusunda ikna edemez ve Bretton'dan bitkin ve mağlup bir şekilde ayrılır. İngilizler mezkur problemlerle nasıl başa çıkacaklarının idrakine ancak 1947 yılında varacaklardır. Odadaki filin dışarı çıkması gerekmektedir: Eğer Amerikalılar onları çökmek ile tehdit ederlerse, gerçekten çökeceklerdir. Tahran'da istişare edilen bir diğer gündem maddesi ise savaşı nihai olarak bitirecek olan Avrupa Harekatı 'nın ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğine dairdir. Amerika savaşı mümkün olduğunca çabuk bir şekilde bitirmek istemekte ve bu bağlamda devasa bir Fransa çıkarmasına hazırlanmaktadır. Öteki taraftan İngiltere hala daha Dunkirk 'te yaşadığı travmayı atlatamamış durumdadır ve Churchill amfibi işgale alternatif, farklı seçenekler üzerinde durulması gerektiğini savunmaktadır. Uzun tartışmaların ardından İngiliz başbakan, Akdeniz 'den çıkarma konusunda ikna edilir fakat harekat içilen seçilen nokta, Fransa yerine İtalya olur. Bir milyondan fazla asker ve bombadırman uçağının katılımıyla gerçekleşecek olan operasyonda Churchill, harekatın Balkanlar 'a doğru genişletilmesi halinde sonuca daha çabuk ulaşılabileceğini düşünmektedir. Zira bir Alman ordu grubu Yunanistan 'da, bir diğeri ise Yugoslavya 'dadır. Ona göre eğer Türk ler savaşa girerse, İngilizler ile birlikte Wehrmacht 'ı durdurabileceklerdir. Bu düşüncenin harita üzerinde akla yatkın görünmesi hasebiyle Churchill, Tahran 'dan ayrılmasının akabinde dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile bir görüşme gerçekleştirir. (bkz: Adana Görüşmesi ) Adana'daki görüşmeden istediğini alamayan Churchill, daha sonra müttefiklerine neler yapabileceğini gösterebilmek adına asıl ödül Rodos olmak üzere Ege Denizi 'ndeki adalara büyük ve gösterişli bir operasyon düzenlemeye karar verir. Ancak işgal fiyaskoyla sonuçlanır. hava kontrolü sağlanamaz, amfibi harekatlar yanlış gider ve Rodos'a hiçbir zaman ulaşılamaz. Almanlar ise yaşadıkları tüm problemlere rağmen bölgede iki büyük ada olan İstanköy ve İleryoz 'u yeniden ele geçirirler. Binlerce İngiliz asker esir alınır. Almanların adalarda eziyet ettiği Yahudileri kurtaracak olan ise 1492'de olduğu gibi yine Türkler olacaktır. Doğruyu söylemek gerekirse, Amerikalılar bu fiyaskoyu izlemekten pek de rahatsız olmamışlardır. Zira bir çoğu Churchill'in Manş Denizi 'ni geçerek yapılacak olan bir işgale karşı olmasından hoşnutsuzdur. Şimdi ise İngilizler kendi başlarına bir plan uygulamaya kalkışmış ve ellerine yüzlerine bulaştırmışlardır. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere Tahran'da Doğu Avrupa'nın kızıla boyanacağı üstü örtülü de olsa belli olmuştur. Keza 1943 yılına gelindiğinde ekseriyetle komünistlerin örgütlediği direniş hareketleri gelişmiş ve Nazi işbirlikçileri mümkün mertebe ortadan kaybolmuşlardır. Vichy Fransası 'ndan meşhur şahsiyetler müttefiklere sığınmış ve komünistler artık birçok yeri kontrolleri altına almıştır. Hatta Almanlar terk ettiğinde, bir süreliğine de olsa Kuzey İtalya'da dahi yönetimi devralmışlardır. Genel hatlarıyla Tahran'da alınan kararlar; Polonya 'nın batıya kaydırılması, böylelikle Sovyetler Birliği 'ne Molotov - Ribbentrop Paktı'nda verilen toprakların devri ve buna karşılık olarak Polonya'nın batıda Almanya'nın sanayi bakımından zengin bölgelerini alması şeklindedir. Bu bağlamda zaman içerisinde 5 milyon Polonyalı doğudan batıya göç ettirilecektir. Artık Churchill'in suç ortaklığıyla, Sovyet nüfuzunun başka ülkelere yayılması için önünde herhangi bir engel kalmamıştır. Nitekim 1944 yılının ekim ayında İngiliz başbakanı Moskova'ya gider ve anlaşmadaki son pürüzler de giderilir. İngilizler, Süveyş kanalı ve Orta Doğu petrolüyle birlikte Doğu Akdeniz 'deki kilit konumları hasebiyle, Yunanistan 'ı gerçekten istemektedirler. Stalin de bu konuda taviz vermeyi kabul eder. Gerçekten de savaşın sonunda iktidarı ele geçirmeye çalışan Yunan komünistler öldürüleceklerdir. Buna karşılık Churchill, nüfuz bölgesini yarı yarıya paylaşmayı kabul ettiği Yugoslavya hariç, Doğu Avrupa'nın geri kalan kısmından tamamen vazgeçer. Ancak Tito 'nun komünist Yugoslav partizanlarına el altından muazzam yardımlarda bulunmayı da ihmal etmez. Zira İngiliz derin devletinin Yugoslav komünistlerle olan işbirliği çıkarları ile örtüşmektedir ve bu birliktelik 2 kez meyvesini vermiştir: Stalin'in 1948 yılında Tito ile yollarını ayırması ve Yugoslavya'nın 1991 yılında parçalanması. Avrupa'nın daha batısında ise Stalin, Fransız ve İtalyan direniş güçlerindeki komünistlere Paris ve Milano kurtarıldığında iktidarı ele geçirmemeleri talimatını verir. Bunun yerine Sovyet lider, Amerikalılardan önce tanıdığı (ve Amerikalıların nefret ettiği) Fransız lider general Charles de Gaulle ile bir anlaşma yapmayı tercih eder. Buna göre zamanı gelince başkan de Gaulle, Anglo - Amerikan mali ve askeri sistemini zayıflatacaktır. 1968 yılına gelindiğinde Gaulle'e karşı Paris'te bir isyan hareketi başlar ve komünistler her açıdan onu devrilebilecek durumdadır. Ancak Moskova yine kızıllara durma talimatı verir; zira de Gaulle, kendileri için bir komünist rejimden daha yararlıdır. İşin çarpıcı tarafı ise bütün bu gelişmelerin Tahran'daki konferanstan itibaren öngörülmüş olmasıdır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere; birkaç yıl evvel kaybettiğimiz kıymetli hocam Norman Stone'dan İkinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan İkinci Dünya Savaşı Tarihi ve John Keegan'dan İkinci Dünya Savaşı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Savaşa Giden Yol / İkinci Dünya Harbi

    Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, o zamanlar 29 yaşında bir piyade olan Adolf Hitler , maruz kaldığı ve geçici olarak kör olmasına sebebiyet veren bir gaz hasebiyle Kuzey Almanya 'da askeri bir hastanede tedavi görmektedir. Almanya'nın yenildiği haberleri, Germen ulusu üzerinde büyük bir şok meydana getirmiş durumdadır. Zira dört buçuk yıl boyunca savaşılmış ve zafere çok yaklaşılmıştır. Bakıldığında Deutsches Reich , gerçekten de 1918 sonlarında Fransa 'nın batısı ve Rusya 'nın büyük bir kısmı olmak üzere geniş bir toprak parçasını işgal altında tutmaktadır. Ancak savaş kahramanı Erich Ludendorff 'un batı cephesinde gerçekleştirdiği büyük taarruzdan beklenen başarının elde edilememesi sonucunda kasım '18'de ani bir çöküş yaşanmış ve harp boyunca geri plana atılmış olan donanma mensupları ile greve giden işçilerin çıkardığı isyanlar nedeniyle imparatorluk hükümeti paniğe kapılarak Hollanda 'ya kaçmıştır. Hemen akabinde ise iktidar, sol ve müttefiklerinden oluşan yeni bir koalisyonun eline geçmiş ve bu hükümet de 11 kasımda İtilaf kuvvetleri ile ateşkesi imzalamıştır. Mağlubiyetin kabulü karşısında gözyaşlarına boğulan yalnızca onbaşı Adolf değildir. Keza Kasım Ateşkesi , Almanya'nın çektiği acıları sona erdirmemiştir. İngilizler, silahlara veda edilmesinin ardından vakit kaybetmeden Almanya'ya yoğun bir ekonomik kuşatma uygulamış ve bunun sonucunda bilhassa çocuklarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak vitamin eksikliğinden kaynaklanan raşitizm görülmeye başlanmıştır (çarpık dizler ve eğri bacaklar). Diğer tarafta ise Fransızlar, ordularının bel kemiğini kıran Verdun 'da yaşadıkları travmanın da etkisiyle "onarım gideri" adı altında ödenmesi mümkün olmayan, yüksek meblağlarda savaş tazminatı istemektedirler. Toplam tazminat miktarı 132 milyar alman markıdır ve son taksitler (1920'li yıllarda asıl borç ödendikten sonra) "2010" yılında dek uzayacaktır. Tabii olarak mezkur tazminatın istenmesinin ardında yatan gerçek maksat, Alman ekonomisinin adil bir biçimde toparlanmasını ve ülkenin yeniden silahlanma girişiminde bulunmasını önlemektir. 1. Dünya Savaşı'nın hemen ardından yaşanan gelişmeler, sonraki 20 yıl boyunca tüm Orta Avrupa'yı şekillendirecektir. Harbin gerçek galibi, tartışmasız bir şekilde Amerika 'dır. Başkan Woodrow Wilson önderliğinde yeni bir dünya düzeni kurmaya girişen Yankee ler, bu misyonu bir takıntı haline getirecek ve bilhassa 2. Dünya Savaşı sonrası Marshall Planı ile birlikte Avrupa'nın toparlanmasına öncülük edeceklerdir. Fransızların " üçüncü görkemli yıllar " adını verdikleri, Amerikan doları nın yarattığı bu refah dalgası ise 1970'li yılların ortalarında yaşanan petrol krizi ve durgunluk içinde artan stagflasyon a dek sürecektir. Velhasıl Müttefiklerin katılımıyla 18 ocak 1919'da başlayan Paris Konferansı 'nda barış koşulları müzakere edilmiş, 7 mayıs 1919'da son metin Almanlara deklare edilmiş, 23 haziran'da alman parlamentosu'nca kabul edilmiş ve 28 haziran'da Paris'in Versay banliyösünde imzalanmıştır. Olup bitenleri dikkatli bir biçimde gözlemleyen, harp kahramanı Fransız general Ferdinand Foch 'un duruma dair tespiti ise Avrupa'yı bekleyen karanlık günlere dair bir kehanet niteliğindedir: "Bu bir barış antlaşması değil, 20 yıl sürecek bir ateşkestir ..." (bkz: Versay Antlaşması ) 1920'li yılların başlarında Almanya genelinde Hitler, tabiri caizse sağ ı yeniden küllerinden dirilterek ün kazanmıştır. Savaş sonrası ordu onu Münih 'te casus olarak kullanmaktadır ve Alman İşçi Partisi (bkz: Deutsche Arbeiterpartei ) adı verilen küçük bir siyasi oluşumun toplantısına katıldığı gün, tüm hayatı sonsuza dek değişecektir. Zira orada "olağanüstü" bir özelliğini keşfetmiştir: Hitabet yeteneği. Bugün izlendiğinde çoğumuza gülünç gelen bu nevrotik bozukluktan muzdarip şizofren adamın davranışları ve hitabı, o dönemde koca bir ulusu birkaç sene içerisinde topyekun bir savaşa sürükleyecektir ... Hitler'in iktidar yürüyüşü esnasında güvendiği bir başka unsur da, Yahudi karşıtlığı dır. Bu tavır bazı çevrelerde popülerdir. Zira Yahudiler, savaş sonrası yaşanan ekonomik krizden diğer kesimlere nazaran daha iyi bir durumda çıkmışlardır. İntikam savaşından ve yozlaşmış parlamentoya son verecek milliyetçi bir hükümetten söz eden Hitler için, finans dünyası ile liberal medyada güçlü bir biçimde temsil edilen Yahudilerin aleyhine propaganda yapmak adına bu durum yeterli olacaktır ... Mentoru olarak gördüğü Benito Mussolini 'nin izinden gitmek isteyen ve İtalyan modelini benimseyen Hitler, bu bağlamda iktidarı zorla ele geçirmek adına ilk girişimini 1923 yılında gerçekleştirir (bkz: Birahane Darbesi ) ancak kalkışma başarısızlık ile sonuçlanır. Polis ile çıkan çatışma sırasında yaralanan Hitler, olaylardan 2 gün sonra tutuklanır ve vatana ihanet suçlamasıyla mahkeme karşısına çıkar. 24 gün süren yargılanmasının akabinde ise 5 yıllığına Landsberg Hapishanesi 'ne gönderilecektir. Bu hapis süresi içerisinde boş durmayan Hitler, Almanya'nın sorunlarını teşhis eden ve bir "tedavi programı" öngören Main Kampf isimli bir de kitap yazacaktır. Buna göre Almanya 2 cephede birden savaşma hatasından kaçınmalıdır. Rusya gerçek düşmandır ve onları yenmek, yeni doğuda yaşam alanları (bkz: Lebensraum ) bulmak ile hammadde kaynaklarını ele geçirmek anlamına gelmektedir. 1929 yılına gelindiğinde işler yavaş yavaş Hitler'in istediği gibi gitmeye başlamıştır. Aynı yıl yaşanan Büyük Buhran 'ın yarattığı ekonomik kriz, Almanya'nın son gerçek parlamento hükümetinin düşmesine sebebiyet vermiş ve Almanlar çektikleri sıkıntılardan dolayı yabancılar ile paralarını ülke dışına çıkardıklarını iddia ettikleri Yahudileri suçlamışlardır. Sonuç olarak Mark baskı altına girmiş ve konvertibl olmaktan çıkmıştır. Öyle ki Londra 'ya gidecek olan Prenses Schönburg , dövizi olmaması hasebiyle 3. sınıfta seyahat etmek durumunda kalmıştır. Ulusal ticaret 2/3 oranında düşmüş ve Almanya ihracata dayandığından, kısa sürede 6 milyon kişi işsiz kalmıştır. Berlin korkunç bir karmaşa içindedir ve bu huzursuzluk ile nefret atmosferinin gölgesinde gerçekleşen '32 federal seçimlerinde muhafazakar lar ile yapılan anlaşmanın sonucunda Adolf Hitler ocak 1933'te Almanya'nın yeni şansölyesi olacaktır ... Göreve başlamasının hemen ardından Hitler'in ilk önemli toplantısı generaller ile gerçekleşir ve onlara zaman kaybetmeden yeniden silahlanılması gerektiğini aktarır. Ona göre yeniden silahlanma Alman sanayiine iş imkanı sağlayacak ve işsizlerin bir kısmına istihdam oluşturacaktır. Bu program Versay Antlaşmasına aykırıdır fakat Hitler, savaş yorgunu dünyanın içerisinden geçtiği cendereyi hesap ederek batılı güçlerin herhangi bir tepki gösteremeyeceğini hesap etmektedir. Zaman Adolf'u haklı çıkaracaktır. Alman hava sanayii 3000 çalışanla yılda birkaç düzine uçak yaparak başladığı yeniden kalkınma programı kapsamında, 1939 yılına gelindiğinde 250.000 personel ile yılda 3000 savaş uçağı üreten bir kapasiteye ulaşmıştır. Havacılıktaki bu yükseliş, tarımdaki momentum ile birleşince 1936 yılında Almanların işsizlik sorunu ortadan kalkmıştır. Hitler artık halk arasında çok popülerdir ve bu popülaritesini çılgın fikirlerini hayata geçirmek adına bir kalkan olarak kullanır. Yahudi karşıtlığına yasal dayanak sağlanır ve 6.000 kapasiteli toplama kampları kurulmaya başlanır. Yüzbinlerce Yahudi ülkeden sürülür ve paralarına zorla el konur. '36 yılının yaz aylarında Hitler, Berlin'de düzenlenen olimpiyat oyunları nı paravan olarak kullanarak gerçek niyetini saklamayı sürdürür ve Stalin 'in beş yıllık kalkınma planını bir uyarı işareti kabul ederek; Almanya'yı 4 yılda savunma savaşına, 7 yılda ise saldırı savaşına hazırlayacak çok kapsamlı bir başka silahlanma programının startını verir. Hitler aslında burada bir kumar oynamaktadır; zira Almanya'nın bu kadar yoğun bir silahlanmaya yetecek hammaddesi olmadığı gibi, uçak ve motorize savaş araçları için gerekli olan petrol , kauçuk ve demir dışındaki metalleri satın alacak dövize de sahip değildir. Aynı şekilde, sentetik petrol ve kauçuk imali için de büyük ve pahalı bir araştırma programı uygulanmaktadır. Luftwaffe komutanı Hermann Göring 'in 4 yıllık organizasyon planı çerçevesinde devasa bir metalürji kompleksi inşa edilmiştir. Ülkenin totaliter yapısı derinleşmiş ve Gestapo '36 yılında Nazi Partisi 'nin seçkin unsuru olan ve Henrich Himmler tarafından idare edilen Schutzstaffel yani SS ile birleştirilmiştir. Bütün bunlara ek olarak İspanya İç Savaşı ve Pasifik 'teki gerilimler gibi gelişmeler de Hitler'e hamle zamanının yaklaştığını hissettirmektedir ... Hitler ilk adımını Ren havzası na, nehrin batısında kalan Almanya topraklarına doğru atmaya karar verir. Savaş sonrası Fransızlar bu bölgeyi ilhak etmek istemiş ancak talepleri reddedilmiştir. Bunun yerine bölge askeri birliklerden temizlenmiş ve garnizonlar kaldırılmıştır. '36'da Almanlar bölgeye doğru ilerleyişe geçtiğinde Fransızların tepkisine set çekecek olan, trajikomik bir şekilde İngilizler olacaktır. Niyetleri Hitler'e istediğini vererek, onu başka konuları kurcalamaktan caydırmaktır. Bu yaklaşıma verdikleri isim ise " yatıştırma politikası dır". Kasım 1937'de İngiliz dışişleri bakanı Lord Halifax Berlin'e gider ve Hitler'e, savaş sonrası antlaşmalarda değişiklik yapılması için barışçıl metotlara başvurulmasına "karşı çıkmayacaklarını" ima eder. İngilizler kesinlikle savaş istememektedir. Bunun üzerine Adolf, Berchtescaden 'daki konutunda sıradaki hamlesini planlamaya koyulur: Avusturya . 11 - 13 mart 1938 tarihleri arasında Nazi Almanyası, 3 günlük hızlı bir ilerlemeyle Avusturya'yı topraklarına katar ve gerçek anlamda kimsenin kılı dahi kıpırdamaz. Aksine hem kardinal hem de bir zamanların sosyalist cumhurbaşkanı Karl Renner , Nazileri memnuniyet ile karşılarlar. Böylece Avusturya bir Alman vilayetine dönüşürken, Viyana 'nın çeyrek milyon Yahudisi de ağır hakaretlere, şiddete ve yağmaya maruz kalır. Gemi iyiden iyiye azıya alan Hitler'in sıradaki hedefi ise Çekoslovakya olacaktır. Burada 3 milyon Alman yaşamakta ve ekseriyeti de Almanya sınırı yakınlarındaki Sudeten 'de bulunmaktadır. Mezkur ülke, savaş sonrası antlaşmaların bir ürünüdür ve Çekler, Almanların saldırması halinde yürürlüğe girecek olan Fransızlarla ittifaka güvenmektedirler. Ancak yatıştırma politikası! kapsamında İngilizler bir kez daha devreye girmekte gecikmeyecektir ... 1938 yılının eylül ayında yaşlı İngiliz başbakanı Neville Chamberlain , Mussolini 'nin önerisiyle Hitler'in de bulunacağı bir konferansa katılmak üzere Münih 'e uçar. Çekler toplantıya davet edilmemiştir. Aynı şekilde, onların en büyük müttefiki olan Sovyetler Birliği de ... görüşmelerin sonucunda ise Chamberlain, Hitler'e Çekoslovakya'nın Almanların yaşadığı bölgelerini vermekte herhangi bir beis görmeyecektir ... Çeklerin fikri dahi alınmamıştır, oysa bu bölgelerde daha başka uluslar da hayatlarını idame ettirmektedirler. Münih Konferansı o tarihten itibaren literatüre utanç verici ve korkakça davranış adıyla giriş yaparken; Chamberlain bir süreliğine, savaşı engelleyen adam olarak çok popüler olur. Londra'daki hükümetin politikalarına en sert tepkiyi gösterecek isim ise Winston Churchill olacaktır. Victoria dönemi de ve Blenheim Sarayı 'nda, ünlü atası Malborough Dükü 'nün tarihi malikanesinde dünyaya gelen Churchill, kariyerinin ilk yıllarında liberal bir profil çizmesine rağmen zaman içerisinde imparatorluk yanlısı bir çizgiye kaymıştır. İngiliz tarihini görece en parlak dönemlerini bilfiil yaşamış ve Britanya İmparatorluğu 'nu temsil eden dünyanın üçte birinin tadını almıştır. Cazibesi, zekası, çalışkanlığı ve zaman zaman da zorbalığı ile tanınan Churchill, 1930'ların dünyasında bir muhafazakar olarak ön plana çıkmaktadır. Hitler'den gerçek anlamda nefret eden biri olarak ona taviz vermenin, onu daha da azdıracağı konusunda defaatle uyarılarda bulunmasına karşın çok az kişi söylediklerine kulak asmıştır. Ancak gelinen noktada hasıl olan statüko, onu gündemin ilk sırasına çıkaracaktır ... Bilahare Kristallnacht yani Kristal Gece olarak anılan 9 Kasım 1938 gecesi ve sonraki sabah, Almanya ve Avusturya'da Yahudilere karşı çok ağır şiddet olayları yaşanmıştır. Naziler tarafından dükkanlar yağmalanmış, sinagoglar yakılmış, 91 Yahudi öldürülmüş ve binlercesi toplama kamplarına gönderilmiştir. Açıkça görüldüğü üzere "Münih" artık Hitler'i "yatıştırmamaktadır". Gittikçe daha saldırgan hale gelen Nazi Almanyası, Japonya ve İtalya ile birleşerek bir tür faşist blok da kurmuştur. İşlediği insanlık suçlarına neredeyse kimsenin ses çıkarmaması karşısında kendi yankı odasında dünya hakimiyeti tahayyüllerine kapılan Hitler, daha da ileri gitmekte herhangi bir beis görmez ve mart 1939 Çekoslovakya'nın geri kalan kısmını da işgal eder. Bunu Sovyetler ile kurulan pakt ve 1 Eylül 1939'da Polonya 'nın ilhakı takip edecektir. 3 Eylül 1939'da sabah 9 civarı İngilizler Nazilere ültimatomlarını ilettiklerinde, Fransız hükümetinin de kısa süre içinde aynısını yapacağını bildirirler (nitekim aynı gün saat beşte gerçekleşir). Artık zarlar atılmış ve 2. Dünya Savaşı resmen başlamıştır. 1939 yılının mart ayı, İngilizler için bir karar anıdır ve bir daha asla Nazilere güvenmeyeceklerdir. Geriye dönüp bakıldığında tüm bu yaşananlar çılgınca görünmektedir ve aslında Hitler'in faaliyetleri dünyayı, kelimenin gerçek anlamıyla "delirtmiştir". Bir şizofrenin peşine şu veya bu sebepten takılmış kadim bir ulusun muazzam yetenekleri, insanlığı, evrensel bir yıkım sürecine sokmuştur. '39 yılını yaşayanlar, Almanya ile savaşın o yaz zaten başlamış olduğunu ve bahanesinin spesifik bir olay olmadığını söyleyeceklerdir. Bir deli, dünyanın tıpasını çıkarmıştır ve gemi batmak üzeredir ... Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere; birkaç yıl evvel kaybettiğimiz kıymetli hocam Norman Stone'dan İkinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan İkinci Dünya Savaşı Tarihi ve John Keegan'dan İkinci Dünya Savaşı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Fatih William - İngiltere'de Normanların Hakimiyeti

    Skolastik düşüncenin hem sosyokültürel hem de bürokratik yapıyı şekillendirdiği Orta Çağ Avrupası 'nda, yeryüzünün ölen azizlerin bedenlerini kabul etmek adına açıldığına dair yaygın bir inanç söz konusudur. Müteveffa kimsenin gömülmesi esnasında herhangi bir olumsuzluk ortaya çıkması durumu ise o kişinin bir günahkar olduğuna delalettir. 1087 yılında Caen 'da bulunan Saint Etienne Manastır Kilisesi'ne defni sırasında Birinci William 'ın naaşının maruz kaldıkları göz önüne alındığında (William'ın bedenin koyulacağı lahit iri gövdesine küçük gelmiş, bilahare kralın cesedi "yırtılmış" ve etrafa kötü bir koku yayılmaya başlamıştır.) Norman lara İngiltere tacını getiren fatih, kesinlikle 2. gruba müdahildir. Nitekim william'ın ölümü de acı verici olması bir tarafa, uzun sürmüş ve yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere cenazesi, bir hatalar komedisi ne dönüşmüştür. 1028 yılında Fransa 'nın Falaise bölgesinde dünyaya gelen William, henüz 7 yaşındayken babası Normandiya Dükü Birinci Robert 'ın hac ziyareti sırasında aniden ölmesiyle birlikte kendisini normanların lideri olarak bulur. Çocuk yaşta birinin dukalığın başına geçmesi başlı başına büyük bir problemdir ve bu da yetmezmiş gibi William'ın gayriresmi bir beraberliğin meyvesi olması, meşruiyetinin sorgulanmasına sebebiyet vermektedir. Kimi kaynaklar William'ın annesi Herleva 'yı basit bir deri tabakçısının kızı olarak aktarırken, kimileri de onun bir cenaze levazımcısının çocuğu olduğunu ifade eder. William'ın iktidarının ilerleyen yıllarında resmi kraliyet yazımı, her ne kadar Herleva'yı düşük statüdeki bir aristokratın kızı olarak lanse etmeye çalışmış olsa da; dükün düşmanları buldukları her fırsatta onu bir batard olarak nitelendirmekte herhangi bir beis görmemişlerdir. (eski Fransızcada batard kelimesi, evlilik dışı doğan bir çocuğu değil, daha ziyade bir Mesalliance (tipik olarak bir asilzade ile daha düşük statüdeki bir kadın arasındaki "eşit" olmayan birliktelik) çocuğunu tanımlamaktadır.) Küçük yaşta ve gayrimeşru yakıştırmasıyla tahta çıkmanın yarattığı tüm olumsuzlukların etkisiyle şiddet ve ihanetin yaygın olduğu bir dünyada yetişen William, 1042 yılında yani 14 yaşında iktidarının dizginlerini yavaş yavaş kendi ellerinde toplamaya başlar. Aristokratik şiddeti sınırlandırmak amacıyla, tarafların belirli günlerde şiddet eylemlerinden kaçınacaklarına dair yemin etmelerini sağlayan ve aynı zamanda dini hüviyete de sahip bir hareket olan Tanrı'nın Ateşkesi , genç dükün çabalarıyla Normandiya eyaletinde uygulanmaya başlar. Bu girişimi ise (yaklaşık bir yıl sonra) William'ın Falaise 'e yönelik ilk askeri faaliyeti izler. Bu noktada dükün iktidar yıllar boyunca en yakın arkadaşları ve destekçileri olacak Guillaume Fitz Osbern , Roger de Montgomery ve Roger de Beaumont gibi isimleri de kaynaklarda görmeye başlarız. Yine, 1049 yılında üvey kardeşi Eudes 'i Bayeux piskoposu olarak atayan William, bu hamlesiyle düklüğün ikinci büyük şehrinde otoritesini iyiden iyiye pekiştirmiş ve 7 yıllık bir mücadelenin ardından 21 yaşında iç siyasette dengeyi sağlamıştır. Aynı yıl Fransa kralı Birinci Henry 'nin Anjou Kontu Godefroy 'a karşı düzenlediği sefere katılan William, iki yıl sonra Belleme ailesinin elinde bulunan Domfront ve Alençon kalelerini kuşatır. Alençon kuşatması esnasında müdafilerin, surların üzerinde hayvan derileri döverek ve mütevazi kökenlerine bir gönderme olarak Pelterer şeklinde bağırarak dük ile alay ettikleri rivayet edilmektedir. Nitekim bu, William'ın annesi Herleva'nın bir deri tabaklayıcısından doğduğu efsanesinin de başlangıcı olacaktır. Kaleyi savunanların provokatif davranışları william'ın da gözünden kaçmamış ve dük kaleyi ele geçirdiğinde korkunç bir intikam planını devreye sokmuştur. savunmacılardan 32'sinin elleri ve ayakları herkesin gözü önünde kesilmiş ve mezkur dehşetengiz hadiseyi duyan Domfront'takiler ivedi bir şekilde teslim olmuşlardır. William'ın fatih persona sının temellerini atıldığı dönem ise kesinlikle 1054 ve 1057'de, tabi olduğu Fransa kralı 1. Henry ve onun müttefiki Anjou Kontu Godefroy'a karşı kazandığı iki önemli zafere tekabül etmektedir. 1050'li yılların başında William'ın Flandre Kontu 5. Baudoin 'ın kızı ile olan evliliği, onun bilhassa İngiltere 'deki itibarını arttırmış ve o dönemde İngiliz tahtında oturan Edward the Confessor 'ın çocuğunun olmaması, Normandiya Dükü'nü adanın iktidarı için doğal bir halef haline gelmesine olanak tanımıştır. Nitekim ilerleyen dönemlerde cereyan edecek olayların da göstereceği gibi, düklerinden birinin İngiliz tahtını ele geçirmesi Fransa Kralı'na pek de bir şey kazandırmayacaktır ... Nihayetinde 1057 yılında Normandiya Dükü'nün Varaville 'de vasalı olduğu Henry'nin ve Anjou Kontu Godefroy'un birleşik kuvvetlerinin önemli bir kısmını yok etmesi açık bir şekilde şunu göstermektedir ki; Ne Normandiya ele geçirilmek ne de William yenilmek içindir. Keza Varaville Muharebesi William'ın iktidarı boyunca Normandiya Düklüğü'ne yönelik son işgal girişimi olacaktır. Geriye dönüp bakıldığında 1057 ile 1066 arasındaki yıllar, Normandiya Dükü'nün elde edeceği başarılar açısından fırtına öncesi sessizlik gibi görünmektedir. Ancak bu izlenim yanıltıcıdır. Bu dönemde William'ın eylemleri hakkında teferruatlı bilgiye sahip olmasak da tüm işaretler hummalı bir hazırlığa işaret etmektedir. Otuzlu yaşlarının ortasında, Fransa kralı ve Anjou Kontu'na karşı kazandığı zaferlerden yeni çıkmış olan William tabiri caizse gücünün doruğundadır. Maine 'i alması ve Bretonya 'da hakimiyet kurması, uzun süreli bir yokluk için ortamı hazırladığına dair verdiği ilk işaretlerdir. Bu sırada en büyük oğlu Robert 'ı varisi olarak atamayı seçmesi ise manidardır. Aslına bakılırsa Norman düklerinin varislerini kendi yaşamları esnasında belirlemeleri alışılagelmiş bir durumdur. Ancak bu uygulama, hayatın olağan akışı içerisinde ve genellikle de hastalık gibi durumlarda gerçekleşmektedir. Söz konusu gelişmenin bize gösterdiği, William'ın gelecekteki olayların istenildiği gibi gitmemesi durumunda kayıpları ve başarısızlığı asgariye indirecek önemleri de dikkatle göz önüne aldığıdır. Fatih William'ın İngiliz tacına olan ilgisini arttıran bir diğer önemli olay ise Harold Godwinson 'ın muhtemelen 1064 yılında Normandiya Düklüğü'ne yaptığı ziyarettir. Norman kaynakları bu ziyaretin, Harold'un İngiltere Kralı Edward tarafından William'ın verasetine dair daha önce verilen sözleri teyit etmek amacıyla gerçekleştiğini iddia etse de daha olası olan hikaye, İngiliz kronikçi Canterbury li Eadmer 'ın aktardığı şekliyle Harold'un düklük sarayına rehine olarak gönderilen küçük kardeşinin ve yeğeninin serbest bırakılmasını sağlamak adına gittiğine dairdir. Ancak gerçek her ne olursa olsun bildiğimiz tek şey, Harold'un planlarının istediği gibi gitmediğidir. Fransa'ya ayak basmasının hemen akabinde William'ın müttefiki Ponthieulu Gui tarafından esir alınan Harold, daha sonra dükün emriyle serbest bırakılır. Bu durum Harold ile William arasındaki güç dinamiğini değiştirmiş ve İngiliz kontu eşit statüde olmak yerine, daha en başından itibaren William'a borçlu konumuna düşmüştür. Nitekim ilerleyen haftalarda Harold, muhtemelen bir güç gösterisi olarak Bretonya'ya sefere götürülmüş ve William nihayetinde ondan meşhur yeminini etmesini istemiştir (bkz: Bayeux İşlemesi ). Norman kaynaklarına göre yeminin mahiyeti ise Harold'un, Norman dükünü İngiliz tahtı üzerindeki hak iddialarında destekleyeceğine dairdir. Ancak söz konusu pitoresk mizansenden takriben 1 yıl sonra yani takvim yaprakları 5 ocak 1066'yı gösterirken İngiltere kralı Edward, yaşama veda eder ve o sırada Londra'da merhum kralın bizzat yanında olan (kimilerine göre ölümü esnasında kralın elini tutmaktadır.) Harold, bir oldubittiyle iktidarı ele geçirir. '65 / '66 seneleri arasındaki faaliyetleri göz önüne alındığında Harold'un tahta çıkması, bilhassa İngiliz bürokrasisi açısından sürpriz olmasa da; geçişin alışılmışın dışında bir hız ve acele ile gerçekleşmiş olması yeni yönetimin meşruiyeti konusunda ciddi soru işaretleri yaratmıştır. William açısından baktığımızda ise mevzubahis gelişmeler, ona ihtiyacı olan "bahaneyi" sunmuştur. Sabık kral Edward'ın daha evvelki vaatlerinin mahiyeti ne olursa olsun normandiya dükü artık kendisini Wessex 'in hırslı kontu tarafından (Harold) küçümsenen ölmüş hükümdarın gerçek varisi olarak gösterebilecektir. William'ın konuya dair ilk hamlesi diplomatik nitelikte olmuş ve Roma 'daki papa ile iletişime geçerek, Harold'un yönetiminin meşruiyetini zayıflatmak adına kendisinin desteğini talep etmiştir. Kilisenin desteği bilhassa önemlidir, zira William bu sayede taht için girişimine kutsal bir savaş havası verecek ve mücadeleyi bir gasıp ve yemininden dönene karşı verilen cezalandırma seferi hüviyetine büründürecektir. Nitekim papalık sancağı nın kendisine verilmesi ile birlikte Normandiya dükü artık kendisini Augean ahırları nı temizlemeye hazır bir Hıristiyan Herkül olarak görmektedir. Sonraki vetirede sınırlarındaki savunma tedbirlerini arttırmaya ve asker toplamaya girişen William, 1066 ilkbaharında Caen 'in hemen kuzeyinde kalan Dives 'te Orta Çağ'ın şartlarında ciddi sayılabilecek ölçekte 15.000 kişilik bir ordu toplamış ve 700'den fazla gemiden oluşan güçlü bir filoyu bir araya getirmiştir. Ancak ordu toplamak başka bir şey, bu büyüklükteki bir kuvveti Manş Denizi 'nden sağ salim geçirmek bambaşka bir şeydir. Nitekim rüzgarların temmuz - ağustos ayları boyunca sert esmesinden mütevellit normanların istila ordusunun adaya çıkmak için eylül ayına kadar beklemesi gerekecektir ... Manş'ın öteki yakasında ise Harold, William'ın hırslarının farkındadır ve Normanların güçlü bir ordu ile geleceğinin haberleri kısa sürede kendisine ulaşmıştır. Ancak İngiltere kralının halihazırda uğraşması gereken farklı sorunlar da söz konusudur. Zira Harold'un küçük kardeşi Tostig , İskoç Kralı'nın desteğiyle taht için hak iddiasında bulunmaktadır ve eğer Harold, İngilizleri Norman istilasına karşı tek bir çatı altında toplamak istiyorsa; öncelikle evindeki yangını söndürmelidir. Zaman kaybetmeden isyanın başladığı York 'a alelacele topladığı kuvvetler ile son sürat bir şekilde ilerleyen Harold (bu yürüyüş Orta Çağ lojistiğinin görece en büyük başarılarından biridir. Harold'un ordusu günde 40 km'den fazla bir yol katederek iki haftadan az bir zaman zarfında Northumbria 'nın başkentine ulaşmıştır.), Stamford Köprüsü 'nde Tostig'i gafil avlar ve düşman kuvvetlerini hazırlıksız yakalayarak (kardeşi de dahil olmak üzere) ekseriyetini kılıçtan geçirir. Ancak Harold ve İngilizler için dinlenecek vakit yoktur, zira hava muhalefeti nihayetinde sona ermiş ve William'ın istila ordusu 27-28 eylül'de Pevensey 'de karaya çıkmıştır. Artık nihai çarpışma için sahne hazırdır ve 14 ekim sabahı William ile Harold'un kuvvetleri karşı karşıya gelir. Savaşla ilgili çok sayıda anlatı olmasına rağmen savaşın ayrıntılarına dair bilgilerimiz yetersiz kalmaktadır. Günümüze ulaşan tahkiyelerin hiçbiri bilfiil muharebeye iştirak etmiş kimseler tarafından kaleme alınmamıştır; en detaylı iki öykü olan Amiensli Gui 'nin şiirsel Hasting Savaşı'nın şarkısı ile Poitiersli William 'ın övgü dolu düzyazısı William'ın işleri sonraki tarihlerde Norman düklük sarayında belirli bir kitle için kaleme alınmıştır. Doğruluğunu teyit edebildiğimiz yegane bilgi, karşılıklı kuvvetlerin hemen hemen eşit olduğuna dairdir. Olayları, bahsini geçirdiğimiz kaynaklara göre ele aldığımız takdirde ise muharebe için belirleyici an Harold'un savaşın ilerleyen saatleriyle ölmesiyle gerçekleşmiştir. Amiensli Gui'ye göre Harold; Fatih William, Boulognelu Eustache , Ponthieulu Hugues ve Robert Gilfard liderliğindeki bir Norman ölüm mangası tarafından katledilmiştir. Yazımızın başlarında bahsini geçirdiğimiz Bayeux İşlemesi 'neki tasvire göre ise Harold, gözüne saplanan bir ok ile hayatını kaybetmiştir ve halen daha çoğu İngiliz okulunda öğretilen meşhur hikaye de budur. Nihayetinde Harold'un ölüm şekli değil, ölümü daha önemlidir. İngiliz kralının katliyle birlikte yenilgi bir bozguna dönüşmüş ve bu noktada Norman şövalyeleri, muharebede iyiden iyiye ağırlıklarını hissettirmişlerdir. Harold'un yanı sıra iki kardeşi ve İngiliz aristokrasisinin önemli bir kısmı da Hasting Savaşı 'nda hayatlarını kaybetmişlerdir. En önemlisi ise Hasting ile beraber İngiliz ordusunun kısa vadede toparlanma veyahut Normanlara direniş gösterme ihtimali ortadan kalkmıştır. Bu, Orta Çağ'da olabildiğince kesin bir zaferdir ve artık William ile göz diktiği taç arasında hemen hemen hiçbir şey kalmamıştır. Nitekim William aralık 1066'da taç giymek ve İngiliz kralı ilan edilmek üzere Londra 'ya girdiğinde "gerçekçi bir istikrar" sunması hasebiyle devlet erkanından geriye kalanlar tarafından büyük bir memnuniyet ile karşılanmış ve İngiltere'nin monarşi ve aristokrasi tarihini günümüze kadar gelecek şekliyle değiştirmiştir. Fatih William'ın hayatı ve faaliyetleri hakkında daha fazla bilgi edinmek ist eyenlere Jacob Abbott'tan William the Conqueror / Makers of History Illustrated, Levi Roach'tan Normanlar ve Connie Willis'ten Kıyamet Kitabı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

WhatsApp Image 2025-03-09 at 14.24.12.jpeg

Beni Tanıyın

Hukuk, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi ve tarih alanlarında eğitim almış biri olarak, analitik düşünceyi ve disiplinler arası bakış açısını ön planda tutuyorum. Akademik yolculuğuma Bilgi Üniversitesi'nde hukuk...

 

Devamını oku

 

Bültenimize Abone Olun

Telif Hakkı © 2025 Umur Özer - Tüm Hakları Saklıdır.

bottom of page