top of page

Arama

Boş arama ile 50 sonuç bulundu

  • Bir Uygarlığın Doğuşu: Mısır'ın Coğrafi, Kültürel ve Politik Temelleri

    Mısır Devleti'nin doğuşuyla sonuçlanan sürecin günümüzde yeniden kurgulanması, birbiriyle bağlantılı fakat mahiyetleri ve amaçları bakımından farklı iki unsuru temel alır: Bize tarihe olaylar konusunda karmaşık ve çok ayrıntılı bir tablo sunan arkeolojik bulgular ile kültürel ve siyasi bir gerçek olarak oluşum anının o dönemki algısı. Toprağa dayalı üniter bir devletin teşekkülü ve onunla özdeşleşen lider figürünün (bkz: firavun) doğuşuyla sonuçlanan aşamalar bu şekilde belirlenebilir. Aynı zamanda Mısır kültürü tarafından devletin ve iktidarın anlamı açısından ele alınabilecek olan kuruluş öğeleri de tespit edilebilir. Coğrafi Uzam Firavun kültürü, Nil Nehri' nin aşağı çığırının geçtiği ve yıllık taşkınlarıyla peyzajın fiziksel özelliklerini belirlediği bölgede gelişir. Genişliği değişken ve sulak olan nahiye, bereketli bir kuşakta yer alır. Mezkur nehrin düzeni, aynı zamanda ülkenin tarımsal karakterini de belirler ve ekonomi biteviye topraktan faydalanabilmeye bağlıdır.  Bölgenin nüfusu ise irili ufaklı ve daima sulak bir alan yakınlarında bulunan yerleşimler halinde düzenlenmiş; vahalar ve çöl bölgeleri de yine, muhtelif yarı göçebe gruplara ev sahipliği yapmıştır. Kara ülke ismiyle de anılagelmekte olan Mısır, coğrafi olarak Akdeniz 'den Elephantine ' ye (Nil Nehri' nin ilk çağlayanı) kadar uzanan bölgeye tekabül etmektedir ve doğal sınır olarak kabul edebileceğimiz noktalar, Libya Dağları ile Batı Arabistan 'ın çöl nitelikli uzantılarıdır. 3000 yıldan fazla bir zaman zarfı boyunca "Devletin Kalbi" hüviyetinde olan Yukarı ve Aşağı Mısır 'ın merkezi ise günümüzde Kahire yakınlarında bulunan Memphis Bölgesi' dir. Başlangıç Mısır'daki ilk yerleşimlere dair buluntular bize belli bölgelere özgü kültürel modellerden oluşan grupların teşkil ettiği heterojen bir tablo sunar. Mevzubahis topluluklar MÖ 4. binyıl boyunca, genelde aralarında ihtilaf olan bölgesel siyasi birimler şeklinde bir araya gelmişler ve bu birimlerden bazılarının kültürleri, diğerleri üzerinde hakimiyet kurarak kendi modellerini sınırlarının ötesine taşımışlardır. Bilhassa Nakada kültürü (adını Yukarı Mısır'daki merkezinden alır) zaman içerisinde ilk hudutlarını aşmış ve devletin oluşun sürecini kayda değer bir biçimde hızlandırmıştır. Nakada kültürünün biçimsel özellikleri bazen ilkel düzeyde de olsa, tarihsel çağların firavun kültürünün anlamsal unsurlarının varlığına açıkça işaret eder; bunların arasında Serekh (kraliyet yapılarına özgü, nişli ve alçak kabartma şeklinde sütunlu mimari / dekoratif motif) ve Akrep Kral ın topuz başı gibi maruf semboller bilhassa dikkat çekmektedir. Firavun ile özdeşleştirilmiş olan şahin tanrısı Horus ' un sözlü adı olan Serekh ikonunun önemi, kralın uhrevi niteliğinde kendini gösterir. İhtilafların görece ortadan kalkmasıyla birlikte Aşağı ve Yukarı Mısır'ın fiili olarak birleşmesi, geleneksel anlatıda 1. Hanedan ın başlangıcına ve iktidarın merkezi hüviyetindeki Memphis ' in kuruluşuna tekabül etmektedir. Yine, Mısır geleneğine göre hanedanın kurucusu olan Meni (Yunanca Menes), aynı zamanda kraliyetler ailelerinin ilk şehri Tjenu ' yu kuran Thinis Klanı' nın ilk firavunu Aha ile aynı kişidir. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere Nakada modelini temel alan kültürel birleşmeye, toplumun giderek daha da belirginleşen hiyerarşileşme süreci eşlik eder. Bu vetirenin sonucunda ise seçkin olarak tabir ettiğimiz sınıf ortaya çıkacaktır. Dönemin ikonografisindeki en anlamlı sahneler, kutsal niteliğe sahip güçlü bir lider figürü etrafında toplanan hakim grupların ayırt edici unsurlarını yansıtır. Mısır toplumunun lideri, insanlar ile tanrılar arasındaki arayüzün ve kendisi de bir tanrı olan tarihsel çağın firavun imgesinin öncülüdür. Yazı nın devlet yönetiminde oynadığı önemli rol de bu sürecin başarısına belirleyici bir katkıda bulunur. Yazının ilkel modeli olarak kabul edilebilecek (ve hiyeroglif lerde var olmaya devam edecek) ikon temelli bir işaretleme sistemi bu alandaki ilk girişimlerin nüvesini oluşturur. Thinis Dönemi (1. ve 2. Hanedanlar: MÖ 3000 - 2650) Bazı kral adlarının tanıklığı ettiği gibi ( Aha : Savaşçı, Djer : Kaçıran, Den : Öfkeli) zaman zaman oldukça saldırgan bir özellik sergileyen bu dönem Mısır'ın toprağa dayalı devletinin gelişimi açısından temel bir geçiş niteliğindedir. Aynı şekilde, dönemin yıllıklarından elde edilen verilerin ışığında düzenli bir devletin söz konusu olduğunu ve liderin, tanrıların onayı ile meşruluk kazanan bir "birleşme" sürecini temsil ettiğini görürüz. Mezkur vetire, tarihsel çağlarda güneyin kralı Nesu ve kuzeyin kralı bit terimlerinin birleşmesinden oluşan Yukarı ve Aşağı Mısır'ın kralı şeklindeki geleneksel unvanın benimsenmesiyle birlikte doyum noktasına ulaşmış olacaktır. Aslına bakılırsa dönemin kraliyet unvanı, güneyin (bkz: Nekhbet ) ve kuzeyin (bkz: Udjo ) hanedan tanrıçalarını çağrıştıran iki hanımınki şeklindeki versiyonuyla da toprakların birliği temasını teyit etmektedir. Thinis Dönemi' nin sonuna doğru (2. Hanedan) iktidar yapısında, devletin kuruluş mitinin başrol oyuncuları olan Horus ile Seth arasında yaşanan ihtilafın bir sonucu olarak bazı değişikliklerin hasıl olduğu görülür ve bu tahavvül kralların adlarına da yansır ( Hetepsekhemui : "İki güçlü kral barıştı" veya Khasekhemui : "İki güçlü kral tahta çıktı"). Unvanlar ile açıkça gözlemleyebildiğimiz tanrılar ile kıyaslama teması, devlet modelinin ve ideolojik mekanizmaların oluşum sürecinin akılcılığını bir kez daha tespit etmek açısından faydalıdır. 3. Hanedan (MÖ 2650 - 2575) 3. hanedana geçiş ile birlikte Mısır, Thinis Hanedanı deneyiminin olgunluğa eriştiği yeni bir döneme girer. Djeser (MÖ 2630 - 2610) ile adı kral papirüsü nde kırmızı mürekkeple yazılmış olan Netjerikhet 'in iktidarları ise bu sürecin en önemli aşamalarını teşkil etmektedir. Kraliyet nekropollerinin Sakkara ' ya (Memphis Bölgesi) taşınması, yapıl malzemesi olarak taşın kullanılmaya başlanması ya da kral mezarlarının mimari odağı olarak yüksek basamaklı piramit lere geçilmesi; bu kralların devrinde yaşanan kültürel gelişimin kilometre taşlarıdır. Bilhassa Djeser yapı bütünü, ölüm sonrası kraliyete bağlantılı törenselliğe önem veren arkaik modele çok şey borçludur: Yapı içerisinde, merhum kralın tanrısal niteliğini teyit edecek alanlar yer alır ve mahremiyet esas unsurlardan birini teşkil ettiği için mezkur bölümler, erişilemeyecek yükseklikte duvarlar ile çevrilidir. Nitekim taştan olması hasebiyle bir anlamda ebedi olan bu yapılar bir tür tiyatro sahnesini andırmaktadır ve kralın ruhu burada taç giyme ile statüsünü teyit etme ritüellerini "sonsuza kadar" tekrarlar (Mevzubahis ritüeller bütünü, kraliyet jübilesi olarak da bilinir ve Mısır dilindeki karşılığı Heb-sed 'dir). Binaenaleyh amacı, hükümdarın kral ve tanrı boyutunu ebedi kılmak olan bir dizi törensel yapı üniter bir sistemde bir araya gelmiş olur. Memphis Dönemi (4. , 5. ve 6. Hanedanlar: MÖ 2575 - 2150) 4. Hanedan (MÖ 2575 - 2465) ile birlikte Mısır, eski krallık olarak da tanımlayabileceğimiz tarihsel safhaya tam anlamıyla girmiş olur. Biçimsel açıdan "düzgün piramidin" kabul görmesi ve devletin siyasi yapısı ile kültürel gelişiminin giderek Memphis modeline uyarlanmasıyla beraber süreç tamamlanır. Nitekim 4. Hanedanın ilk kralı olan Snofru ' nun başlattığı kapsamlı mimari program ( Medium 'da 1, Dahşur 'da 2 olmak üzere 3 piramit inşa ettirmiştir), Mısır'ın tamamını liderinin tanrısal doğasıyla bağlantılı hale getirir. Bu eğilimin daha sağlam temelleri oturması ve kök salması adına hiçbir masraftan kaçınmayan Snofru' nun halefleri de Memphis' in büyük nekropolünün kuzey kısmında yani Gize ' de, daha evvel eşi benzeri görülmemiş nitelikte anıtsal yapılar inşa ettirerek niyetlerini fiiliyata dökmüş olurlar. Mezkur alanın tamamına hakim olan Kheops (MÖ 2550 - 2530), Khefren (MÖ 2520 - 2495) ve Mykerinos (MÖ 2490 - 2479) piramitleri hem anıtsallığın, hem de kralının çevresinde toplanan bir toplumun kendini tasvir becerisinin en olağanüstü örneklerini oluşturmuşlardır. Giderek gelişen devlet modeli, piramitlerin inşası için kurulan şantiyelerin başarıya ulaşması adına ideal şartları oluşturur. Kısa bir zaman zarfı içerisinde mükemmelleştirilen teknik ustalık düzeyi katı bir uygulama sürecini temel alır ve uzman ustalara, ülkenin sakinlerinden oluşan daha kapsamlı bir iş gücü eşlik eder. Velhasıl halk, Nil Nehri' nin yükselmesiyle yani tarımsal faaliyetlerin sona erdiği zaman aralığı ile çakışacak şekilde "zorunlu" olarak piramitlerin inşaatında çalışmak durumunda bırakılır. 5. ve 6. Hanedanlar (MÖ 2460 - 2150), 4. Hanedan döneminde uygulanmaya başlanan "Memphis Devlet Modeli" nin olgunluk evresini teşkil ederler. Bu devirde bölgesel kontrol dengelerinin giderek yer değiştirdiği ve eyaletlerin servetin yönetimi ile idaresine daha kararlı bir şekilde iştirak ettiği görülür. Bu geçiş dönemine eyalet nekropollerinin gelişimi eşlik eder; yerel beylerin yaptırdığı mezarlar, bölge ile ilişkilerinin ölümden sonra da devam ettiğinin en önemli kanıtı hüviyetindedir. Ancak bu durum merkezi iktidarın zayıflamasından ziyade yeniden yorumlanması anlamına gelir. Bu olgunun çeşitli belirtileri arasında; 5. Hanedan döneminde kraliyetin Heliopolis ' in güneş doktriniyle ilişkilerinin güçlenmesi, kraliyet unvanının firavunun güneş tanrısının oğlu olduğunu gösteren adını temel alması ve işlevleri kraliyetin güneş kozmogonisi modeliyle bağlantılı kült biçimleri bağlamında tanımlanan, güneş tapınağı olarak adlandırılan kutsal yapılar vardır. Firavun makamının tanrısal boyutunun en olağanüstü ilan ediliş biçimi ise 5. Hanedanın sonlarından itibaren Sakkara ' daki Unis Piramidi gibi kraliyet mezar yapılarında ortaya çıkan ve konumlarından mütevellit piramit metinleri olarak adlandırılan mezar formülleri dir; kadim zamanlara tarihlenen ve heterojen bir nitelik gösteren (genellikle ritüel ağırlıklı) bu malzemenin amacı, kralın tamamıyla tanrılaşmaya kadar geçirdiği yeniden doğuş safhalarını belirtmektir. Binaenaleyh eski krallığın olgunluk döneminde Mısır'ın kültürel ve siyasi modelinin oluşum sürecinin çok ilerlediği açık bir şekilde ifade edilebilir. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz gibi, eyaletlerin kendi statülerinin bilincine varmasına karşın, üniter devlet artık pekişmiş bir veridir. Dönemin Kültürü Firavun devleti modelinin oluşumuyla sonuçlanan sürecin karmaşıklığı, daima eski krallığın başlıca özelliklerinden birini teşkil edecektir. Mısırlıların kendilerini bu dönemi, zaman içinde kalıcı olacak bir anlambilim açısından belirleyici bir safha olarak görmüşlerdir. Aradan yüzyıllar geçtikten sonra dahi seçkin firavun sınıflarının kadim temsilcileriyle doğrudan temasa izin veren yazının doğuşu da bu prestije katkıda bulunur. Nitekim Djeser veyahut Snofru gibi hükümdarlar uzun bir müddet boyunca şan ve şöhret sahibi olacaktır: İlki tamamıyla taştan yapılmış ve kendisine "kesme taş kullanımını başlatan" unvanını kazandıran anıt mezarıyla, ikincisi ise Dahşur ve Sina'daki piramitlerinin bölgesinde tanrılaştırılmış, adil ve tarafsız bir kral hüviyetiyle anılagelecektir. Yazının kullanımı ve sonraki dönemlerde klasik olarak somutluk kazanacak olan dilsel bir idealin tanımlanması, eski krallık kültürünün görece en önemli ifadeleridir. Eski Krallık yazı yoluyla Memphis kraliyet modelinin temsil ettiği ve bilgelik edebiyatı türünde kuramlaştırılan hiyerarşik toplumdan geriye izler bırakır. (bkz: Kagemni'nin Öğretileri ) (bkz: Herderef'in Öğretileri ) (bkz: Ptahhotep'in Öğretileri ) Konu aldıkları dönemden sonra yazıldıkları iddia edilse de, bu pseudo - epigrafik metinlerde Memphis Dönemi' ne özgü ideal devlet modeli tasvir edilir. Kralın öte dünyadaki varlığının mirası olan Piramit Metinleri ' nde ise yeniden doğduğunda güneş ile bağlantıları giderek güçlenen hükümdarın tanrısal doğası yüceltilir. Ancak aynı zamanda, kökleri devletin oluşum aşamalarına kadar ulaşan ritüel temelli unsurların da yankısı kendini hissettirmektedir. Böylelikle kralın kaderi, daha kadim dönemlere özgü törensel mekanizmanın dışına çıkar ve tanrısal olanın karmaşık statüsüne giderek daha da yaklaşır. Piramit Metinleri / Formül: 273 "Gökyüzü kararıyor, yıldızlar soluyor; kemerler (gök kubbe) titriyor, Akeru ' nun (yeryüzü tanrısı) kemikleri ürperiyor. Babalarından ve annelerinden beslenen, bir tanrı gibi güçlü görünen kral Unis 'i görünce hareketleri duruyor [...] Unis tanrıdır, yaşlıların en yaşlısıdır, kalabalıklar ona hizmet eder, kalabalıklar ona adak sunar; tanrıların babası Orion tarafından ona güçlü kral belgesi verildi ! Unis ufkun efendisi olarak taçlandırıldı ve gökyüzünde yeniden belirdi; tanrıların omurgalarını saydı, kalplerini aldı, kırmızı tacı yedi, yeşil tacı yuttu (Aşağı Mısır'ın iki tacı) [...] kalplerle ve büyüleriyle beslenmekten memnun." Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Erik Hornung'dan Mısır Tarihi, Jean Vercoutter'dan Eski Mısır, Herodot'tan Tarih ve Umberto Eco'dan Antik Yakın Doğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Roma'nın İhyası ve Belisarius: Kahramanın Yolculuğu

    Bizans İmparatorluğu’nun 6. yüzyıldaki en dikkat çekici figürlerinden biri olan Belisarius, yalnızca askeri zaferleriyle değil, aynı zamanda siyasal sistem içindeki konumuyla da incelenmeye değer bir şahsiyettir. Roma mirasının yeniden ihyası fikrine sıkı sıkıya bağlı olan İmparator Justinianus, hükümranlığı boyunca bu ideali hem hukuk alanında gerçekleştirmeye çalışmış hem de askeri seferlerle batıdaki eski Roma topraklarını yeniden imparatorluğa katmayı hedeflemiştir. Bu bağlamda Belisarius, Justinianus’un bu büyük hedefini uygulamaya koyduğu en etkili araçlardan biri olacaktır. Ancak Belisarius’un tarihsel önemi, yalnızca onun kazandığı savaşlarda değil, aynı zamanda içinde yer aldığı siyasal ilişkiler ağında yatmaktadır. Bizans sarayının girift yapısı, iktidar mücadeleleri ve kişisel sadakat ile siyasal çıkarların iç içe geçtiği bir zeminde, Belisarius’un yükselişi ve düşüşü, hem bireysel hem de yapısal dinamiklerin incelenmesiyle anlam kazanır. Justinianus’un İmparatorluk Vizyonu ve Siyasi Zemini Justinianus’un iktidarı (527–565), Doğu Roma İmparatorluğu’nun hem kurumsal hem de coğrafi olarak yeniden şekillendiği bir dönem olması hasebiyle dikkat çeker. Bu dönemde İmparator’un en büyük hedeflerinden biri, Roma İmparatorluğu’nun eski topraklarını geri kazanarak Renovatio Imperii  yani "İmparatorluğun Yeniden Doğuşu" idealini gerçekleştirmektir. Justinianus’un bu hedefi, yalnızca askeri zaferlerle değil, aynı zamanda dini birlik ve hukuki reformlarla da desteklenmiştir. Justinianus’un hukuk alanındaki en önemli girişimi olan Corpus Juris Civilis , sadece iç düzeni sağlamlaştırmakla kalmamış, aynı zamanda imparatorluğun evrensel bir düzen iddiasını da yansıtmıştır. Bu hukuki reform, İmparator’un mutlak otoritesini meşrulaştıran bir çerçeve sunmuş, dolayısıyla onun siyasi hedeflerinin ideolojik dayanağını oluşturmuştur. Buna paralel olarak, monofizitlik tartışmalarının ve Hristiyanlık içi ayrılıkların damgasını vurduğu bir dönemde, dini birlik sağlama arzusu da Justinianus’un merkezileşme politikalarının önemli bir boyutunu teşkil etmiştir. Bu kapsamlı vizyonun uygulanmasında ise, güçlü ve sadık bir askeri komuta yapısına ihtiyaç duyulmuştur. İşte tam bu noktada Belisarius’un yıldızı parlamaya başlamıştır. Hem yetenekli bir stratejist hem de saraya bağlı bir figür olarak Belisarius, Justinianus’un ideallerini sahada hayata geçirebilecek az sayıdaki isimden biri olarak öne çıkmıştır. Ancak bu ilişki, ilk bakışta göründüğü kadar istikrarlı ya da güvene dayalı bir zemine oturmamaktadır; zira Bizans siyasetinde başarı çoğu zaman şüphe doğurmakta, güç ise sadakatle çatışabilmektedir. Belisarius’un Yükselişi: Dara’dan Kartaca’ya Belisarius’un Bizans ordusu içindeki yükselişi, hem yeteneği hem de zamanın siyasal ve askeri ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmiştir. Erken kariyerinde, Doğu sınırında Sasanilerle yürütülen savaşlar onun askeri dehasını ilk kez görünür kılmıştır. 530 yılında Dara Muharebesi’nde gösterdiği başarı, Belisarius’un yalnızca bir savaş komutanı değil, aynı zamanda stratejik düşünceyi sahada uygulayabilen ender askeri liderlerden biri olduğunu ortaya koymuştur. Dara’da sayıca üstün bir Sasani ordusuna karşı kazandığı zafer, hem Bizans toplumunda hem de sarayda geniş yankı uyandırmış, Belisarius’un ismi bir kahramanlık sembolü haline gelmiştir. Bu başarı, onun imparatorluk hiyerarşisinde daha merkezi bir rol üstlenmesinin önünü açmıştır. Justinianus’un batıya dönük yayılmacı politikasının bir sonraki hedefi Kuzey Afrika’daki Vandal Krallığı olunca, bu stratejik sefer için komuta görevi doğrudan Belisarius’a verilmiştir. 533 yılında başlayan bu sefer, Bizans askeri tarihinde olduğu kadar propaganda tarihinde de önemli bir dönüm noktasıdır. Belisarius’un sınırlı bir kuvvetle Kartaca’ya çıkması ve çok kısa sürede Vandalları mağlup ederek bölgeyi Bizans’a katması, onun hem cesaretini hem de askeri organizasyon yeteneğini perçinlemiştir. Ancak bu zafer yalnızca bir askeri başarı olarak değerlendirilmemelidir. Kuzey Afrika’nın yeniden imparatorluğa katılması, Justinianus’un Renovatio Imperii  idealinin ilk somut meyvesi olmuş ve binaenaleyh Belisarius, bu ideali fiilen gerçekleştiren başat figür olarak konumlanmıştır. Belisarius’un zaferi, imparatorluk propagandasında Roma mirasının yeniden canlandırılmasının bir simgesi olarak kullanılmıştır. Nitekim bu dönemde gerek Konstantinopolis’te gerekse imparatorluğun diğer merkezlerinde Belisarius’un adının halk arasında büyük saygı uyandırdığı, hatta halk desteğinin kimi zaman saray çevrelerini rahatsız edecek düzeye ulaştığı bilinmektedir. Bu noktada Belisarius’un yalnızca bir asker değil, aynı zamanda potansiyel bir siyasi figür olarak da algılanmaya başlandığı söylenebilir. Saray entrikalarına karşı temkinli bir duruş sergilemiş olsa da, kazandığı zaferlerin ve halk nezdindeki itibarının, Bizans siyasetinin paranoid doğasında bir tehdit unsuru olarak değerlendirildiği açıktır. Bu durum, ilerleyen dönemlerde Belisarius’un sarayla olan ilişkilerini belirleyecek en temel çelişkilerden birini doğuracaktır: Sadakat ile güç arasında giderek belirginleşen gerilim. Roma’nın Kalbine Sefer: Got Savaşları ve İtalya’nın Gölgesinde Justinianus’un Batı’yı yeniden fethetme projesi, Kuzey Afrika’daki Vandal Krallığı’nın düşmesinden sonra İtalya’ya yönelmiştir. Bu yönelimin ardında yalnızca tarihsel mirasa duyulan özlem değil, aynı zamanda Akdeniz havzasındaki stratejik dengeyi yeniden şekillendirme arzusu da bulunmaktadır. İtalya’nın yeniden Bizans hakimiyetine alınması, hem siyasi hem de ideolojik anlamda "Roma"nın meşru varisi olma iddiasının tahkim edilmesi bakımından kritik öneme sahiptir. Bu büyük görevin yine Belisarius’a tevdi edilmesi, onun imparatorun gözündeki yerini koruduğunu göstermektedir; ne var ki bu sefer, önceki zaferlerden çok daha çetin ve çelişkili bir süreci de beraberinde getirecektir. 535 yılında başlayan Got Savaşları, Belisarius’un askeri kariyerinin en uzun ve en karmaşık cephesini teşkil eder. Sicilya’nın hızla ele geçirilmesinin ardından, Güney İtalya boyunca ilerleyen Bizans kuvvetleri, Ostrogotların başkenti Ravenna’ya kadar ilerlemiştir. 536 yılında Roma’nın alınışı, sembolik açıdan büyük bir zafer olarak değerlendirilmiş; zira bu gelişme, Doğu Roma’nın yalnızca toprak değil, tarihsel meşruiyet iddiasını da yeniden tesis ettiğinin işareti sayılmıştır. Ancak bu süreç, zaferin her zaman siyasal istikrar getirmediğini de göstermiştir. İtalya’da yürütülen savaş, klasik anlamda bir cephe hattından ziyade bir dizi kuşatma, isyan ve karşı saldırıdan oluşan, yıpratıcı bir çatışmalar silsilesine dönüşmüştür. Belisarius, bir yandan Got ordularıyla savaşırken, diğer yandan yerel aristokrasiyle ilişkileri yönetmek ve Bizans’a duyulan güvensizlikle baş etmek zorunda kalmıştır. Üstelik bu dönemde Justinianus’un sarayından gönderilen emirler, çoğu zaman siyasi hesaplara dayalı bir kuşku ile şekillenmiş; Belisarius’un yetkileri kısıtlanmış, lojistik destek yetersiz bırakılmıştır. Mezkur gelişmeler, Bizans siyasi sisteminde başarıya duyulan yapısal güvensizliğin bir yansıması olarak da değerlendirilebilir. Belisarius’un Roma’da kazandığı halk desteği, onun yalnızca bir komutan değil, potansiyel bir siyasal aktör olarak görülmesine neden olmuş; bu da saray çevrelerinde rahatsızlık yaratmıştır. Nihayet 540 yılında Ravenna’nın alınmasından sonra, Belisarius’un Gotlar tarafından “Batı Roma İmparatoru” unvanıyla tahta geçirilmek istenmesi – her ne kadar kendisi bu teklifi reddetmiş olsa da – Justinianus’un şüphelerini pekiştirmiştir. Bu olayın hemen ardından Belisarius’un geri çağrılması, yalnızca bir askeri rotasyon kararı değil, imparatorluk içindeki güç ilişkilerinin açık bir göstergesidir. Zaferle taçlanan bir sefer, komutanı için bir terfi değil, gözaltına alınacak kadar ciddi bir kuşkunun sebebi haline gelmiştir. Böylece Belisarius’un İtalya’daki başarıları, onun siyasi yalnızlığının da başlangıcı olmuştur. Sadakatin Bedeli: Siyasi Gözden Düşüş ve Belisarius Efsanesi Belisarius’un kariyeri, Bizans tarihindeki en çarpıcı paradokslardan birine işaret eder: Devletin kaderini belirleyen zaferler kazanmış bir komutanın, aynı devletin siyasi aygıtı tarafından sistematik olarak dışlanması. İtalya seferinin ardından saraya geri dönen Belisarius, bir süreliğine gözden uzaklaştırılmış, ancak doğu sınırında yeniden ortaya çıkan Sasani tehdidi nedeniyle 541 yılında tekrar görevlendirilmiştir. Buna rağmen, daha önceki dönemlerle kıyaslandığında, yetkileri açıkça kısıtlanmış, askeri kararları daha sıkı bir denetime tabi tutulmuştur. Bu durum, onun yalnızca bir savaş aracı olarak görüldüğünü, fakat siyasal güvenin dışında tutulduğunu ortaya koymaktadır. Bu dönem aynı zamanda Justinianus’un iktidar tarzındaki derinleşen merkeziyetçiliği de gözler önüne sermektedir. İmparatorun gücünü yalnızca dış tehditlere karşı değil, içteki olası rakiplere karşı da konsolide etme arzusu, Belisarius gibi karizmatik ve halk nezdinde popüler figürlerin sistem dışına itilmesine neden olmuştur. Bu bağlamda, 562 yılında Belisarius’un rüşvet suçlamasıyla yargılanması ve kısa süreliğine de olsa hapsedilmesi, saray siyaseti açısından bir tür "karakter tasfiyesi" olarak yorumlanabilir. Her ne kadar kısa bir süre sonra affedilse de, bu olay onun siyasi yaşamının fiilen sona erdiğinin işaretidir. Tarihyazımı açısından bakıldığında, Belisarius’un bu trajik düşüşü, zamanla mitolojik bir boyut kazanmıştır. Özellikle Orta Çağ Latin kaynaklarında ve daha sonra Aydınlanma dönemi Avrupası’nda Belisarius figürü, "gözleri oyulmuş, dilenmeye mahkum edilmiş sadık general" efsanesiyle temsil edilmiştir. Bu anlatı – tarihsel gerçeklikle birebir örtüşmese de – Bizans sarayındaki güvensizlik kültürünü ve kişisel sadakatin sistemsel karşılığının olmayışını simgesel bir düzlemde açığa vurur. Voltaire gibi düşünürlerce sahiplenilen bu efsane, otoriter iktidarın vicdansızlığına karşı bireysel erdemin trajik temsilidir. Belisarius’un yaşamı, bir yandan Roma geleneğinin son büyük komutanını, öte yandan Bizans siyasetinin yapısal güvensizliklerini bünyesinde barındırır. Ne tam anlamıyla bir muhalif ne de saf bir mağdur olan bu figür, devletin kendi iç mantığını sorgulatacak ölçüde karmaşık bir mirasa sahiptir. Onun hikayesi, yalnızca savaş meydanlarında değil, sadakat ile iktidar arasındaki kırılgan çizgide de yazılmıştır. Belisarius’un hayatı, Bizans İmparatorluğu’nun 6. yüzyıldaki siyasal, askeri ve ideolojik yapısını anlamak bakımından son derece kıymetli bir örnek teşkil etmektedir. Onun kişiliğinde, Justinianus’un Roma’yı yeniden ihya etme idealinin sahadaki karşılığı somutlaşmış; Dara’dan Kartaca’ya, Roma’dan Ravenna’ya uzanan seferlerde bu idealin sınırları ve sonuçları gözlemlenmiştir. Ancak Belisarius’un yalnızca bir askeri figür olarak değil, aynı zamanda siyasi bir özne olarak yaşadığı inişli çıkışlı kariyeri, Bizans siyasetinin doğasında var olan derin güvensizlik kültürünü de açığa çıkarmaktadır. Justinianus’un mutlakiyetçi vizyonu içinde Belisarius, hem vazgeçilmez bir araç hem de potansiyel bir tehdit olarak görülmüştür. Bu ikili algı, onun zaman zaman saraydan dışlanmasına, yetkilerinin budanmasına ve nihayet itibarsızlaştırılmasına neden olmuştur. Bu süreç, Bizans siyasetinde başarı ile sadakat arasında kurulan kırılgan ilişkinin tarihsel bir örneğidir. Belisarius’un şahsında, devletin çıkarları ile bireysel meziyetlerin nasıl çatıştığı, imparatorluk yapısının hangi dinamiklerle işlediği ve kişisel sadakatin hangi koşullarda değersizleşebildiği gözlemlenmektedir. Tarihsel bellek ise Belisarius’u yalnızca bir komutan değil, aynı zamanda trajik bir figür olarak hatırlamayı tercih etmiştir. Onun hikayesi, özellikle Batı düşüncesinde, adalet ile güç, sadakat ile iktidar arasındaki kadim gerilimin alegorisine dönüşmüştür. Bu yönüyle Belisarius, Bizans tarihinin ötesine taşan evrensel bir temsil gücüne sahip olmuş, devlet ve birey ilişkisini sorgulayan birçok düşünsel tartışmada yeniden anlam kazanmıştır. Son kertede Belisarius’un yaşamı, Bizans İmparatorluğu’nun yalnızca askeri gücünü değil, siyasal aklını ve ahlaki sınırlarını da gözler önüne sermektedir. Onun hikayesi, zaferin her zaman ödül getirmediği, sadakatin ise çoğu zaman karşılıksız kaldığı bir dünya düzeninin, tarih boyunca süreklilik gösteren bir izdüşümüdür. Kaynakça: Prokopios - Bizans'ın Gizli Tarihi Robert Graves - Kont Belisarios James Allan Evans - The Age of Justinian: The Circumstances of Imperial Power Averil Cameron - Procopius and the Sixth Century

  • Hasta Adam'ın Son Yılları : Osmanlı İmparatorluğu

    "Kollarımız arasında hasta, ağır hasta bir adam var." Çar Nikolay Pavloviç Romanov - Saint Petersburg (1853) Birinci Dünya Savaşı 'ndan hemen önce batıdaki muadili olan Osmanlı İmparatorluğu ile benzer bir sonu yaşamaya yakın olan Çin İmparatorluğu dağılmaktayken Avrupa'nın emperyalist güçleri yine birbirine rakip durumdadır, lakin çekişmeleri denizlerde süregitmektedir. Söz konusu Osmanlı olduğunda ise çökmeye yüz tutmuş imparatorluğun taksimi için verilecek olan mücadele karada gerçekleşecektir ... 20. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu'nun hakimiyeti altında bulunan Karadeniz ile Marmara arasındaki İstanbul Boğazı ve Marmara ile Ege arasındaki Çanakkale Boğazı , hepimizin malumu olduğu üzere bilhassa Rusya için hayati bir önem taşımaktadır ve tabiri caizse Rus ekonomisinin soluk boruları konumundadır. Rus ihracatının yaklaşık %90'ı buradan dışarı gitmekte ve Güney Rusya sanayilerini ayakta tutmak için gereken ne varsa yine ekseriyetle mezkur bölgelerden gelmektedir. Nitekim 1911-1912 yılları arasında gerçekleşen İtalyan savaşında (bkz: Trablusgarp Savaşı ) Osmanlılar, Çanakkale Boğazı'nı kapatmış ve Güney Rusya'da ekonomi anında durma noktasına gelmiştir. Hülasa boğazlardan güvenli geçiş Rusya için hayati bir meseledir. Antant güçleri 1914 başında, Doğu Anadolu 'daki kısmen Ermeni lerle meskun vilayetlere özerkliğe yakın bir statü tanımaları için Osmanlı Devleti'ne baskı yapmaktadırlar. Özellikle Hristiyan Ermeniler Rusya'nın maşası olabileceklerinden, bu ve buna paralel olarak Arap vilayetlerindeki İngiliz / Fransız çıkarları kolaylıkla Osmanlıların sonunu getirecektir. Bütün bu gelişmelerin ışığında İstanbul , kapanın kapanmasını beklemeden Berlin ile irtibata geçecektir ... O dönemde Almanya , Osmanlıları en az tehdit eden büyük güç konumundadır. Hatta Alman Kayzeri, İslam 'ın koruyucusu kesilmiş (tabi ki çıkarları doğrultusunda) ve sultana onay ile destek nişanesi mahiyetinde İstanbul'un Asya yakasında Germen şatolarını andıran devasa bir gar binası armağan etmiştir (bkz: Haydarpaşa Tren Garı ). 1913 sonunda ise Alman generali Liman von Sanders fiilen Karadeniz ile Ege arasındaki boğazları savunan bir Osmanlı kolordusunun komutanı olarak atanacaktır. Rusların bu gelişmeye tepkisi gecikmese de, Osmanlı topraklarına onlarca uzman subaydan oluşan bir alman askeri heyeti gönderilmesinin önüne geçemeyeceklerdir. Her halükarda, İstanbul'daki yeni rejimin başının Almanların adamı olduğu gün gibi ortadadır: Almancayı neredeyse kusursuz konuşan ve Almanların hayran olduğu türden bir askeri enerjiye sahip olan Enver Paşa . O ve diğer İttihatçılar genelde Balkanlar 'dan gelmektedirler ve ulus devlet inşasının orada nasıl yürütüldüğünü birinci elden öğrenmişlerdir. Almanya bu gözü pek ve vatanperver subaylar için adeta bir mıknatıs hüviyetindeyken, İngiltere veyahut Fransa siyasi hasımların başlıca modelleri konumundadır. Nitekim Balkan Savaşları 'nı izleyen umutsuzluk ortamında yıldızı yükselenler, Enver ile arkadaşlarıdır ve Alman askeri heyetinin aralık 1913'te Sirkeci Garı 'na gelişi, 8 ay sonra gerçekleşecek olan cihan harbinin geri sayımını başlatan etkenlerden biri olacaktır. Boğazların Almanların kontrolüne geçmesi Rusya'yı çok korkutmuştur, evet fakat öteki tarafta da bir Alman imparatorluk rüyası söz konusudur. Daha doğrusu Orta Avrupa rüyası, zira Avusturya Macaristan İmparatorluğu da uzun süredir Yakındoğu 'da ticari ve siyasi nüfuz peşinde koşmaktadır ve onların ticareti de, Almanların çok gerisinde değildir. Dönemin belki de en büyük beynelmilel çekişmesi, Berlin'i B ağdat 'a bağlayan, Almanya'nın finanse ettiği bir demiryolu projesi ile ilgilidir (yukarıda bahsini geçirdiğimiz üzere kayzerin sultana "hediye" ettiği gar, bu projenin bir parçasıdır) ve 1914'e gelindiğinde, İstanbul'da bir de yeni bir Alman büyükelçilik binası inşa edilir (bkz: Alman başkonsolosluğu ) (bkz: Taksim ). Çatısını bezeyen gösterişli kartallardan mütevellit kuş kafesi olarak da anılagelen bu devasa bina, İttihatçılardan tabiri caize kukla muamelesi gören padişahın boğaz kıyısındaki ikametgahı olan Dolmabahçe Sarayı 'na da tepeden bakmaktadır... Almanların, günümüzde Beşiktaş olarak adlandırılan ilçede ve çevresindeki tesiri o denli etkili olacaktır ki; ülkemizin güzide kulüplerinden olan, asırlık çınar Beşiktaş Jimnastik Kulübü 'nün simgesi olan kartal da dahi kendini gösterecektir. (Beşiktaş Kulübü'nün resmi tarih anlatısında kara kartal simgesinin hikayesi; "Beşiktaş 1940-41 sezonunda hiç yenilmediği için bu lakabı aldı. O dönemin zorlu rakiplerinden Süleymaniye ile oynadığı maçta Beşiktaş, 1-0 öne geçmesine rağmen geriye çekilmeyerek ataklarını sıklaştırdı. Bu durum karşısında heyecanlanan taraftardan balıkçılık yapan Mehmet Galin, 'haydi kara kartallar, bastır kara kartallar' şeklinde tezahürat yaptı. Beşiktaş, 6-0 kazandığı karşılaşmada yeni lakabına da kavuştu." şeklindedir.) Velhasıl o zamana dek Rus - Alman çekişmesi, Almanya'nın Avusturya - Macaristan'a verdiği gönülsüz destek ile alakalı olarak dolaylı bir rekabet hüviyetindedir. Ancak Almanların İstanbul'a yerleşmesiyle birlikte artık doğrudan bir çatışma söz konusu olacaktır... Cihan harbinin başlamasıyla ve bilahare Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanya'nın yanında savaşa iştirak etmesiyle birlikte savaşın nasıl bir boyut kazanacağı neredeyse tüm dünya kamuoyunun merak konusu olmuştur. İlk olarak Almanlar, halife - sultan cihat ilan edince tüm İslam aleminin İngilizlere karşı ayağa kalkacağına büyük umutlar bağlamış olsa da, pek çok yerde çağrı dikkate alınmamıştır. Yine, Osmanlı ordusu Kafkasya 'da Enver Paşa'nın büyük ihmalkarlığın dolayı ağır kayıplara uğramış durumdadır. Arap vilayetlerinde de isyan işaretleri belirmekte ve Doğu Akdeniz'de İngilizlerin ciddi bir hamlesi Osmanlı'yı savaş dışı bırakabilir gibi gözükmektedir. 1914 sonunda İngiltere Ruslara İstanbul'u teklif etmiş ve bütün Osmanlı İmparatorluğu'nu müttefikler arasında paylaşmayı planlayacak kadar ileri gitmiştir. Açıkçası Almanlar dışında Osmanlı'nın ciddi bir direniş gösterebileceğine itibar eden yok gibidir. Ancak beklenmeyen olacak ve Türkler bitti demeden bitmez sözünün gerçekliği bir tokat gibi batı emperyalizminin yüzünde hayat bulacaktır... 18 mart sabahı İtilaf devletlerine ait 16 savaş gemisi, Çanakkale Boğazı'nın serin sularında belirdiğinde felaketlerine doğru seyir etmekte olduklarının farkında değillerdir. 7 Mart'ı 8 Mart'a bağlayan gece Yüzbaşı Tophaneli İsmail Hakkı Bey ve müstahkem mevkii mayın grup komutanı Yüzbaşı Hafız Nazmi Akpınar bey komutasındaki Nusrat mayın gemisi , düşman gemilerinin projektörlerine aldırmadan Anadolu yakası tarafında bulunan Erenköy 'deki karanlık liman a mayınlarını bırakmış ve bilahare İngilizler deniz ve hava keşifleri yapmış olsa da bu mayınları bulamamışlardır. Müttefik donanmasının bölgeye intikaliyle 3 savaş gemisinin batması bir olmuş ve hemen akabinde 3 gemisi de ağır hasar alarak harekattan çekilmek durumunda kalmıştır. Denizde yaşadığı beklenmedik hezimetin ardından itidalini korumaya çalışan İngiliz donanma komutanı Ian Hamilton artık umutlarını karaya çıkartılacak olan işgal gücüne bağlamış durumdadır... İtilaf kuvvetleri, Çanakkale Boğazı'nda yaşadıkları hezimetten bir ayı aşkın bir süre sonra yani 25 nisan 1915'te Gelibolu Yarımadası 'nın güneybatı ucu civarında kara çıkarmasını gerçekleştirebilmişlerdir. Çıkarma esnasında İngilizler ağır kayıplar vermiş ve arazi koşullarının çok zorlu olduğunun idrakine varmışlardır. Ormanlık ve tepelik arazilerde, aşağıdaki İngiliz mevzilerine yukarıdan bakan Türk istihkamı söz konusudur ve bilhassa Avustralyalı ile Yeni Zelandalı gönüllü kuvvetler zor bir alandadır (bkz: Anzak Koyu ). Bütün bunlara ek olarak işgal kuvvetleri adına içecek su dahi lojistik bir problem teşkil etmektedir ve suyun temini, yukarıdaki Türk mevzilerinden ateşe maruz kalan açık botlar ile gerçekleştirilmektedir. Elle tutulur bir başarı elde edilemeyen 3 ayın ardından ağustosta 3 yeni tümenle birlikte İngilizler daha kuzeyde, Suvla Koyu 'ndan karaya bir çıkarma daha yapmaya çalışmışlar ancak bu girişim de hüsran ile sonuçlanmıştır. Bu esnada hiçbir varlık gösteremeyeceklerini düşündükleri Türkler ise çökmek bir yana, olağanüstü bir direniş göstermişlerdir. Çanakkale Savaşları'na damga vuran bir diğer unsur ise 20. yüzyılın yetiştirdiği en büyük siyasi / askeri deha olan Mustafa Kemal Atatürk olacaktır... Nihayetinde Londra'daki hükümet bu girişime olan inancını yitirmiş ve 1916 yılının ocak ayının başında Çanakkale harekatına son vermeye karar vermiştir. Çanakkale Muharebeleri' nde İtilaf güçlerinin kaybı 500.000, Osmanlı İmparatorluğu'nun ise en az 250.000 kişi civarında olmuştur. Savaşın bu döneminde İngilizlerin Türkler karşısında aldığı başka yenilgileri de söz konusudur; örneğin bir etkisizlik destanı olan Bağdat Harekatı (1915 / 16 kışında durdurulmuştur) ya da Kutü'l Amare 'de Türklerin elde ettiği önemli zafer gibi... Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere; Norman Stone'dan Birinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan Birinci Dünya Savaşı Tarihi ve Andrew Wiest'ten Birinci Dünya Savaşı Tarihi & Fotoğraflar, Haritalar, Çizimler adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • WW2 Kuzey Afrika Günlükleri: Çöl Tilkisi ile Monty

    İkinci dünya savaşı esnasında 1941 ve 1942 yılları Müttefikler adına iniş ve çıkışlar ile doludur. Güneydoğu Asya'da İngilizlerin egemenliği çökmekte ve Kuzey Afrika dışındaki tüm küresel stratejik konumlar, Nazilerin önderliğindeki Mihver bloğunun yoğun baskısına maruz kalmaktadır. Ancak Kuzey Afrika'da da vaziyet pek iç açıcı gözükmemektedir; zira Birinci Dünya Harbi'nde gerçekleşen Caparetto Harekatı sırasında sergilediği gözü pek ve yaratıcı performansıyla ilerleyen yıllarda neler yapabileceğinin kısa bir gösterimini sunan Çöl Tilkisi Erwin Rommel, Müttefiklere zor günler yaşatmaktadır. Karizması ve askeri yetenekleriyle komutası altındaki askerlerinin hem sevgisini hem de saygısını kazanmış durumda olan Alman general, gerçekleştirdiği başarılı operasyonlarla İngilizlerin en önemli silahlarından biri olarak gördükleri Ultra'yı etkisiz hale getirmeyi başarmış ve Roma'daki yüksek komuta merkezinden gelen talimatlara uymak yerine, gerektiği yerde inisiyatif alarak mütemadiyen İngiliz istihbaratını gafil avlamıştır. Nitekim 1941 yılında 100.000 asker, 849 tank ve 604 uçak ile gerçekleştirilen Battleaxe Harekatı ile başlayan felaketler silsilesi, İngilizler adına 1942'nin bahar aylarında doruk noktasına ulaşacaktır ... İngiliz sekizinci ordu komutanı general Neil Ritchie , iyi bir personel subayı olmasına rağmen hızlı davranmak ve birliklerini koordineli bir şekilde yönetmek açısından yetersiz bir komutandır ve düşmanı okuma yeteneğiyle beynelmilel bir ün kazanmış olan Rommel, pekala bu durumun farkındadır. Sayı ve teçhizat bakımından Müttefiklerin kendisinden üstün olduğunu bilen Çöl Tilkisi, mezkur dezavantajın üstesinden gelmek adına düşman ile topyekun bir savaşa tutuşmak yerine onları peyderpey üzerine çekmeye karar verir ve bu stratejinin ne kadar doğru olduğu kısa sürede ortaya çıkar. İngiliz zırhlı tümenleri birer birer ezilir. Rommel, İngilizlerin güney taraflarını korumak adına oluşturdukları mayın tarlalarını da dahice kullanarak statik haldeki düşmanını dönme manevralarının sonucunda kendi silahlarıyla imha eder. Özgür Fransa Ordusu , Bir Hakeim 'de bir süre varlık göstermeye çalışmışsa da Almanlar onları da saf dışı bırakır ve nihayetinde Panzer IV ler her bir cenahtan saldırarak, geride düşmanın kurtarabilecekken kurtarmadığı tanklardan oluşan bir demir mezarlığı bırakırlar. 1 sene evvel Doğu Libya'yı işgal etmek adına yola çıkan 8. İngiliz ordusu, harekat merkezleri olan Tobruk 'u tecrit edilmiş halde bırakarak Mısır 'a dek geri çekilmek zorunda kalır. Sürekli bir halde devam eden bombalamalara daha fazla dayanamayan tecrübesiz ihtiyat birlikleri, 21 haziran 1942'de muazzam miktarlardaki ikmal malzemesiyle birlikte Tobruk'u Almanlara teslim ederler ve 25.000 asker esir olarak alınır. Washington 'daki Roosevelt , işlerin iyi gitmediğinin farkındadır ve yaşanan hezimetten dolayı Churchill 'i arayarak yardım teklifinde bulunur. Kahire 'deki Amerikan ataşesi ise başkente hemen her gün İngilizlerin yöntemlerinin verimsizliğine ilişkin ağır raporlar göndermektedir. Kazanan tarafta ise ne yapması gerektiğini çok iyi bilen Rommel'in hiçbir şekilde durmaya niyeti yok gibi gözükmektedir ... Tobruk'un ardından ricat halindeki İngilizler, Mısır sınırında bir başka ağır darbe daha alırlar. Tank sayıları artık 100'ün altına düşmüş durumdadır ve ağır silahlarının neredeyse yarısını kaybetmişlerdir. Bugün dahi ders kitaplarının savunma sistemleri bakımından "korkakça bir ihtiyat" olarak kaydettiği bir tavırla birlikler statik şekilde mayın tarlalarınca korunan karakollara yerleştirilir. Rommel ise yine ve yeniden bu karakolları kolayca baypas edecektir. İngiliz birliklerinin yeni kumandanı Sör Claude Auchinleck , her ne kadar selefinin yaptığı hatalardan geri dönerek askerlerini mobilize etmeye çalıştıysa da artık çok geçtir. Rommel'in hız kaybetmeyen ve tedrici şekilde artan baskısı karşısında İngiliz birlikleri, bir Akdeniz kasabası olan El-Alameyn 'e dek geri çekilmek zorunda kalır. Yıllar sonra geri dönüp baktığımızda o günlerde Müttefiklerin durumunu en iyi özetleyen obje ise Mareşal Auchinleck'in, kederli ve çaresiz bir şekilde bol şortu içinde yolun kenarında dikilirken çekilmiş olan fotoğrafı olacaktır ... Müttefikler adına tüm Kuzey Afrika harekatı boyunca Winston Churchill , tabiri caizse tam bir baş belasıdır. 10 Downing Street 'ten mütemadiyen kesin emirler içeren telgraflar göndermekte ve saha komutanları inanılmaz güçlükler ile boğuşurken, o eylem ve kesin zafer talep etmektedir. Nihayetinde ise Kahire 'ye gelecek ve Auchinleck'i görevden alarak yerine Bernard Montgomery 'i atayacaktır. Monty geçimsiz, kibirli ve aşırı detaycı bir adamdır. Askerlerine kendisini anlatabilmek adına üstün gayret gösterir. Burnundan kıl aldırmayan tavırları Churchill'i dahi yıldırmıştır ancak İngiliz başbakanı sonunda pes eder ve daha önce hiç yapmadığı bir şey yaparak, Monty'nin hazırlık ve bakıma zaman ayırmak istemesini kabul eder. Oysa önceki komutanların bunu talep etmeleri, görevden alınmalarına sebebiyet vermiştir. İşin aslı Montgomery, Rommel karşısında askeri ve teçhizat bakımından muazzam bir üstünlüğe sahiptir ancak yine de acele etmez. İkmal hatları düzenli işleyene ve hava üstünlüğü kurulana dek bekleyecektir. Velhasıl artık önemli bir İngiliz zaferi ufukta yavaşa yavaş belirmektedir ... 23 ekim 1942'de 115.000 asker, 1000 top ve 559 tankla müttefik birlikleri Nazilere karşı harekete geçerler. Bu tarihin seçilmesindeki asıl sebep ise o sırada Rommel'in hastanede tedavi görmesidir. Ancak onun yerine vekalet eden komutanın, yaşadığı strese daha fazla dayanamayıp kalp krizi sonucunda ölmesi hasebiyle hasta Rommel, tekrar görevinin başına döner. İngilizler, harekatın ilk günlerinde kısmi başarılar elde etse de düşman saflarında herhangi bir yarılma gerçekleştirmeyi başaramazlar. Diğer tarafta ise Rommel'in, etkin bir karşı saldırı gerçekleştirebilmek adına ne ihtiyat kuvveti, ne teçhizatı ne de yakıtı vardır ve zaman, hiçbir şekilde ikmal almayan Almanların aleyhine işlemektedir. Nitekim 1 kasıma gelindiğinde Nazilerin 148, müttefiklerin ise 800 tank bulunmaktadır. Asker sayısındaki fark daha da çarpıcıdır. Müttefiklerin 100.000 askerine karşılık, Rommel 9.000'den biraz daha fazla askere sahiptir. Çöl tilkisi, artık geri çekilmenin dahi zor olduğunun farkındadır: Kalmak ve bulunduğu yerde savaşmak zorundadır. 2 gün boyunca gerçekleşen kanlı çarpışmaların ardından 3 kasımda Rommel, Hitler 'e çekilmek zorunda olduğunu bildirir ancak yüksek komuta talebini reddeder. Bunun sonucu ise aynı gün Wehrmacht 'ın, Royal Air Force 'un 1208 sortide bıraktığı 400 ton bombaya maruz kalması olacaktır. Artık yapacak bir şey kalmamıştır ve Rommel, yine inisiyatif alarak geri çekilme emrine verir. Daha sonra Alman general, içinde bulundukları vaziyete dair düşüncelerini şu şekilde ifade edecektir: "Hiçbir ihtiyat kuvveti yoktu, mümkün olan her adam ve top cepheye sürülmüştü. Yapabileceğimiz her şeyi yaptık. Ön cephemiz yarıldı ve tamamıyla motorize olan düşman arkamıza dolaşıyordu. Üstlerin emirlerinin artık bir önemi yoktu. Artık kurtarılabilecek olanı kurtarmak zorundaydık." Geri çekilme esnasında Rommel'in yardımcısı esir düşer. 4 kasımda Monty, düşman saflarını yarmasına rağmen ihtiyatı elden bırakmaz; zira geçmişte Rommel'in direnci yüzünden İngilizlerin nasıl kanlı sürprizler ile karşılaştıklarını iyi bilmektedir. Ancak Almanlar bozulmuş ve mevcut olarak 5000 asker, 20 tank ve 50 gibi mütevazi sayılara düşmüşlerdir. Yine de Rommel, birliklerini Tunus 'a dek 1600 km boyunca geri çekmeyi başaracaktır. Montgomery'in ihtiyat konusunda ne kadar haklı olduğu ise Çöl Tilkisi'nin Tunus'taki Kasarin Geçidi Savaşı 'nda pervasız Amerikan birliklerine yaşattığı ağır hezimette kendisini bir kez daha gösterecektir (Bu savaşta almanlar 1000 asker ve 20 tank kaybederken, Amerikalılar 6000 asker, 183 tank ve 200 top gibi ağır bir kayıp vermişlerdir). 15 kasım 1942'de ingiltere 'de kilise çanları çalınmaktadır (1940 yılından bu yana yalnızca bir Alman işgali halinde çalınmaları öngörüldüğü için suskunlardır) ve nihayet İngiliz halkına bir zafer armağan edilebilmiştir. Churchill zafer sonrası ulusa seslenişinde şu ifadeleri kullanır: "Rommel'in ordusu yenildi. Bozguna uğratıldı. Savaş gücü yok edildi". Ancak mesleğini fiilen icra eden bir tarihçi olarak da zaferi bağlamına yerleştirmeyi ihmal etmez: "Bu bir son değil. Hatta sonun başlangıcı bile değil. Yalnızca başlangıcın sonudur". Büyük harbin akabinde ise İngiliz lider, hatıralarında şunları yazacaktır: " Alameyn 'den önce hiç zafer kazanmadık. Alameyn'den sonra ise hiç yenilmedik ..." Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Norman Stone'dan İkinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan İkinci Dünya Savaşı Tarihi ve John Keegan'dan İkinci Dünya Savaşı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Doğu’nun Fatihi mi, Batı’nın Maceraperesti mi ? - Haçlıların Asi Prensi Antakyalı Bohemond'un Destansı Yolculuğu

    Bizans imparatoru Aleksios Komnenos'un kızı ve aynı zamanda bir tarihçi olan Anna Komnena, Alexiad adlı eserinde Guiscard Robert'ın en büyük oğlu Bohemond hakkında yazmaya başladığında korkuyla birlikte istemsiz bir saygı duygusunun kendisinde hasıl olduğunu ifade eder. Prensese göre; görünüşü hayranlık uyandıran ve adı düşmanlarına dehşet saçan bir adam olan Bohemond, yine kendisinin ifadeleriyle "görülmeye değer bir mucize"dir. Devasa cüssesi, kibirli ve kurnaz tavırlarıyla Bohemond, birçok açıdan anna'nın eserinin anti hero'su ve Bizans imparatoru 1. Aleksios'un taban tabana zıttıdır. Alexiad'da güney İtalyalı bir normana bu denli geniş bir yer verilmesi ise değildir; zira Komnenos'un 37 yıllık iktidarı boyunca hiç kimse onu Bohemond kadar devamlı bir şekilde rahatsız etmeyecektir. Aleksios'a iktidar yolunu açan Roussel de Bailleul tehdidinin sona ermesi Anadolu'daki norman devlet inşasının bir bakıma sonunu getirmiştir, ancak bu gelişme yakında Hauteville hanesinden gelecek daha ciddi tehditlerin yalnızca başlangıcı mahiyetinde olacaktır. 11. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle güney İtalya'yı tek bir bayrak altında toplamış olan Bohemond'un babası Guiscard Robert, Hautevillelerin bir gün Doğu Roma İmparatorluğu tahtına oturabileceğini tahayyül edebilecek kadar hırslı, azimli ve tabiri caizse maceraperest bir norman asilzadesidir. Bu bağlamda Güney İtalya'nın fethini tamamlamasının akabinde gözünü Adriyatik'in diğer yakasındaki Bizans eyaletleri olan Yunanistan ve İlirya'ya diken Guiscard, 1071'de imparatorluğun Malazgirt'te Selçuklu Türklerine karşı yaşadığı hezimetin akabinde dalında koparılmaya hazır olgun bir meyve durumunda olduğuna kanaat getirmiş durumdadır. Yaklaşan seferlerin kilit ismi ise Alberada'dan (ilk eşi) doğan ilk oğlu Bohemond olacaktır. Yaşadığı dönemde bir efsane haline gelecek olan Bohemond'un gerçek ismi ise Mark'tır. Norman kaynakları bu ismin Guiscard'ın Güney İtalya'daki ilk üssü olan Calabria'daki San Marco Argentano'dan geldiğini aktarmaktadırlar. Mark ismi etimolojik olarak bir norman değil, Grek - İtalyan adıdır ve yeni doğanın ailesi belli ki onun geleceğini İtalya'nın dışında, Bizans topraklarında görmüştür. Ancak verilen isim kadar önemli başka bir konu da Mark'ın hangi ad ile anıldığıdır. Bohemond ismi aslında Guiscard'ın bir ziyafet esnasında hakkında birtakım öyküler duyduğu bir devin adıdır. Mezkur efsanevi figür ile kendi "dev gibi" oğlu arasındaki benzerlikten etkilenen Robert, şölenin ardından genç prensi Bohemond olarak adlandırmaya başlamıştır. Mark ise yeni ismine adapte olma konusunda herhangi bir zorluk yaşamayacaktır ... Bohemond neredeyse her açıdan çağdaşlarının üzerindedir. Anna Komnena eserinde onun en uzun boylu erkeklerden bir arşın (yaklaşık 44cm) daha uzun olduğunu belirtmektedir. Bunun yanı sıra soluk teni ve açık renk saçlarıyla (İskandinav mirasının bir ürünü) Bohemond, bulunduğu her ortamda kaçınılmaz bir şekilde dikkatleri üzerine çekmektedir. Kesin doğum tarihi bilinmemek ile birlikte 1050'li yılların ortalarında doğduğu tahmin edilen Bohemond; ilk askeri deneyimini babasına isyan eden Capualı Jordan ile Conversonolu Goeffrey'nin üzerine sevk edilen birliklerde yer alarak tecrübe etmiş , 1081 yılında ise Guiscard tarafından emrine bir filo verilerek Korfu'ya yani Bizans'a saldırma ve mümkünse anakarada üsler geçirme görevini üstlenmiştir. 4 yıl sürecek olan seferde Güney İtalya normanları kısmi başarılar elde etmiş olsa da, uzun vadede lojistik, levazım ve adam eksikliğinden dolayı Yunanistan'da veyahut Balkanlar'da kalıcı olmayı başaramamış ve nihayetinde 17 temmuz 1085'de Robert Guiscard'ın sıtma ya da vebadan ölmesi hasebiyle bölgeden geri çekilmek durumunda kalmışlardır. Ancak Robert'in Doğu İmparatorluğu hayali Bohemond'da yaşamaya devam edecektir. Aleksios belki mücadelenin ilk raundunu kazanmıştır fakat gelecek günler çok daha büyük sürprizlere gebedir ... Orta Çağ'ın görece en önemli olayı olan Birinci Haçlı Seferi, sonuçları bakımından bugün dahi görülebilen bir miras ortaya çıkarmıştır. Ancak bu önemli hadisenin sıklıkla unutulan bir boyutu da normanlardır. Zira Haçlıların ekseriyeti Normandiya ve Güney İtalya'dan gelmek ile kalmamış, aynı zamanda bu girişimin kendisi de daha önceki norman faaliyetlerinden beslenmiştir. Fatih William ve Robert Guiscard'ın başarıları, Batı Avrupa aristokrasisine yabancı topraklarda riskli girişimler ile neler başarılabileceğini ilk kez göstermiştir. Binaenaleyh erken dönemli norman kazanımları ile Birinci Haçlı Seferi arasında doğrudan bir bağlantı kurulabilmektedir. Haçlıların önde gelen liderlerinden birisi de, yazımızın ana karakteri olan Tarantolu Bohemond'dur. İtalya ve Adriyatik'te kendisine göre bir mirasa sahip olamayan bu maceraperest norman, şöhret ve servet arayışıyla şansını Doğu'da deneyecektir. Bohemond'un yakınındaki anonim birisi tarafından kaleme alınan ve haçlı seferini anlatan Gesta Francorum, norman prensinin hareketten ilk kez 1096 yılının başlarında o dönemde bağlı olduğu lordu ve aynı zamanda üvey kardeşi olan Roger Borsa ile birlikte Amalfi'yi kuşatırken haberdar olduğunu bildirir. Bu haberden ilham alan Bohemond hemen harekete katılma sözü vermiş ve pelerinini kesmek suretiyle kendisine katılmak için akın eden insanlara haç şeklini vermiştir (bkz: coup de theatre). Bohemond'un aklında muhtemelen Kutsal Topraklar'ı kurtarmaktan daha fazlası vardır. 1080'lerdeki balkan seferlerinde yaşanan başarısızlıktan mütevellit Tarantolu'nun Aleksios ile kapanmamış bir hesabı bulunmaktadır ve tarihçi Geoffroi, Bohemond'un sefere uzun zamandır doğu imparatorluğu üzerindeki emellerini gerçekleştirmek adına büyük bir şevk ile katıldığını aktarır. Bizans'ın Papa 2. Urbanus'a yaptığı yardım çağrısı sonucunda gerçekleştirilecek olan bu harekatta imparatorluk hizmetine girmek, Bohemond'un çıkarları ile örtüşmüyor gibi gözükebilir fakat Tarantolu, 11. yüzyılın değişken dünyasında kurtların nasıl kuzuya dönüşebileceğini çok iyi bilmektedir ... Haçlı seferine katılma kararını hızlı bir şekilde vermiş olsa da Bohemond, önündeki ayları sefere hazırlanmak için geçirecek kadar tecrübelidir. Bulunduğu coğrafya sayesinde kuzeyli mevkidaşlarına nazaran daha az yol kat etmesi gerekmekte ve güzergahı çok iyi bilmektedir. Binaenaleyh acelesi yoktur ve nitekim ekim 1096'da Brindisi'den ayrılarak, 1080'lerdeki Balkan seferlerinin çarpıcı bir tekrarı olarak İlirya kıyısındaki Valona yakınlarında karaya çıkar. Bunu yaparken İtalya'dan geçen diğer haçlı gruplarıyla da yollarını ayıran Bohemond'un bu davranışları muhtelif çevrelerde Bizans imparatoruna karşı bir saldırı planladığına dair bir izlenim yaratır. Ancak geleceğin Antakya prensi'nin yola ilk çıktığı zamanki düşünceleri ne olursa olsun nihayetinde Papa Urbanus'un planına sadık kalmaya karar verir. Çevresinde hasıl olan tedirginliğin farkında olan Bohemond, bu korkuları yatıştırmak adına adamlarını yeğeni Tancrede de Hauteville'in idaresine bırakır ve imparator ile görüşmek üzere Konstantinopolis'e geçer. Aleksios ustaca bir diplomasiyle Bohemond'u iş birliği yapmanın her ikisinin de çıkarına olduğuna ikna eder ve Tarantolu da kendi adına Bizans'ın davasına bağlılık yemini eder. Seferin diğer liderlerinden biri olan Godefroy, Bohemond'un ettiğine benzer yeminleri ancak baskı altında kabul ederken, Saint Gillesli Raymond açıkça yemin etmeyi reddeder. Ancak bohemond farklı bir oyun oynamaktadır. Geçmiş yıllarda farklı norman liderleri de doğu imparatoruna sadakatlerini sunmuşladır. Hatta Bohemond'un babası Guiscard dahi 1074'te Nobilissimus olduğunda Bizans'ın hizmetine girmiştir. Dolayısıyla Bohemond yemin etmekten kaçınmak yerine, bunu yapmak için mümkün olan en büyük tavizleri koparmaya çalışmaktadır. Bu noktada maceraperest normanın ihtiraslarını en saf haliyle görürüz: Haçlı seferi onun adına amaca ulaşmak için yalnızca bir araçtır. 1097 yılında Anadolu platosuna geçerek nihai hedefe doğru (bkz: Kudüs) ilk adımı atmış olan baronların liderliğindeki haçlı ordusu, bu süreçte Anadolu Selçuklu devleti sultanı Kılıç Arslan'ın sert direnişi ile karşılaşmış olsa da ilerleyişini sürdürmüş ancak fazlaca yıpranmıştır. İaşe ve lojistik anlamındaki sıkıntılar, adam kayıpları ve verilen sözlere binaen Ön Asya'da geri alınan yerlerin tekrardan Bizans'ın idaresine bırakılması, bir süre sonra komutanlardan başlayarak tüm haçlılar arasında büyük bir huzursuzluğun hasıl olmasına sebebiyet vermiştir. Bu durum beraberinde kaçınılmaz bir şekilde birtakım kopmaları da getirmiş ve ilk adım Edessa'da (bkz: Urfa) Orta doğu'daki ilk haçlı devleti'ni kuracak olan Baudoin'den gelmiştir. Kendi kazanımlarını korumak adına safları bozmak isteyenler için bir model oluşturacak olan bu hadise, aynı zamanda Bohemond'un da beklediği işmar niteliğindedir. Baudoin'in bağımsızlığını ilan etmesinin akabinde Aleksios ile haçlılar arasındaki ilişkiler iyiden iyiye bozulmuş ve ocak 1908'de imparatorun temsilcisi olan Tatikios'un bir daha dönmemek üzere ordudan ayrılmasıyla birlikte gerginlik zirve noktasına ulaşmıştır. Bohemond da tabii olarak vaziyetten kendisine görev çıkarmakta gecikmemiş ve ordunun içinde bulunduğu durumdan Aleksios'u sorumlu tutarak onu bir hain ilan etmiştir. Daha da ileri gitmekte herhangi bir beis görmeyen Tarantolu, Aleksios'un pazarlığın kendisine düşen kısmını yerine getirmemesi hasebiyle haçlıların artık yeminlerine bağlı olmaları gerekmediğini de ileri sürmüştür. Velhasıl taşların yavaş yavaş dizildiği bu strateji oyununda Bohemond'un hedefi artık tüm çıplaklığı ile ortadadır: Antakya. Zor ve uzun geçen bir kuşatmanın ardından Bohemond'un, surların bir kısmının komutanı olan Firuz adlı bir Ermeni ile anlaşması sonucunda 2/3 haziran gecesi haçlıların bir kısmı şehre girmiş ve akabinde ordunun geri kalanına Antakya'nın kapılarını açmışlardır. Haçlılar sıkıntılarında birleşmiş olsalar da zaferin ardından bölünmekte gecikmemişlerdir. Zira Bohemond, son saldırıdan önce verilen sözlere uygun olarak Antakya'nın kendisine teslim edilmesinde ısrar etmektedir. Ancak başta Saint Gillesli Raymond olmak üzere kuvvetin diğer üyeleri bu fikre karşı çıkmışlardır. Anlaşmazlık bir süre daha devam etse de Bohemond'un geri adım atmayı reddetmesi sonucunda Raymond kaçınılmaz olanı nihayetinde kabul etmiş ve ordunun geri kalanı ile birlikte Kudüs yolculuğuna devam etmiştir. Tahmin edebileceğimiz üzere Bohemond'un kariyeri Antakya'yı ele geçirmesiyle sona ermemiş; entrikaları ona büyük bir ödül ama aynı zamanda azılı pek çok düşman da kazandırmıştır. 2 yıl boyunca bölgedeki konumunu sağlamlaştırmak adına faaliyetlerde bulunan Bohemond, ağustos 1100'de beklenmedik bir şekilde Danişmend Türkleri tarafından yenilgiye uğratılmış ve esir alınmıştır. Tarantolu, 3 yıl boyunca esaret hayatı yaşarken ise Antakya'yı yeğeni Tancrede de Hauteville ustalıkla korumuştur. Nihayetinde 1103 yılında geri döndüğünde topraklarını genişletme konusunda çok az ilerleme kaydedebilen Bohemond, 1104 yılının yazında Türkler tarafından tekrar yenilgiye uğratılmış ve tutumunu değiştirmeye karar vererek, adam toplamak adına ülkesi Fransa'ya geri dönmüştür. 1107 yılında harekete geçmeye hazır olduğunda ise beklenenin aksine Antakya'ya geçmek yerine eski ihtiraslarının peşinden gitmiş; açık kalan hesabını kapatmak ve doğu imparatorluğu ile ilgili tasarruflarını hayata geçirebilmek adına Yunanistan üzerinden Aleksios'a saldırmıştır. Ancak Bizans imparatoru geçmiş hatalarından ders almış gibi gözükmektedir ve uzun süren yıpratıcı bir mücadelenin akabinde Bohemond, barış istemek zorunda kalmıştır. Yapılan Diabolis Antlaşması'yla Tarantolu, Antakya'daki Bizans hakimiyetini (yalnızca kağıt üzerinde) kabul etmiş ve Kilikya'daki ihtilaflı bölgelerin hemen hemen hepsini geri vermeye razı olmuştur. Gururlu Hauteville için "Diabolis" tam bir aşağılamadır ve binaenaleyh Antakya'ya dönüp şehrinin Bizanslıların eline geçtiğini görmek yerine 3 yıl sonra öleceği Güney İtalya'nın yolunu tutmuştur. Bu, Bohemond'un Aleksios'a oynadığı son oyun olacaktır. Onun yokluğunda antlaşmanın yükümlülükleri asla uygulanmamış ve Bohemond'un yeğeni Tancrede de Hauteville, Antakya'da hüküm sürmeye devam etmiştir. Tancrede'nin ardından Bohemond'un oğlu 2. Bohemond dizginleri ele almış ve Hauteville ailesi, bölgede önemli bir güç olarak kalmaya devam etmiştir. Bohemond'un hayatına ve icraatlarına dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Ernoul kroniği, Malcolm Barber'dan Haçlı Devletleri Tarihi, Levi Roach'tan Normanlar, İbn Kalanisi'den Şam Tarihine Zeyl, Thomas Asbridge'den Haçlı Seferleri ve Kelly Devries ile Iain Dickie'den Haçlı Seferleri / Dünya Savaş Tarihi 5 adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Savaşa Giden Yol / İkinci Dünya Harbi

    Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, o zamanlar 29 yaşında bir piyade olan Adolf Hitler, maruz kaldığı ve geçici olarak kör olmasına sebebiyet veren bir gaz hasebiyle Kuzey Almanya'da askeri bir hastanede tedavi görmektedir. Almanya'nın yenildiği haberleri, Germen ulusu üzerinde büyük bir şok meydana getirmiş durumdadır. Zira dört buçuk yıl boyunca savaşılmış ve zafere çok yaklaşılmıştır. Bakıldığında Deutsches Reich, gerçekten de 1918 sonlarında Fransa'nın batısı ve Rusya'nın büyük bir kısmı olmak üzere geniş bir toprak parçasını işgal altında tutmaktadır. Ancak savaş kahramanı Erich Ludendorff'un batı cephesinde gerçekleştirdiği büyük taarruzdan beklenen başarının elde edilememesi sonucunda kasım '18'de ani bir çöküş yaşanmış ve harp boyunca geri plana atılmış olan donanma mensupları ile greve giden işçilerin çıkardığı isyanlar nedeniyle imparatorluk hükümeti paniğe kapılarak Hollanda'ya kaçmıştır. Hemen akabinde ise iktidar, sol ve müttefiklerinden oluşan yeni bir koalisyonun eline geçmiş ve bu hükümet de 11 kasımda İtilaf kuvvetleri ile ateşkesi imzalamıştır. Mağlubiyetin kabulü karşısında gözyaşlarına boğulan yalnızca onbaşı Adolf değildir. Keza Kasım Ateşkesi, Almanya'nın çektiği acıları sona erdirmemiştir. İngilizler, silahlara veda edilmesinin ardından vakit kaybetmeden Almanya'ya yoğun bir ekonomik kuşatma uygulamış ve bunun sonucunda bilhassa çocuklarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak vitamin eksikliğinden kaynaklanan raşitizm görülmeye başlanmıştır (çarpık dizler ve eğri bacaklar). Diğer tarafta ise Fransızlar, ordularının bel kemiğini kıran Verdun'da yaşadıkları travmanın da etkisiyle "onarım gideri" adı altında ödenmesi mümkün olmayan, yüksek meblağlarda savaş tazminatı istemektedirler. Toplam tazminat miktarı 132 milyar alman markıdır ve son taksitler (1920'li yıllarda asıl borç ödendikten sonra) "2010" yılında dek uzayacaktır. Tabii olarak mezkur tazminatın istenmesinin ardında yatan gerçek maksat, Alman ekonomisinin adil bir biçimde toparlanmasını ve ülkenin yeniden silahlanma girişiminde bulunmasını önlemektir. 1. Dünya Savaşı'nın hemen ardından yaşanan gelişmeler, sonraki 20 yıl boyunca tüm Orta Avrupa'yı şekillendirecektir. Harbin gerçek galibi, tartışmasız bir şekilde Amerika'dır. Başkan Woodrow Wilson önderliğinde yeni bir dünya düzeni kurmaya girişen Yankeeler, bu misyonu bir takıntı haline getirecek ve bilhassa 2. Dünya Savaşı sonrası Marshall Planı ile birlikte Avrupa'nın toparlanmasına öncülük edeceklerdir. Fransızların "üçüncü görkemli yıllar" adını verdikleri, Amerikan dolarının yarattığı bu refah dalgası ise 1970'li yılların ortalarında yaşanan petrol krizi ve durgunluk içinde artan stagflasyona dek sürecektir. Velhasıl Müttefiklerin katılımıyla 18 ocak 1919'da başlayan Paris Konferansı'nda barış koşulları müzakere edilmiş, 7 mayıs 1919'da son metin Almanlara deklare edilmiş, 23 haziran'da alman parlamentosu'nca kabul edilmiş ve 28 haziran'da Paris'in Versay banliyösünde imzalanmıştır. Olup bitenleri dikkatli bir biçimde gözlemleyen, harp kahramanı Fransız general Ferdinand Foch'un duruma dair tespiti ise Avrupa'yı bekleyen karanlık günlere dair bir kehanet niteliğindedir: "Bu bir barış antlaşması değil, 20 yıl sürecek bir ateşkestir ..." (bkz: Versay Antlaşması) 1920'li yılların başlarında Almanya genelinde Hitler, tabiri caizse sağı yeniden küllerinden dirilterek ün kazanmıştır. Savaş sonrası ordu onu Münih'te casus olarak kullanmaktadır ve Alman İşçi Partisi (bkz: Deutsche Arbeiterpartei) adı verilen küçük bir siyasi oluşumun toplantısına katıldığı gün, tüm hayatı sonsuza dek değişecektir. Zira orada "olağanüstü" bir özelliğini keşfetmiştir: Hitabet yeteneği. Bugün izlendiğinde çoğumuza gülünç gelen bu nevrotik bozukluktan muzdarip şizofren adamın davranışları ve hitabı, o dönemde koca bir ulusu birkaç sene içerisinde topyekun bir savaşa sürükleyecektir ... Hitler'in iktidar yürüyüşü esnasında güvendiği bir başka unsur da, Yahudi karşıtlığıdır. Bu tavır bazı çevrelerde popülerdir. Zira Yahudiler, savaş sonrası yaşanan ekonomik krizden diğer kesimlere nazaran daha iyi bir durumda çıkmışlardır. İntikam savaşından ve yozlaşmış parlamentoya son verecek milliyetçi bir hükümetten söz eden Hitler için, finans dünyası ile liberal medyada güçlü bir biçimde temsil edilen Yahudilerin aleyhine propaganda yapmak adına bu durum yeterli olacaktır ... Mentoru olarak gördüğü Benito Mussolini'nin izinden gitmek isteyen ve İtalyan modelini benimseyen Hitler, bu bağlamda iktidarı zorla ele geçirmek adına ilk girişimini 1923 yılında gerçekleştirir (bkz: Birahane Darbesi) ancak kalkışma başarısızlık ile sonuçlanır. Polis ile çıkan çatışma sırasında yaralanan Hitler, olaylardan 2 gün sonra tutuklanır ve vatana ihanet suçlamasıyla mahkeme karşısına çıkar. 24 gün süren yargılanmasının akabinde ise 5 yıllığına Landsberg Hapishanesi'ne gönderilecektir. Bu hapis süresi içerisinde boş durmayan Hitler, Almanya'nın sorunlarını teşhis eden ve bir "tedavi programı" öngören Main Kampf isimli bir de kitap yazacaktır. Buna göre Almanya 2 cephede birden savaşma hatasından kaçınmalıdır. Rusya gerçek düşmandır ve onları yenmek, yeni doğuda yaşam alanları (bkz: Lebensraum) bulmak ile hammadde kaynaklarını ele geçirmek anlamına gelmektedir. 1929 yılına gelindiğinde işler yavaş yavaş Hitler'in istediği gibi gitmeye başlamıştır. Aynı yıl yaşanan Büyük Buhran'ın yarattığı ekonomik kriz, Almanya'nın son gerçek parlamento hükümetinin düşmesine sebebiyet vermiş ve Almanlar çektikleri sıkıntılardan dolayı yabancılar ile paralarını ülke dışına çıkardıklarını iddia ettikleri Yahudileri suçlamışlardır. Sonuç olarak Mark baskı altına girmiş ve konvertibl olmaktan çıkmıştır. Öyle ki Londra'ya gidecek olan Prenses Schönburg, dövizi olmaması hasebiyle 3. sınıfta seyahat etmek durumunda kalmıştır. Ulusal ticaret 2/3 oranında düşmüş ve Almanya ihracata dayandığından, kısa sürede 6 milyon kişi işsiz kalmıştır. Berlin korkunç bir karmaşa içindedir ve bu huzursuzluk ile nefret atmosferinin gölgesinde gerçekleşen '32 federal seçimlerinde muhafazakarlar ile yapılan anlaşmanın sonucunda Adolf Hitler ocak 1933'te Almanya'nın yeni şansölyesi olacaktır ... Göreve başlamasının hemen ardından Hitler'in ilk önemli toplantısı generaller ile gerçekleşir ve onlara zaman kaybetmeden yeniden silahlanılması gerektiğini aktarır. Ona göre yeniden silahlanma Alman sanayiine iş imkanı sağlayacak ve işsizlerin bir kısmına istihdam oluşturacaktır. Bu program Versay Antlaşmasına aykırıdır fakat Hitler, savaş yorgunu dünyanın içerisinden geçtiği cendereyi hesap ederek batılı güçlerin herhangi bir tepki gösteremeyeceğini hesap etmektedir. Zaman Adolf'u haklı çıkaracaktır. Alman hava sanayii 3000 çalışanla yılda birkaç düzine uçak yaparak başladığı yeniden kalkınma programı kapsamında, 1939 yılına gelindiğinde 250.000 personel ile yılda 3000 savaş uçağı üreten bir kapasiteye ulaşmıştır. Havacılıktaki bu yükseliş, tarımdaki momentum ile birleşince 1936 yılında Almanların işsizlik sorunu ortadan kalkmıştır. Hitler artık halk arasında çok popülerdir ve bu popülaritesini çılgın fikirlerini hayata geçirmek adına bir kalkan olarak kullanır. Yahudi karşıtlığına yasal dayanak sağlanır ve 6.000 kapasiteli toplama kampları kurulmaya başlanır. Yüzbinlerce Yahudi ülkeden sürülür ve paralarına zorla el konur. '36 yılının yaz aylarında Hitler, Berlin'de düzenlenen olimpiyat oyunlarını paravan olarak kullanarak gerçek niyetini saklamayı sürdürür ve Stalin'in beş yıllık kalkınma planını bir uyarı işareti kabul ederek; Almanya'yı 4 yılda savunma savaşına, 7 yılda ise saldırı savaşına hazırlayacak çok kapsamlı bir başka silahlanma programının startını verir. Hitler aslında burada bir kumar oynamaktadır; zira Almanya'nın bu kadar yoğun bir silahlanmaya yetecek hammaddesi olmadığı gibi, uçak ve motorize savaş araçları için gerekli olan petrol , kauçuk ve demir dışındaki metalleri satın alacak dövize de sahip değildir. Aynı şekilde, sentetik petrol ve kauçuk imali için de büyük ve pahalı bir araştırma programı uygulanmaktadır. Luftwaffe komutanı Hermann Göring'in 4 yıllık organizasyon planı çerçevesinde devasa bir metalürji kompleksi inşa edilmiştir. Ülkenin totaliter yapısı derinleşmiş ve Gestapo '36 yılında Nazi Partisi'nin seçkin unsuru olan ve Henrich Himmler tarafından idare edilen Schutzstaffel yani SS ile birleştirilmiştir. Bütün bunlara ek olarak İspanya İç Savaşı ve Pasifik'teki gerilimler gibi gelişmeler de Hitler'e hamle zamanının yaklaştığını hissettirmektedir ... Hitler ilk adımını Ren havzasına, nehrin batısında kalan Almanya topraklarına doğru atmaya karar verir. Savaş sonrası Fransızlar bu bölgeyi ilhak etmek istemiş ancak talepleri reddedilmiştir. Bunun yerine bölge askeri birliklerden temizlenmiş ve garnizonlar kaldırılmıştır. '36'da Almanlar bölgeye doğru ilerleyişe geçtiğinde Fransızların tepkisine set çekecek olan, trajikomik bir şekilde İngilizler olacaktır. Niyetleri Hitler'e istediğini vererek, onu başka konuları kurcalamaktan caydırmaktır. Bu yaklaşıma verdikleri isim ise "yatıştırma politikasıdır". Kasım 1937'de İngiliz dışişleri bakanı Lord Halifax Berlin'e gider ve Hitler'e, savaş sonrası antlaşmalarda değişiklik yapılması için barışçıl metotlara başvurulmasına "karşı çıkmayacaklarını" ima eder. İngilizler kesinlikle savaş istememektedir. Bunun üzerine Adolf, Berchtescaden'daki konutunda sıradaki hamlesini planlamaya koyulur: Avusturya. 11 - 13 mart 1938 tarihleri arasında Nazi Almanyası, 3 günlük hızlı bir ilerlemeyle Avusturya'yı topraklarına katar ve gerçek anlamda kimsenin kılı dahi kıpırdamaz. Aksine hem kardinal hem de bir zamanların sosyalist cumhurbaşkanı Karl Renner, Nazileri memnuniyet ile karşılarlar. Böylece Avusturya bir Alman vilayetine dönüşürken, Viyana'nın çeyrek milyon Yahudisi de ağır hakaretlere, şiddete ve yağmaya maruz kalır. Gemi iyiden iyiye azıya alan Hitler'in sıradaki hedefi ise Çekoslovakya olacaktır. Burada 3 milyon Alman yaşamakta ve ekseriyeti de Almanya sınırı yakınlarındaki Sudeten'de bulunmaktadır. Mezkur ülke, savaş sonrası antlaşmaların bir ürünüdür ve Çekler, Almanların saldırması halinde yürürlüğe girecek olan Fransızlarla ittifaka güvenmektedirler. Ancak yatıştırma politikası! kapsamında İngilizler bir kez daha devreye girmekte gecikmeyecektir ... 1938 yılının eylül ayında yaşlı İngiliz başbakanı Neville Chamberlain, Mussolini'nin önerisiyle Hitler'in de bulunacağı bir konferansa katılmak üzere Münih'e uçar. Çekler toplantıya davet edilmemiştir. Aynı şekilde, onların en büyük müttefiki olan Sovyetler Birliği de ... görüşmelerin sonucunda ise Chamberlain, Hitler'e Çekoslovakya'nın Almanların yaşadığı bölgelerini vermekte herhangi bir beis görmeyecektir ... Çeklerin fikri dahi alınmamıştır, oysa bu bölgelerde daha başka uluslar da hayatlarını idame ettirmektedirler. Münih Konferansı o tarihten itibaren literatüre utanç verici ve korkakça davranış adıyla giriş yaparken; Chamberlain bir süreliğine, savaşı engelleyen adam olarak çok popüler olur. Londra'daki hükümetin politikalarına en sert tepkiyi gösterecek isim ise Winston Churchill olacaktır. Victoria dönemide ve Blenheim Sarayı'nda, ünlü atası Malborough Dükü'nün tarihi malikanesinde dünyaya gelen Churchill, kariyerinin ilk yıllarında liberal bir profil çizmesine rağmen zaman içerisinde imparatorluk yanlısı bir çizgiye kaymıştır. İngiliz tarihini görece en parlak dönemlerini bilfiil yaşamış ve Britanya İmparatorluğu'nu temsil eden dünyanın üçte birinin tadını almıştır. Cazibesi, zekası, çalışkanlığı ve zaman zaman da zorbalığı ile tanınan Churchill, 1930'ların dünyasında bir muhafazakar olarak ön plana çıkmaktadır. Hitler'den gerçek anlamda nefret eden biri olarak ona taviz vermenin, onu daha da azdıracağı konusunda defaatle uyarılarda bulunmasına karşın çok az kişi söylediklerine kulak asmıştır. Ancak gelinen noktada hasıl olan statüko, onu gündemin ilk sırasına çıkaracaktır ... Bilahare Kristallnacht yani Kristal Gece olarak anılan 9 Kasım 1938 gecesi ve sonraki sabah, Almanya ve Avusturya'da Yahudilere karşı çok ağır şiddet olayları yaşanmıştır. Naziler tarafından dükkanlar yağmalanmış, sinagoglar yakılmış, 91 Yahudi öldürülmüş ve binlercesi toplama kamplarına gönderilmiştir. Açıkça görüldüğü üzere "Münih" artık Hitler'i "yatıştırmamaktadır". Gittikçe daha saldırgan hale gelen Nazi Almanyası, Japonya ve İtalya ile birleşerek bir tür faşist blok da kurmuştur. İşlediği insanlık suçlarına neredeyse kimsenin ses çıkarmaması karşısında kendi yankı odasında dünya hakimiyeti tahayyüllerine kapılan Hitler, daha da ileri gitmekte herhangi bir beis görmez ve mart 1939 Çekoslovakya'nın geri kalan kısmını da işgal eder. Bunu Sovyetler ile kurulan pakt ve 1 Eylül 1939'da Polonya'nın ilhakı takip edecektir. 3 Eylül 1939'da sabah 9 civarı İngilizler Nazilere ültimatomlarını ilettiklerinde, Fransız hükümetinin de kısa süre içinde aynısını yapacağını bildirirler (nitekim aynı gün saat beşte gerçekleşir). Artık zarlar atılmış ve 2. Dünya Savaşı resmen başlamıştır. 1939 yılının mart ayı, İngilizler için bir karar anıdır ve bir daha asla Nazilere güvenmeyeceklerdir. Geriye dönüp bakıldığında tüm bu yaşananlar çılgınca görünmektedir ve aslında Hitler'in faaliyetleri dünyayı, kelimenin gerçek anlamıyla "delirtmiştir". Bir şizofrenin peşine şu veya bu sebepten takılmış kadim bir ulusun muazzam yetenekleri, insanlığı, evrensel bir yıkım sürecine sokmuştur. '39 yılını yaşayanlar, Almanya ile savaşın o yaz zaten başlamış olduğunu ve bahanesinin spesifik bir olay olmadığını söyleyeceklerdir. Bir deli, dünyanın tıpasını çıkarmıştır ve gemi batmak üzeredir ... Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere; birkaç yıl evvel kaybettiğimiz kıymetli hocam Norman Stone'dan İkinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan İkinci Dünya Savaşı Tarihi ve John Keegan'dan İkinci Dünya Savaşı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Makbul / Maktul Pargalı İbrahim Paşa

    Ege denizi kıyısında yer alan Parga köyünden bir balıkçının oğlu olan Pargalı İbrahim Paşa'nın kökenlerine dair çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Bunlardan birine göre küçük İbrahim, Bosna Beylerbeyi İskender Paşa'nın düzenlediği bir akın esnasında esir alınmış ve bilahare Kefe'deki sancakbeyliği sırasında Şehzade Süleyman'a takdim edilmiştir. Bir diğer hikayede korsanlar tarafından kaçırılmış ve şehzadenin ikinci görev yeri olan Manisa'da yaşayan dul bir kadına köle olarak satılmıştır. Venedik balyosu Pietro Zen'in 1523 yılında hükümetine verdiği raporda ise bu iki öykünün bir karışımı karşımıza çıkmaktadır: Korsanlar tarafından ele geçirilen Pietro adındaki bir genç, İskender Paşa'nın dul kızına satılmış ve bir zaman sonra Şehzade Süleyman, Edirne'ye geldiğinde kadın ona "keman çalan, şarkı söyleyen ve yaşıtı olan" kölesi İbrahim'i takdim etmiştir. İlerleyen yıllarda Pargalı İbrahim, İskender Paşa'nın torunu olan Muhsine ile evlenmiş ve aile ile olan bağlarını güçlendirmiştir. Süleyman'ın Manisa'daki şehzade hanesinde içoğlanı olarak hizmet eden İbrahim, 1520 yılında yeni padişah ile birlikte İstanbul'a gelmiş ve sultanın şahsi hizmetlerindeki en yüksek makam olan has Odabaşılığa getirilerek hem Süleyman'ın "gönlündeki yeri" takdis edilmiş hem de hizmetlerinden mütevellit ödüllendirilmiştir. İbrahim'in haziran 1523'te teamüllere aykırı bir biçimde, Enderun'daki kişisel hizmet görevinden doğrudan en yüksek kamusal hizmet makamı olan veziriazamlığa yükseltilmesi ise bilhassa saray eşrafında büyük bir şaşkınlık yaratmıştır. Zira padişahın diğer vezirleri kendilerini ispatlamak suretiyle mevkilerine tedricen terfi ederek gelmiş ve binaenaleyh hükümet işlerinde onlarca yıllık tecrübe edinmişlerdir. Hulasa onlar statülerini çalışarak elde ederken, İbrahim'e makamı "bahşedilmiştir". Nitekim Süleyman'ın bu kararı, veziriazamlık için sıranın kendisinde olduğuna inanan Ahmed Paşa'yı öylesine hiddetlendirmiştir ki, kendisine "teselli hediyesi" olarak verilen Mısır eyalet valiliği'nde ayağının tozuyla bir isyan tertiplemiş ve nihayetinde adı tarih yapraklarına Hain Ahmed olarak geçmiştir. İbrahim'in başvezirliğe yükselişi nasıl daha evvel nasıl görülmedik bir hadise ise, bu görevdeyken sahip olduğu özerklik de aynı şekilde emsalsizdir. Pietro Zen, İstanbul'daki ilk görev süresini tamamladığı haziran 1524'te Venedik Senatosu'na yeni veziriazam için "her şeyi yapıyor ve her istediği yapılıyor" şeklinde bir bildiride bulunmuştur. Padişahın At Meydanı'nda İbrahim için inşa ettirdiği görkemli saray da (bkz: İbrahim Paşa Sarayı), onun olağanüstü statüsünün maddi bir vurgusu niteliğindedir. Pargalı ile alakalı ilk ayrıntılı değerlendirme ise '24 raporundan iki yıl sonra, yine bir Venedik balyosu olan Bragadin tarafından gelecektir. Balyos raporunda makbul vezir için: "Küçük yüzlü, solgun, fazla uzun olmayan, zayıf ve nazik bir adam. İlk başta herkes paşadan nefret etti, ama şimdi padişahın onu ne kadar çok sevdiğini görünce onunla dost olmaya çalışıyorlar. Bunlar arasında padişahın validesi ve "gözdesi" de (bkz: Hürrem Sultan) yer alıyor". Devam eden rapora göre veziriazam 150.000 altın duka gibi olağanüstü sayılabilecek bir yıllık gelire sahiptir: Bunun 100.000'i veziriazam, 50.000'i de Rumeli Beylerbeyliği maaşıdır. Bu servet, aynı zaman İbrahim'in kullanabileceği önemli bir kişisel himaye gücünü de beraberinde getirmiştir. Nitekim Pargalı'nın yerel cemaatlere hizmet, inşaat ustalarına ve işçilere iş imkanları sunan büyük hayır işleri arasında Mekke'den Balkanlar'daki şehir ve kasabalarda dek muhtelif yerlerde inşa ettirdiği irili ufaklı camiler, mektepler, tekkeler, hamamlar yer almaktadır. Öte yandan paşa, şair ve yazarların da gönüllü hamisi konumundadır. Kendisine ithaf edilmiş olan, eşanlamlı gibi görünen farsça sözcükler arasındaki farkları anlatan eser bilgi birikiminin de boyutlarını göstermektedir. İbrahim'in himaye ettikleri arasında kendi aile fertleri de yer almaktadır. Erkek kardeşlerinden ikisini saray hizmetine sokmuş, annesini ise kendi sarayına bitişik bir eve taşımıştır. Babasını da unutmayan "vefakar Pargalı", ona da Parga'da yıllık geliri 2000 dukaya tekabül eden mütevazı bir yöneticilik "ayarlamıştır". Mezkur çekirdek ailenin tamamı ihtida etmiş ve babası Yunus ismini almıştır. Objektif bir değerlendirme yaptığımızda, Süleyman'ın saltanatının ilk yıllarındaki ihtişamın mimarı şüphesiz İbrahim'dir. Tarihi vesikalardan da anladığımız kadarıyla Pargalı; teşrifattan, giyim kuşamdan ve görsel sansasyon yaratmaktan iyi anlayan bir zattır. Padişah da çocukluk arkadaşının yeteneklerinin farkındadır ki, ona gerekli araçları ve fırsatları sağlamakta herhangi bir beis görmemiştir. Yazımızda çokça atıf yaptığımızda Venedikli gözlemcilerin Süleyman'a il signor (kral), İbrahim'e ise il magnificio demesi boşuna değildir. Pargalı'nın kıyafetlerinin süsü veyahut parmaklarındaki yüzüklerin gösterişi Süleyman'ınkinden geri kalmamaktadır. Bir diğer çeken husus da İbrahim'in haziran 1524'te gerçekleşen düğünüdür. Bu hadise, Süleyman'ın saltanatının ilk büyük şenliğidir ve gelecekteki kutlamalar için emsal teşkil edecektir. Ancak mezkur düğün ile alakalı yanlış bir varsayımın düzeltilmesi zaruridir. Zira düğünün debdebesi İbrahim'in, Süleyman'ın kız kardeşi Hatice Sultan ile nişanlı olduğu faraziyesine dayandırılmıştır. Ne var ki, bu iddia birçok kez çürütülmüş ve İbrahim'in karısının, daha evvel de belirttiğimiz üzere, ünlü bir devlet adamının (bkz: İskender Paşa) torunu olan Muhsine olduğu artık büyük ölçüde kanıtlanmıştır. Pargalı İbrahim Paşa'nın veziriazamlığı esnasında Osmanlı'nın ihtişamını büyütme çabaları, rönesans kral ile kraliçelerinin giderek daha da göz alıcı hale gelen sarayları ve dahi şahsiyetlerinden ((bkz: coğrafi keşifler) (bkz: fiyat devrimi)) daha üstün gözükmeyi amaçlayan bir yaklaşımla sürdürülmüştür. Süleyman'ın saltanatının ilk 15 yılı, askeri dikkati açısından ekseriyetle batıya odaklıdır. Aynı şekilde, savurgan ve gösteriş dozu yüksek propaganda savaşının hedefinde de Avrupa bulunmaktadır. Bilindik hikayeye göre batı dünyası, Süleyman'ın 1520'de tahta çıkmasıyla birlikte rahat bir nefes almıştır; zira selefi Yavuz Sultan Selim, savaş meydanlarında kazandığı zaferler ile hıristiyan alemini, sıradaki hedefin kendileri olması korkusuyla dehşete düşürmüş durumdadır ve onun idaresinde Osmanlı savaş makinesi durdurulamaz gözükmektedir. 1517'de Memlük devleti'ni tarumar etmesi hasebiyle Venedik tarafından Selim'i tebrik etmeye gönderilen Alvise Mocenigo'nun, "Afrika, Avrupa ve Asya'yı hakimiyeti altına alarak dünyanın efendisi olmayı ümit ediyor" ifadeleri boşuna değildir. Madalyonun diğer yüzünde ise İbrahim, efendisinin, babasının emellerini gerçekleştirmeye kesinlikle niyetli ve muktedir olduğunu avrupalı güçlere ispat edecek doğru enstrüman hüviyetindedir. Beynelmilel siyasette hükümdarların durumunu, topraklarının yerini ve ilgili diğer tüm konuları öğrenmekten tabiri caizse zevk alan Pargalı'nın, dil becerileri ve başta Venedikliler arasında olmak üzere sahip olduğu ilişki ve casus ağı da bu ilgisine destek sağlamaktadır. Bahsi geçen Venedikliler arasında ise bir kişi bilhassa öne çıkmaktadır: Alvise Luigi Gritti ... Gritti, 1523 - 1538 yılları arasında Venedik doçu olan Andrea Gritti'nin İstanbul'da doğan 4 oğlundan biridir. baba Gritti, Osmanlı'nın başkentinde yıllar boyunca tüccarlık ile diplomatlık yapmış ve mevzubahis 4 oğul, muhtemelen İstanbul'da tanıştığı bir ya da birden fazla aşık / cariyeden dünyaya gelmiştir. Babasının toplumsal konumuna layık bir tedrisattan geçen Alvise, Venedik ve Padova'da okumuştur (Padova Üniversitesi, rönesans döneminde klasik incelemelerin canlandığı en önemli merkezlerden biri konumundadır). Anlaşıldığı kadarıyla babasının gözdesi konumundaki Alvise, eğitimini tamamlamasının ardından İstanbul'a yerleşmeye karar vermiş ve burada, gerçek anlamda, göz kamaştırıcı bir portre çizmiştir. Nitekim o vakitler sarayının bulunduğu istanbul'un güzide semtinin bugünkü adı, bu sıra dışı adamın lakabından ileri gelmektedir: (bkz: Beyoğlu) (muhtelif tarihçiler Beyoğlu isminin, Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u almak suretiyle nihayete erdirdiği Pontus Rum İmparatorluğu'nun hanedan üyelerinin İstanbul'a getirilmeleri ve bilahare mezkur semte yerleşip ticaret ile uğraşmaları sonucunda ortaya çıktığını iddia etmektedir). Velhasıl kozmopolit ve entelektüel 16. yüzyıl insanının en mükemmel örneklerinden biri olan Gritti, tüccarlar ile hümanistlerin ilgi odağı konumundadır ve mütemadiyen hem hristiyanlar hem de hem de müslümanlar için eğlenceler düzenlemekten geri durmamaktadır. Öte yandan Gritti, tıpkı babası gibi başka malların yanı sıra mücevher alım satımı yapan bir tüccardır ve Pargalı onu muhtemelen bu sıfatla Süleyman ile tanıştırmıştır. Ancak Alvise'in Osmanlı imparatorluğu'na asıl katkısı, diplomatik ve askeri alanda olacaktır ... Daniello de Ludovici, 1534 yılında Venedik senatosu'na sunduğu raporda; Gritti'nin, İbrahim'i, veziriazamlığa tayin edildiği esnada deneyimin olmaması hasebiyle "dünya ve devletlerin yönetimi" konusunda eğitmek suretiyle onun gözüne girdiğini ifade etmiştir. Bu süreçte Alvise, Osmanlılar ile birlikte 3 sefere katılmış ve daha da önemlisi imparatorluğun Habsburglar ile sonu gelmez çekişme sahası olan Macaristan'da yürüteceği politikaların mimarlarından biri olmuştur. Nihayetinde bu hayranlık uyandırıcı adam, 1534'te osmanlı için savaşırken Erdel'de asiler tarafından öldürülmüştür. İbrahim'in, Süleyman'ın ihtişamını sergileme programının başlıca danışmanlarından da biri olan Gritti, bu proje için yoğun bir çaba sarf etmiştir. Örneğin; Pargalı, Venedikli zanaatkarlara padişah için dört katlı muazzam bir taç ısmarlamıştır. Burada amaç, Süleyman'ın en azılı rakibi konumundaki Habsburg hükümdarı 5. Karl'ın (bkz: Şarlken) Roma İmparatorluğu üzerindeki hak iddiasına görsel olarak meydan okumaktır. Zira papa 7. Clementius 1530'da Bologna'da Kutsal Roma İmparatorluğu tacını Karl'ın başına taktığı sırada kendisi de üç katlı ikonik papalık tacını giymektedir. Ne var ki 2. Mehmet, 330 yılından itibaren Roma İmparatorluğu'nun merkezi konumundaki Konstantinopolis'i fethederek Roma'nın halefi olma konusundaki kendi hak iddiasını ortaya koymuş durumdadır. Aynı şekilde, Yavuz Sultan Selim'in büyüklüğü, Doğu Akdeniz ve Mısır'daki toprakları fethetmek suretiyle Doğu Roma İmparatorluğu'nu yeniden birleştirmeye dayanmaktadır. Şimdi de Süleyman, atalarının ele geçirdiği mezkur toprakların yegane hakimi sıfatını, kurnaz vezirinin yaptırdığı 4 katlı taç ile somut bir hale getirmiştir. Bologna'da düzenlenen gösterişli geçit törenlerine, osmanlılar, ordunun 1532'de avusturya'ya yaptığı uzun yürüyüş boyunca Süleyman'ın tacını sergilemek suretiyle karşılık vermiş; bu esnada Sırbistan'ın güneyindeki Niş şehrinde bulunan Habsburg elçileri, askeri geçidi bir caminin minaresinden izlemeye mecbur bırakılmışlardır. 1529 yılı itibariyle Pargalı İbrahim Paşa, imparatorluğun kamusal yüzü konumundadır: Osmanlı ordusunun seraskeri, diplomasinin efendisi ve Muhteşem Süleyman imajının emprezaryosudur. Peki ne olmuştur da Pargalı'yı, "hiç yaşamamış bir şekilde" ortadan kaldırma gereksinimi ortaya çıkmıştır ? Kimi tarihçiler İbrahim'in yok oluşuna giden yolda aşırı kibrini sebep gösterirken, kimileri de Safeviler'e karşı girişilen seferde yaptığı bir dizi hatadan dem vururlar. Buna göre; İbrahim'in Serasker sıfatıyla uyguladığı yanlış taktikler doğu cephesinde savaşın uzamasına sebebiyet vermiş ve sert kış koşulları askerleri zayıf düşürerek, bir bakıma savaşmaktan soğutmuştur. Öte yandan Pargalı'nın kudretli Defterdar İskender'i idam ettirmesi de, neticeleri itibariyle onun adına büyük zararlara yol açmıştır. Rivayete göre; Süleyman, vezirine savaş konusunda defterdarın nasihatlerinden yararlanma tavsiyesini vermiş ancak İbrahim bunun yerine, farklı açılardan rakibi olarak gördüğü İskender'i ortadan kaldırmayı tercih etmiştir. Bütün bunlara ek olarak İstanbul ahalisi de Pargalı hakkında pek de olumlu olmayan bir intibaya sahiptir. Yeniçerilerin 1525'teki isyan sırasında onun sarayını hedef almaları, bir bakıma bu durumun göstergesidir. Yine, İbrahim'in 1526'da Budapeşte kraliyet sarayından ganimet olarak alıp getirdiği bronz Herkül, Diana ve Apollon heykelleri de, toplumda kendisine karşı oluşan hoşnutsuzluğun artmasına sebebiyet vermiştir. Şair Figani'nin halkın tepkisini dile getirdiği beyiti, ahvali özetler niteliktedir: "Dünyaya iki İbrahim geldi. Biri putları yıktı. Diğeri putları dikti.". Figani bu hakareti nedeniyle işkence görmüş ve 1532'de asılmak suretiyle idam edilmiştir. Süleyman ile İbrahim'in 1533'te Alvise Gritti'nin ikametgahına 3 saatlik bir ziyaret yapmaları da, İbrahim'in İslam inancının samimiyetine ilişkin kuşkuları yeniden alevlendirmiştir. Aslında ziyaretin bağlamı, Avusturyalı Habsburglar ile yürütülen zorlu antlaşma müzakerelerine dairdir. Sonuç olarak İbrahim'e yönelik eleştirilerin yarattığı olumsuz hava öyle bir noktaya erişmiştir ki, Süleyman'ın ondan kurtulması "zorunlu" ya da "yararlı" hale gelmiştir. Genel olarak bakıldığında (ve şahsi yakınlığı bir tarafa) Süleyman, veziriazamından memnundur. Safevilere karşı düzenlenen seferin başlangıcında onu, tek başına ordunun başına getirmiş ve askeri liderliğine duyduğu saygıyı göstermiştir. Mısır'da ve 1527'de Anadolu'da çıkan karışıklıkların bastırılmasında başarılı bir performans göstermiş olan İbrahim, öte yandan Süleyman'ın batıya karşı elde ettiği zaferlerde, farklı sıfatlarla dahi olsa, her daim ciddi katkılar sunmuştur. Ancak nihayetinde kimse vazgeçilmez değildir ve söz konusu dünyanın zirvesinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu'nun hükümdarı olduğunda, bu düşünce çok daha kolay pratiğe dökülebilmektedir. Velhasıl maktul İbrahim Paşa, 1536 yılının 14 mart'ını 15 mart'a (Gaius Julius Caesar'ın katledilişinin yıldönümü olması manidardır. hicri takvimde 942 yılının Ramazan ayının 22. gününün, 15 marta tekabül ettiğini, İbrahim gibi antik tarihe düşkün olan Süleyman da pekala bilmektedir) bağlayan gece Enderun'daki odasında uyurken padişahın emriyle boğularak katledilmiştir. Pargalı'nın, gözden düşen diğer paşalara hep yapıldığı gibi başkalarının önünde boynunun vurulmayıp, hanedan üyelerine uygulanan infaz yöntemi olan ip ile katledilmesi, Süleyman'ın, "en iyi arkadaşına" son bir jesti şeklinde de okunabilir. Ancak sonraki süreçte cesedinin saraydan gizlice uzaklaştırılması ve kendisine ait herhangi bir mezarının bulunmaması da şerefinin lekelendiğinin açık bir göstergesidir. Bir iddiaya göre, maktulün bedeni Tersane-i Amire'nin arkasındaki bir zaviyenin bahçesine gömülmüş ve mezarının yerine gösteren yegane bir ağaç olduğu söylenmiştir. İbrahim'in ölümün ardından ona saygısını gösteren tek kişi ise Kumkapı'da paşanın anısına bir cami inşa ettiren zevcesi Muhsine olacaktır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin'den Kanuni Sultan Süleyman, İsmail Hakkı Uzunçarşılı'dan Osmanlı Tarihi - 2. Cilt: İstanbul’un Fethinden Kanuni Sultan Süleyman’ın Ölümüne Kadar ve Prof. Dr. Gülru Necipoğlu'ndan 15. ve 16. Yüzyılda Topkapı Sarayı / Mimari, Tören ve İktidar adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Fatih William - İngiltere'de Normanların Hakimiyeti

    Skolastik düşüncenin hem sosyokültürel hem de bürokratik yapıyı şekillendirdiği Orta Çağ Avrupası'nda, yeryüzünün ölen azizlerin bedenlerini kabul etmek adına açıldığına dair yaygın bir inanç söz konusudur. Müteveffa kimsenin gömülmesi esnasında herhangi bir olumsuzluk ortaya çıkması durumu ise o kişinin bir günahkar olduğuna delalettir. 1087 yılında Caen'da bulunan Saint Etienne Manastır Kilisesi'ne defni sırasında Birinci William'ın naaşının maruz kaldıkları göz önüne alındığında (William'ın bedenin koyulacağı lahit iri gövdesine küçük gelmiş, bilahare kralın cesedi "yırtılmış" ve etrafa kötü bir koku yayılmaya başlamıştır.) Normanlara İngiltere tacını getiren fatih, kesinlikle 2. gruba müdahildir. Nitekim william'ın ölümü de acı verici olması bir tarafa, uzun sürmüş ve yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere cenazesi, bir hatalar komedisine dönüşmüştür. 1028 yılında Fransa'nın Falaise bölgesinde dünyaya gelen William, henüz 7 yaşındayken babası Normandiya Dükü Birinci Robert'ın hac ziyareti sırasında aniden ölmesiyle birlikte kendisini normanların lideri olarak bulur. Çocuk yaşta birinin dukalığın başına geçmesi başlı başına büyük bir problemdir ve bu da yetmezmiş gibi William'ın gayriresmi bir beraberliğin meyvesi olması, meşruiyetinin sorgulanmasına sebebiyet vermektedir. Kimi kaynaklar William'ın annesi Herleva'yı basit bir deri tabakçısının kızı olarak aktarırken, kimileri de onun bir cenaze levazımcısının çocuğu olduğunu ifade eder. William'ın iktidarının ilerleyen yıllarında resmi kraliyet yazımı, her ne kadar Herleva'yı düşük statüdeki bir aristokratın kızı olarak lanse etmeye çalışmış olsa da; dükün düşmanları buldukları her fırsatta onu bir batard olarak nitelendirmekte herhangi bir beis görmemişlerdir. (eski Fransızcada batard kelimesi, evlilik dışı doğan bir çocuğu değil, daha ziyade bir Mesalliance (tipik olarak bir asilzade ile daha düşük statüdeki bir kadın arasındaki "eşit" olmayan birliktelik) çocuğunu tanımlamaktadır.) Küçük yaşta ve gayrimeşru yakıştırmasıyla tahta çıkmanın yarattığı tüm olumsuzlukların etkisiyle şiddet ve ihanetin yaygın olduğu bir dünyada yetişen William, 1042 yılında yani 14 yaşında iktidarının dizginlerini yavaş yavaş kendi ellerinde toplamaya başlar. Aristokratik şiddeti sınırlandırmak amacıyla, tarafların belirli günlerde şiddet eylemlerinden kaçınacaklarına dair yemin etmelerini sağlayan ve aynı zamanda dini hüviyete de sahip bir hareket olan Tanrı'nın Ateşkesi, genç dükün çabalarıyla Normandiya eyaletinde uygulanmaya başlar. Bu girişimi ise (yaklaşık bir yıl sonra) William'ın Falaise'e yönelik ilk askeri faaliyeti izler. Bu noktada dükün iktidar yıllar boyunca en yakın arkadaşları ve destekçileri olacak Guillaume Fitz Osbern, Roger de Montgomery ve Roger de Beaumont gibi isimleri de kaynaklarda görmeye başlarız. Yine, 1049 yılında üvey kardeşi Eudes'i Bayeux piskoposu olarak atayan William, bu hamlesiyle düklüğün ikinci büyük şehrinde otoritesini iyiden iyiye pekiştirmiş ve 7 yıllık bir mücadelenin ardından 21 yaşında iç siyasette dengeyi sağlamıştır. Aynı yıl Fransa kralı Birinci Henry'nin Anjou Kontu Godefroy'a karşı düzenlediği sefere katılan William, iki yıl sonra Belleme ailesinin elinde bulunan Domfront ve Alençon kalelerini kuşatır. Alençon kuşatması esnasında müdafilerin, surların üzerinde hayvan derileri döverek ve mütevazi kökenlerine bir gönderme olarak Pelterer şeklinde bağırarak dük ile alay ettikleri rivayet edilmektedir. Nitekim bu, William'ın annesi Herleva'nın bir deri tabaklayıcısından doğduğu efsanesinin de başlangıcı olacaktır. Kaleyi savunanların provokatif davranışları william'ın da gözünden kaçmamış ve dük kaleyi ele geçirdiğinde korkunç bir intikam planını devreye sokmuştur. savunmacılardan 32'sinin elleri ve ayakları herkesin gözü önünde kesilmiş ve mezkur dehşetengiz hadiseyi duyan Domfront'takiler ivedi bir şekilde teslim olmuşlardır. William'ın fatih personasının temellerini atıldığı dönem ise kesinlikle 1054 ve 1057'de, tabi olduğu Fransa kralı 1. Henry ve onun müttefiki Anjou Kontu Godefroy'a karşı kazandığı iki önemli zafere tekabül etmektedir. 1050'li yılların başında William'ın Flandre Kontu 5. Baudoin'ın kızı ile olan evliliği, onun bilhassa İngiltere'deki itibarını arttırmış ve o dönemde İngiliz tahtında oturan Edward the Confessor'ın çocuğunun olmaması, Normandiya Dükü'nü adanın iktidarı için doğal bir halef haline gelmesine olanak tanımıştır. Nitekim ilerleyen dönemlerde cereyan edecek olayların da göstereceği gibi, düklerinden birinin İngiliz tahtını ele geçirmesi Fransa Kralı'na pek de bir şey kazandırmayacaktır ... Nihayetinde 1057 yılında Normandiya Dükü'nün Varaville'de vasalı olduğu Henry'nin ve Anjou Kontu Godefroy'un birleşik kuvvetlerinin önemli bir kısmını yok etmesi açık bir şekilde şunu göstermektedir ki; Ne Normandiya ele geçirilmek ne de William yenilmek içindir. Keza Varaville Muharebesi William'ın iktidarı boyunca Normandiya Düklüğü'ne yönelik son işgal girişimi olacaktır. Geriye dönüp bakıldığında 1057 ile 1066 arasındaki yıllar, Normandiya Dükü'nün elde edeceği başarılar açısından fırtına öncesi sessizlik gibi görünmektedir. Ancak bu izlenim yanıltıcıdır. Bu dönemde William'ın eylemleri hakkında teferruatlı bilgiye sahip olmasak da tüm işaretler hummalı bir hazırlığa işaret etmektedir. Otuzlu yaşlarının ortasında, Fransa kralı ve Anjou Kontu'na karşı kazandığı zaferlerden yeni çıkmış olan William tabiri caizse gücünün doruğundadır. Maine'i alması ve Bretonya'da hakimiyet kurması, uzun süreli bir yokluk için ortamı hazırladığına dair verdiği ilk işaretlerdir. Bu sırada en büyük oğlu Robert'ı varisi olarak atamayı seçmesi ise manidardır. Aslına bakılırsa Norman düklerinin varislerini kendi yaşamları esnasında belirlemeleri alışılagelmiş bir durumdur. Ancak bu uygulama, hayatın olağan akışı içerisinde ve genellikle de hastalık gibi durumlarda gerçekleşmektedir. Söz konusu gelişmenin bize gösterdiği, William'ın gelecekteki olayların istenildiği gibi gitmemesi durumunda kayıpları ve başarısızlığı asgariye indirecek önemleri de dikkatle göz önüne aldığıdır. Fatih William'ın İngiliz tacına olan ilgisini arttıran bir diğer önemli olay ise Harold Godwinson'ın muhtemelen 1064 yılında Normandiya Düklüğü'ne yaptığı ziyarettir. Norman kaynakları bu ziyaretin, Harold'un İngiltere Kralı Edward tarafından William'ın verasetine dair daha önce verilen sözleri teyit etmek amacıyla gerçekleştiğini iddia etse de daha olası olan hikaye, İngiliz kronikçi Canterburyli Eadmer'ın aktardığı şekliyle Harold'un düklük sarayına rehine olarak gönderilen küçük kardeşinin ve yeğeninin serbest bırakılmasını sağlamak adına gittiğine dairdir. Ancak gerçek her ne olursa olsun bildiğimiz tek şey, Harold'un planlarının istediği gibi gitmediğidir. Fransa'ya ayak basmasının hemen akabinde William'ın müttefiki Ponthieulu Gui tarafından esir alınan Harold, daha sonra dükün emriyle serbest bırakılır. Bu durum Harold ile William arasındaki güç dinamiğini değiştirmiş ve İngiliz kontu eşit statüde olmak yerine, daha en başından itibaren William'a borçlu konumuna düşmüştür. Nitekim ilerleyen haftalarda Harold, muhtemelen bir güç gösterisi olarak Bretonya'ya sefere götürülmüş ve William nihayetinde ondan meşhur yeminini etmesini istemiştir (bkz: Bayeux İşlemesi). Norman kaynaklarına göre yeminin mahiyeti ise Harold'un, Norman dükünü İngiliz tahtı üzerindeki hak iddialarında destekleyeceğine dairdir. Ancak söz konusu pitoresk mizansenden takriben 1 yıl sonra yani takvim yaprakları 5 ocak 1066'yı gösterirken İngiltere kralı Edward, yaşama veda eder ve o sırada Londra'da merhum kralın bizzat yanında olan (kimilerine göre ölümü esnasında kralın elini tutmaktadır.) Harold, bir oldubittiyle iktidarı ele geçirir. '65 / '66 seneleri arasındaki faaliyetleri göz önüne alındığında Harold'un tahta çıkması, bilhassa İngiliz bürokrasisi açısından sürpriz olmasa da; geçişin alışılmışın dışında bir hız ve acele ile gerçekleşmiş olması yeni yönetimin meşruiyeti konusunda ciddi soru işaretleri yaratmıştır. William açısından baktığımızda ise mevzubahis gelişmeler, ona ihtiyacı olan "bahaneyi" sunmuştur. Sabık kral Edward'ın daha evvelki vaatlerinin mahiyeti ne olursa olsun normandiya dükü artık kendisini Wessex'in hırslı kontu tarafından (Harold) küçümsenen ölmüş hükümdarın gerçek varisi olarak gösterebilecektir. William'ın konuya dair ilk hamlesi diplomatik nitelikte olmuş ve Roma'daki papa ile iletişime geçerek, Harold'un yönetiminin meşruiyetini zayıflatmak adına kendisinin desteğini talep etmiştir. Kilisenin desteği bilhassa önemlidir, zira William bu sayede taht için girişimine kutsal bir savaş havası verecek ve mücadeleyi bir gasıp ve yemininden dönene karşı verilen cezalandırma seferi hüviyetine büründürecektir. Nitekim papalık sancağının kendisine verilmesi ile birlikte Normandiya dükü artık kendisini Augean ahırlarını temizlemeye hazır bir Hıristiyan Herkül olarak görmektedir. Sonraki vetirede sınırlarındaki savunma tedbirlerini arttırmaya ve asker toplamaya girişen William, 1066 ilkbaharında Caen'in hemen kuzeyinde kalan Dives'te Orta Çağ'ın şartlarında ciddi sayılabilecek ölçekte 15.000 kişilik bir ordu toplamış ve 700'den fazla gemiden oluşan güçlü bir filoyu bir araya getirmiştir. Ancak ordu toplamak başka bir şey, bu büyüklükteki bir kuvveti Manş Denizi'nden sağ salim geçirmek bambaşka bir şeydir. Nitekim rüzgarların temmuz - ağustos ayları boyunca sert esmesinden mütevellit normanların istila ordusunun adaya çıkmak için eylül ayına kadar beklemesi gerekecektir ... Manş'ın öteki yakasında ise Harold, William'ın hırslarının farkındadır ve Normanların güçlü bir ordu ile geleceğinin haberleri kısa sürede kendisine ulaşmıştır. Ancak İngiltere kralının halihazırda uğraşması gereken farklı sorunlar da söz konusudur. Zira Harold'un küçük kardeşi Tostig, İskoç Kralı'nın desteğiyle taht için hak iddiasında bulunmaktadır ve eğer Harold, İngilizleri Norman istilasına karşı tek bir çatı altında toplamak istiyorsa; öncelikle evindeki yangını söndürmelidir. Zaman kaybetmeden isyanın başladığı York'a alelacele topladığı kuvvetler ile son sürat bir şekilde ilerleyen Harold (bu yürüyüş Orta Çağ lojistiğinin görece en büyük başarılarından biridir. Harold'un ordusu günde 40 km'den fazla bir yol katederek iki haftadan az bir zaman zarfında Northumbria'nın başkentine ulaşmıştır.), Stamford Köprüsü'nde Tostig'i gafil avlar ve düşman kuvvetlerini hazırlıksız yakalayarak (kardeşi de dahil olmak üzere) ekseriyetini kılıçtan geçirir. Ancak Harold ve İngilizler için dinlenecek vakit yoktur, zira hava muhalefeti nihayetinde sona ermiş ve William'ın istila ordusu 27-28 eylül'de Pevensey'de karaya çıkmıştır. Artık nihai çarpışma için sahne hazırdır ve 14 ekim sabahı William ile Harold'un kuvvetleri karşı karşıya gelir. Savaşla ilgili çok sayıda anlatı olmasına rağmen savaşın ayrıntılarına dair bilgilerimiz yetersiz kalmaktadır. Günümüze ulaşan tahkiyelerin hiçbiri bilfiil muharebeye iştirak etmiş kimseler tarafından kaleme alınmamıştır; en detaylı iki öykü olan Amiensli Gui'nin şiirsel Hasting Savaşı'nın şarkısı ile Poitiersli William'ın övgü dolu düzyazısı William'ın işleri sonraki tarihlerde Norman düklük sarayında belirli bir kitle için kaleme alınmıştır. Doğruluğunu teyit edebildiğimiz yegane bilgi, karşılıklı kuvvetlerin hemen hemen eşit olduğuna dairdir. Olayları, bahsini geçirdiğimiz kaynaklara göre ele aldığımız takdirde ise muharebe için belirleyici an Harold'un savaşın ilerleyen saatleriyle ölmesiyle gerçekleşmiştir. Amiensli Gui'ye göre Harold; Fatih William, Boulognelu Eustache, Ponthieulu Hugues ve Robert Gilfard liderliğindeki bir Norman ölüm mangası tarafından katledilmiştir. Yazımızın başlarında bahsini geçirdiğimiz Bayeux İşlemesi'neki tasvire göre ise Harold, gözüne saplanan bir ok ile hayatını kaybetmiştir ve halen daha çoğu İngiliz okulunda öğretilen meşhur hikaye de budur. Nihayetinde Harold'un ölüm şekli değil, ölümü daha önemlidir. İngiliz kralının katliyle birlikte yenilgi bir bozguna dönüşmüş ve bu noktada Norman şövalyeleri, muharebede iyiden iyiye ağırlıklarını hissettirmişlerdir. Harold'un yanı sıra iki kardeşi ve İngiliz aristokrasisinin önemli bir kısmı da Hasting Savaşı'nda hayatlarını kaybetmişlerdir. En önemlisi ise Hasting ile beraber İngiliz ordusunun kısa vadede toparlanma veyahut Normanlara direniş gösterme ihtimali ortadan kalkmıştır. Bu, Orta Çağ'da olabildiğince kesin bir zaferdir ve artık William ile göz diktiği taç arasında hemen hemen hiçbir şey kalmamıştır. Nitekim William aralık 1066'da taç giymek ve İngiliz kralı ilan edilmek üzere Londra'ya girdiğinde "gerçekçi bir istikrar" sunması hasebiyle devlet erkanından geriye kalanlar tarafından büyük bir memnuniyet ile karşılanmış ve İngiltere'nin monarşi ve aristokrasi tarihini günümüze kadar gelecek şekliyle değiştirmiştir. Fatih William'ın hayatı ve faaliyetleri hakkında daha fazla bilgi edinmek ist eyenlere Jacob Abbott'tan William the Conqueror / Makers of History Illustrated, Levi Roach'tan Normanlar ve Connie Willis'ten Kıyamet Kitabı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • 20. Yüzyılı Şekillendiren Toplantı / Tahran Konferansı

    Tahran Konferansı 1943 yılının sonbaharında Almanlar Kafkaslar'dan çekilirken, artık ne Caucasus ne de İran petrolleri Mihver'in tehdidi altındadır. Binaenaleyh bu durum Stalin'i savaşın ilk yıllarındaki perişan halinden çıkartarak daha da güçlendirmiş ve bir bakıma Rusya, Kırım Savaşı öncesi konumunu geri kazanmıştır. Tehditkar ideolojisiyle yeniden bir süper güç haline gelen Sovyetlerin bu başarısındaki aslan payı ise grotesk bir şekilde Hitler'e aittir. Nazilerin 1941 ve '42 yıllarında Ruslara yaşattığı ağır kriz, Sovyet liderliğinin nihayet rasyonelleşmesini (mali ve askeri alanda) sağlayan bir sistem şoku işlevi görmüştür. Hülasa Moskova artık sahnelere geri dönmüş ve bunun bir göstergesi olarak Stalin'in İngiliz ve Ruslar tarafından işgal edilmiş olan İran'ın Tahran şehrine bir seyahat gerçekleştirmesi planlanmıştır. Ancak mezkur yolculuğun görünenin dışında farklı bir sebebi daha vardır. Takvim yaprakları 1943 yılının kasım ayını gösterdiğinde, tam da Kızıl Ordu'nun Kiev'i Nazilerden geri aldığı ve eski sınırlarına yaklaştığı bir tarihte, kadim Acem başkentinde müttefikler bir konferans düzenlerler ve burada Rusya'nın Doğu Avrupa egemenliği dolaylı yoldan da olsa tanınır. Neredeyse son 40 yılını savaşarak geçiren dünya, artık tükenmiş durumdadır ve büyük harbin ivedi bir şekilde sona erebilmesi için Nazi savaş makinesi'nin yok edilmesi gerekmektedir. Anglo - Amerikan birliği ehvenişerde komünizmin yanında yer almak zorunda kalmış ve 200 yıllık ingiliz sorusu olan "Almanya mı, Rusya mı ?" sorusunun cevabı, yine ve yeniden Rurik'in çocuklarından yana olmuştur. Madalyonun bir diğer yüzünde ise Churchill ile Roosevelt arasındaki bağlar giderek zayıflamaktadır. Elbette ikili, savaş devam ederken kamuoyunu memnun etmek adına iyi geçiniyor görünmek zorundadır. Nihayetinde her iki devlet adamı da dünya tiyatrosunun baş aktörlerindedir ve yine, Atlantik'in iki aristokratı arasında belirli bir ölçüde ortak bir anlayış da egemendir. Ancak gerilimin giderek tırmandığı, dikkatli gözlerden kaçmamaktadır. Herkesin aklında olan fakat açık bir şekilde dile getirmeye çekindiği en önemli soru ise, savaşın ardından İngilizlerin (ve Fransızların) imparatorluklarını yeniden kurup kurmayacaklarına dairdir. Roosevelt ve neredeyse tüm Amerikalılar imparatorluklar fikrine şiddetle karşı çıkmaktadırlar ve kesinlikle mevcut düzenin sürdürülmesinin bedelini ödemek istememektedirler. Nitekim Yeni Dünya'da, İngilizlere uygulanan ödünç verme politikası konusunda bitmek bilmeyen tartışmalar gerçekleşmektedir ve Britanya'nın Yankeelerden aldığı yardımları kendi mallarının ihracatını arttırmak adına kullanması, bu tartışmaları daha da alevli hale getirmektedir. Tansiyonu düşürmek adına 1944 yılının temmuz ayında New Hampshire'daki Bretton Woods'ta savaş sonrası dünya ticareti ve finansını düzenlemek için bir toplantı düzenlenir ve İngilizler burada yıldız oyuncuları John Maynard Keynes'i sahaya sürerler. O dahi bütün konferans katılımcılarını ayakta alkışlamaya sevk eden söylem gücüne rağmen, Amerikalıları kesenin ağzını açma konusunda ikna edemez ve Bretton'dan bitkin ve mağlup bir şekilde ayrılır. İngilizler mezkur problemlerle nasıl başa çıkacaklarının idrakine ancak 1947 yılında varacaklardır. Odadaki filin dışarı çıkması gerekmektedir: Eğer Amerikalılar onları çökmek ile tehdit ederlerse, gerçekten çökeceklerdir. Tahran'da istişare edilen bir diğer gündem maddesi ise savaşı nihai olarak bitirecek olan Avrupa Harekatı'nın ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğine dairdir. Amerika savaşı mümkün olduğunca çabuk bir şekilde bitirmek istemekte ve bu bağlamda devasa bir Fransa çıkarmasına hazırlanmaktadır. Öteki taraftan İngiltere hala daha Dunkirk'te yaşadığı travmayı atlatamamış durumdadır ve Churchill amfibi işgale alternatif, farklı seçenekler üzerinde durulması gerektiğini savunmaktadır. Uzun tartışmaların ardından İngiliz başbakan, Akdeniz'den çıkarma konusunda ikna edilir fakat harekat içilen seçilen nokta, Fransa yerine İtalya olur. Bir milyondan fazla asker ve bombadırman uçağının katılımıyla gerçekleşecek olan operasyonda Churchill, harekatın Balkanlar'a doğru genişletilmesi halinde sonuca daha çabuk ulaşılabileceğini düşünmektedir. Zira bir Alman ordu grubu Yunanistan'da, bir diğeri ise Yugoslavya'dadır. Ona göre eğer Türkler savaşa girerse, İngilizler ile birlikte Wehrmacht'ı durdurabileceklerdir. Bu düşüncenin harita üzerinde akla yatkın görünmesi hasebiyle Churchill, Tahran'dan ayrılmasının akabinde dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile bir görüşme gerçekleştirir. (bkz: Adana Görüşmesi) Adana'daki görüşmeden istediğini alamayan Churchill, daha sonra müttefiklerine neler yapabileceğini gösterebilmek adına asıl ödül Rodos olmak üzere Ege Denizi'ndeki adalara büyük ve gösterişli bir operasyon düzenlemeye karar verir. Ancak işgal fiyaskoyla sonuçlanır. hava kontrolü sağlanamaz, amfibi harekatlar yanlış gider ve Rodos'a hiçbir zaman ulaşılamaz. Almanlar ise yaşadıkları tüm problemlere rağmen bölgede iki büyük ada olan İstanköy ve İleryoz'u yeniden ele geçirirler. Binlerce İngiliz asker esir alınır. Almanların adalarda eziyet ettiği Yahudileri kurtaracak olan ise 1492'de olduğu gibi yine Türkler olacaktır. Doğruyu söylemek gerekirse, Amerikalılar bu fiyaskoyu izlemekten pek de rahatsız olmamışlardır. Zira bir çoğu Churchill'in Manş Denizi'ni geçerek yapılacak olan bir işgale karşı olmasından hoşnutsuzdur. Şimdi ise İngilizler kendi başlarına bir plan uygulamaya kalkışmış ve ellerine yüzlerine bulaştırmışlardır. Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere Tahran'da Doğu Avrupa'nın kızıla boyanacağı üstü örtülü de olsa belli olmuştur. Keza 1943 yılına gelindiğinde ekseriyetle komünistlerin örgütlediği direniş hareketleri gelişmiş ve Nazi işbirlikçileri mümkün mertebe ortadan kaybolmuşlardır. Vichy Fransası'ndan meşhur şahsiyetler müttefiklere sığınmış ve komünistler artık birçok yeri kontrolleri altına almıştır. Hatta Almanlar terk ettiğinde, bir süreliğine de olsa Kuzey İtalya'da dahi yönetimi devralmışlardır. Genel hatlarıyla Tahran'da alınan kararlar; Polonya'nın batıya kaydırılması, böylelikle Sovyetler Birliği'ne Molotov - Ribbentrop Paktı'nda verilen toprakların devri ve buna karşılık olarak Polonya'nın batıda Almanya'nın sanayi bakımından zengin bölgelerini alması şeklindedir. Bu bağlamda zaman içerisinde 5 milyon Polonyalı doğudan batıya göç ettirilecektir. Artık Churchill'in suç ortaklığıyla, Sovyet nüfuzunun başka ülkelere yayılması için önünde herhangi bir engel kalmamıştır. Nitekim 1944 yılının ekim ayında İngiliz başbakanı Moskova'ya gider ve anlaşmadaki son pürüzler de giderilir. İngilizler, Süveyş kanalı ve Orta Doğu petrolüyle birlikte Doğu Akdeniz'deki kilit konumları hasebiyle, Yunanistan'ı gerçekten istemektedirler. Stalin de bu konuda taviz vermeyi kabul eder. Gerçekten de savaşın sonunda iktidarı ele geçirmeye çalışan Yunan komünistler öldürüleceklerdir. Buna karşılık Churchill, nüfuz bölgesini yarı yarıya paylaşmayı kabul ettiği Yugoslavya hariç, Doğu Avrupa'nın geri kalan kısmından tamamen vazgeçer. Ancak Tito'nun komünist Yugoslav partizanlarına el altından muazzam yardımlarda bulunmayı da ihmal etmez. Zira İngiliz derin devletinin Yugoslav komünistlerle olan işbirliği çıkarları ile örtüşmektedir ve bu birliktelik 2 kez meyvesini vermiştir: Stalin'in 1948 yılında Tito ile yollarını ayırması ve Yugoslavya'nın 1991 yılında parçalanması. Avrupa'nın daha batısında ise Stalin, Fransız ve İtalyan direniş güçlerindeki komünistlere Paris ve Milano kurtarıldığında iktidarı ele geçirmemeleri talimatını verir. Bunun yerine Sovyet lider, Amerikalılardan önce tanıdığı (ve Amerikalıların nefret ettiği) Fransız lider general Charles de Gaulle ile bir anlaşma yapmayı tercih eder. Buna göre zamanı gelince başkan de Gaulle, Anglo - Amerikan mali ve askeri sistemini zayıflatacaktır. 1968 yılına gelindiğinde Gaulle'e karşı Paris'te bir isyan hareketi başlar ve komünistler her açıdan onu devrilebilecek durumdadır. Ancak Moskova yine kızıllara durma talimatı verir; zira de Gaulle, kendileri için bir komünist rejimden daha yararlıdır. İşin çarpıcı tarafı ise bütün bu gelişmelerin Tahran'daki konferanstan itibaren öngörülmüş olmasıdır. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere; birkaç yıl evvel kaybettiğimiz kıymetli hocam Norman Stone'dan İkinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan İkinci Dünya Savaşı Tarihi ve John Keegan'dan İkinci Dünya Savaşı adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Mısır'da Helen Hakimiyeti: Ptolemaios Hanedanlığı ve Kleopatra

    Büyük İskender mö 331'de Mısır'ı Perslerden aldığında, aynı yıl İskenderiye'yi kurmuştur. Her ne kadar bu şehir büyük fatihin adını taşıyan pek çok yerleşkeden yalnızca biri olsa da zaman içerisinde diğerlerini gölgede bırakacaktır. İskender'in ölümüyle birlikte devasa imparatorluğu kendi krallıklarını kurmak isteyen generalleri tarafından parçalanmış ve aralarında en başarılarından biri olan Lagos oğlu Ptolemaios; 1. Ptolemaios Soter yani "kurtarıcı" adını alarak, başkenti İskenderiye olmak üzere Mısır'da bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu hırslı adamın faaliyetleri yalnızca yukarıda bahsini geçirdiklerimiz ile de sınırlı kalmamış, İskender'in cenaze konvoyunun önünü keserek büyük fatihin İskenderiye'de defnedilmesini de sağlamıştır. Bilahare Ptolemaios'un kurduğu hanedanlık yalnızca Mısır ile sınırlı kalmayacak ve Cyrenaica, Filistin, Kıbrıs ile Anadolu'nun muhtelif bölümlerini de kapsayan bir imparatorluğu 300 yıl boyunca yönetecektir. Ancak Ptolemaios hanedanlığının hakimiyet alanı, isyanlar ve Antigonos hanedanı tarafından idare edilen Makedonya krallığı ile Seleukos imparatorluğu gibi İskender'in diğer ardıllarının yükselişe geçmesiyle beraber bilhassa uzak bölgelerdeki topraklarda olmak üzere azalmıştır. Nitekim üç rakip devlet arasındaki güç dengesi mütemadiyen değişmiş fakat mö 48'e gelindiğinde bu muvazene, rakiplerinin ortadan kalkmasıyla birlikte Ptolemaioslar lehine bozulmuştur. Makedonya, mö 146'da başlayan sürecin sonucunda bir roma eyaleti haline gelmiş; Seleukosların mö 64 yılında başlayan taht mücadelesinin akabinde ise Pompeius, Suriye'yi Roma hükmü altına almıştır. Ptolemaios hanedanlığı ise hasımlarına nazaran daha farklı bir dış politika izlemiş ve Roma'nın gücü daha bölgeye nüfuz etmeden evvel Cumhuriyet ile ittifak içerisinde olmuştur. Ancak Ptolemaioslar hayatta kalsa da Roma'nın genişlemesinden fazla bir yarar sağlanamamış ve hatta bu durum mö 2. yüzyılda başlayan gerilemelerinin ana nedenlerinden birini teşkil etmiştir. İnhitatlarının bir diğer sebebi ise hanedanlık içerisinde sonu gelmeyen taht kavgaları olmuştur. Kız kardeşiyle evlenen 2. Ptolemaios, aile içerisindeki evliliklere dayanan ve hanedanın sonuna kadar sürecek bir gelenek başlatmış; bu sayede diğer aristokrat ailelerin taht üzerinde hak iddia etmelerinin önüne geçmek istemiştir. Fakat bu husus aynı zamanda halefiyet sırasıyla alakalı son derece şiddetli tartışmaların da hasıl olmasına sebebiyet vermiş ve kraliyet ailesinin farklı bireyleri çevresinde gruplaşan zümreler, güç kazanma arzusuyla hizipleşme ile istikrarsızlığa neden olmuştur. Velhasıl sıklıkla baş gösteren iç savaşlar esnasında arabuluculuk görevi üstlenen Roma'nın bir tarafı resmi olarak tanıması, o kişinin hükmüne meşruiyet kazandırmış ancak aynı zamanda krallığın git gide bağımsızlığından yoksun kalmasına da yol açmıştır. Mısır, son derece zengin bir ülkedir ve İskenderiye'nin antik dünyanın en büyük limanlarından biri olması hasebiyle bu verimlilik kısmen ticaretten kaynaklanıyor olsa da ahvalin bu şekilde hasıl olmasındaki başlıca etken tarımdır. Nil nehri'nin her sene yaşadığı taşkınların ardından suların çekilmesiyle birlikte çiftçiler nemli ve verimli toprağa ekim yapmaktadırlar. su baskının boyutları seneden seneye değişmekte; Eski Ahit'in Yaratılış Kitabı'nda ifade ettiği gibi kimi zaman bolluk, kimi zaman ise kıtlık yaşanmaktadır. Nihayetinde Nil vadisi'nin eşsiz bereketi yüzyıllar önce kadim mısır uygarlığının gelişmesini ve inşa ettiği muazzam anıtları mümkün kılmıştır. Hülasa Ptolemaiosların gücü Mısır'a bağlıdır ve çoğu kendilerinden önce de var olan gelişkin bürokrasi sistemi, bu verimden optimum şekilde faydalanmalarını sağlamaktadır. Yine, tapınaklar, sistemin önemli bir parçasını oluşturmaktadır ve bunların ekseriyeti Helenleşmeye maruz kalmadan kadim Mısır din ve inanışlarını devam ettirmektedirler. Geniş arazilere sahip olmalarının yanı sıra önemli üretim ve ticaret merkezleri durumundaki tapınakların imtiyazlı statüleri vardır ve çoğu vergiden muaf tutulmaktadır. Binaenaleyh mö 1. asırda pek çok hırslı Romalı için Mısır, büyük bir servete kavuşma olanağı sunmaktadır. Yazımızın bir diğer konu başlığı olan Mısır kraliçelerinin tartışmasız en meşhurlarından biri olan Kleopatra'nın yaşamı ise bambaşka bir hikayedir. Kleopatra'nın babası olan 12. Ptolemaios, 9. Ptolemaios'un gayri meşru oğludur. 9. Ptolemaios, annesi tarafından ortak hükümdar ve "koca" ilan edilerek mö 116'da tahta çıkarılmış, bilahare obez kardeşi 10. Ptolemaios lehine iktidardan "feragat" etmiştir. Nihayetinde ise geri dönüp hem annesini hem de kardeşini zorla tahttan indiren 9. Ptolemaios, mö 81'deki ölümüne dek hüküm sürmüştür. Kendisinin halefi olan yeğeni 11. Ptolemaios, aynı seleflerinde olduğu gibi "koca ve ortak hükümdar" sıfatıyla üvey annesiyle birlikte idareyi ele almış; daha sonra ise bir suikast sonucunda hayatını kaybetmiştir. Ardılı 12. Ptolemaios, Sulla tarafından Mısır kralı olarak tanınmış ve kendisine Yeni Dionysos ismini takmıştır. Ancak Kleopatra'nın babası halk arasında biraz da alayla Auletes yani flütçü olarak bilinmektedir. Mö 65 yılında Crassus, Censorluğu esnasında 10. Ptolemaios'un ülkesini Cumhuriyet'e miras bıraktığı vasiyetine dayanarak Mısır'ı roma topraklarına katmaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Ancak Romalıların, Mısır'ın sahip olduğu zenginliği ele geçirme arzusunun sonu yok gibi gözükmektedir. Nitekim mö 59'a gelindiğinde konsül olarak görev yapan Caesar, Roma halkının "dostu ve müttefiki" şeklinde tanınması karşılığında 12. Ptolemaios tarafından söz verilen 6.000 talentlik muazzam ölçekteki rüşveti Pompeius ile paylaşmış ve bu durum şüphesiz Caesar'ın Mısır'a kaçmasına neden olan mö 58 yılındaki ayaklanmanın nedenlerinden birini teşkil etmiştir. Tahtı ele geçirmek için ihtiyaç duyduğu desteği sağlamak adına Roma'yı ziyaret eden Ptolemaios'un bu esnada 11 yaşındaki kızı Kleoptra'yı da yanına almış olması muhtemeldir. Pek çok kişi, bahsini geçirdiğimiz üzere, Mısır'a sefer çıkmak için "yanıp tutuştuğundan" ve minnettar bir kralın göstereceği lütufların cazibesine kapıldığından söz konusu durum şiddetli tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Ptolemaios'u yeniden tahta çıkarma görevi mö 57 senesinin konsülü olan Publius Lentulus Spinther'e (Corfinium'da Caesar'a teslim olan kişidir) verilmiş ama rakiplerinin (senato) bunu "yanında bir ordu olmadan" yapması gerektiğine kanaat getirmesiyle birlikte mezkur plan hayata geçirilememiştir. Nihayetinde Auletes'in tahta çıkabilmesi için kendisi sürgüne gönderildikten sonra vekaleten yerine geçen kızı 4. Berenike'yi öldürmesi gerekmiş ancak bu saltanatı da uzun ömürlü olmamış ve mö 51'de hayatını kaybetmiştir. Auletes'in yani 12. Ptolemaios'un ölümünün akabinde taht, üçüncü kızı olan meşhur 7. Kleopatra ile büyük oğlu 13. Ptolemaios'a kalmıştır. Vasiyetinin bir kısmını Roma'ya emanet etmesi ise Cumhuriyet'in gücünü tanıdığının bir işaretidir. Abla ve kardeş, geleneğe uygun olarak evlenir. Genç yaşına rağmen güçlü bir karaktere sahip olan Kleopatra, saltanatının ilk yıllarında çıkardığı fermanlarda kardeşinin isminden dahi bahsetmeyecektir. Çocuk yaştaki kral ise henüz ablasının karşısına çıkamamakta ancak hadım Pothnius ile ordunun kumandanı Akhillas'ın başını çektiği hizip tarafından mücadele için hazırlanmaktadır. Ahvalin bu şekilde hasıl olması ise halk arasında yavaş yavaş huzursuzluğun baş göstermesine de sebebiyet vermiştir. Mö 49'da Pompeius, oğlu Gnaeus'u Mısır'a göndererek Makedonya'da toplanan ordusu için destek talep etmiştir. Kleopatra bu isteği geri çevirmemiş ve zamanında Gabinius tarafından geride bırakılmış bir bölük askerin yanı sıra elli gemilik bir yardımda bulunmuştur. İmparatorluğun gücü ve babasının Pompeius'a olan borcu göz önüne alındığında Romalıların taleplerini yerine getirmek son derece mantıklıdır ancak bu tutum bilhassa halk nezdinde hoş karşılanmamıştır. Ordunun ekseriyetini kontrolleri altında tutan naipler, vaziyetten görev çıkarmaya karar vermişler ve bunun sonucunda İskenderiye halkının da desteğiyle Kleopatra başkentten sürülmüştür. Arabistan ve ardından Filistin'e sığınan kraliçe, ancak mö 48'in yazında ordusuyla birlikte tahtı ele geçirmek üzere geri dönebilmiştir. Kaderin bir cilvesiyle tam bu esnada önce Pharsalus Muharebesi'nin mağlubu kaçak Pompeius, daha sonra ise onun peşindeki muzaffer Caesar Mısır'a ayak basmıştır. Bu nihai varış noktasında Büyük Pompeius başından olacak iken, Gaius ise kendisini hiç beklemediği bir savaşın taraflarından biri olarak bulacaktır ... (bkz: İskenderiye Savaşı) Kleopatra ismi, antik dünyanın günümüze ulaşanlar arasında en fazla tanınanlardan biridir ancak buna rağmen onun gençlik yılları veyahut Caesar ile olan ilişkisine dair pek fazla bilgiye sahip değiliz. Hayatının daha sonraki dönemleri ve Marcus Antonius ile ilişkisi hakkında daha çok şey biliyoruz lakin elimizdeki kaynakların Kleopatra'nın ölümünden çok sonra yazıldığını ve aşıklar ile savaşa giren Augustus'un propagandasından mütevellit çarpıtıldığını göz ardı etmemeliyiz. Velhasıl dönemi incelerken Kleopatra'nın popüler kültürdeki imajından azade bir şekilde kesin bildiğimiz konular üzerinden yorum yapmak daha doğru olacaktır. Caesar mö 48 yılında Mısır'a vardığında Kleopatra, neredeyse 21 yaşındadır ve 4 seneden beri kraliçelik görevini ifa etmektedir. Son derece zeki olmasının yanında üstün bir Hellen tedrisatından da geçmiş olan Kleopatra, geç tarihli kaynaklara göre kozmetik ve kuaförlükten bilim ve felsefeye kadar uzanan birçok farklı konuda kitaplar yazmıştır. Aynı şekilde, seçkin bir dilbilimci de olan kraliçe, komşu ülkelerin lideriyle konuşurken çevirmene ihtiyaç duymamaktadır. Kleopatra bir "outsider" olmasına rağmen Mısır'ın geleneksel inanışlarını desteklemiş ve bununla beraber dini ritüellerin detayları ile son derece yakından ilgilenmiştir. Yaşamının ilerleyen dönemlerinde, kendisini bir Yunan tanrısına benzeten babasının aksine bir Mısır tanrıçası seçmiş ve Yeni İsis lakabını almıştır. Plutarkhos'a göre Ptolemaios Hanedanlığı'nın Mısır dilini konuşabilen ilk üyesi olan kraliçe, aynı zamanda son derece acımasız da bir hüviyete sahiptir. Kleopatra'ya yönelik en sık sorulan sorulardan biri de gerçekte neye benzediğine dairdir. Bastırdığı sikkelere bakacak olursak sert bir görünüşe sahiptir ancak elbette bunun nedeni betimlerin onu güzel gösteren bir portre sunma değil, kudret ve otoritesini yansıtma amacı taşımasıdır. Muhtelif sikkelerde korozyon nedeniyle uzun, kavisli burnu ve sivri çenesi daha belirgin bir hal almış olsa da Aşkelon'da basılan diğerleri daha genç ve yumuşak hatlı bir kadını tasvir etmektedir. Madeni paralar ve büstler, kraliçeyi istinasız bir biçimde arkadan toplanmış saçlarıyla (akademik dünyada geleneksel olarak bu saç tarzına kavun şekli denir) ve Helenistik hükümdarlara özgü diadem ile (bir çeşit taç) lanse ederler. Önünde sonunda Kleopatra'nın son derece çekici bir kadın olduğunu ve hangi devirde yaşarsa yaşasın böyle kabul edileceğini söylememiz gerekir. Güzel olmasının yanı sıra zeki, çok yönlü, latif, canlı ve son derece cazibelidir. Buna bir kraliçe olmanın ona verdiği alımı ve politik önemi de kattığımızda çağının en kudretli Romalılardan ikisini etkilemesinde şaşırılacak bir taraf yoktur. Ne saç, ne de ten rengi bilinmektedir. kimilerine göre siyahi olduğu iddia edilse de bu kanıyı destekleyecek bilimsel bir veri bulunmamaktadır. Ptolemaioslar, Makedonyalı bir hanedandır fakat ailede hem yunan hem de pers kanı bulunmaktadır (evlilikler hasebiyle). Kraliçenin annesinin kimliği konusu da tartışmalıdır. Eğer babası iddia edildiği gibi öz kardeşi ile evlendiyse mezkur denkleme babaanneyi de katmamız gerekecektir. Zira babaannesinin bir cariye olduğu yönündeki yaygın savda gerçeklik payı var ise; bu onun Makedonyalı olmadığı, Mısır'dan veya daha uzaklardan geldiği anlamını taşımaktadır. Ancak daha önce de ifade ettiğimiz gibi elimizdeki verilerden yola çıkarak kesin bir yargıya varmak mümkün değildir. Mevzubahis muğlak durum da kaçınılmaz bir şekilde muhtelif Kleopatra profillerinin hasıl olmasına sebebiyet vermiştir. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Adrian Goldsworthy'den Caesar, Plutarkhos'tan Marcus Antonius ve Emil Ludwig'ten Kleopatra adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Roma Cumhuriyeti'ni Yeniden Şekillendiren Adam / Gaius Marius

    Roma yurttaş topluluğunun her bir kurucu unsuru, hem kendi çıkarları hem de zayıflıkları hasebiyle devrimci bir rol oynamaktan acizdir. Sınıf güçleri arasındaki çatışma sarih bir sonucu olmayan kronik istikrarsızlığa yol açtığında, kendisi için iktidarı almaya ve toplumu kendi suretinde yeniden şekillendirmeye kadir devrimci bir sınıfın yokluğunda liderlik; kendilerini hiziplerin üzerine çıkarabilen, hem reform hem de düzenin yeniden tesisi vaadiyle destek toplayabilen ve denge içindeki karşıt güçler arasında ortayı bularak iktidarını sürdürebilen bir askeri diktatöre kalabilmektedir. Roma tarihindeki bu tür süel liderlerin ilk örneği ise (aynı zamanda Geç Cumhuriyet Döneminde ortaya çıkan savaş beylerinin de prototipi olan) Gauis Marius'tan başkası değildir. Nitekim Marius'un iktidara yükselmesi de, mö 130'lardakine benzeyen keskin bir askeri kriz ortamında gerçekleşir. Afrika'da uzun süren bir gerilla savaşını, kuzeyde yıkıcı bir Kelt ve German istilasını ve Sicilya'da ikinci bir köle ayaklanmasını içeren söz konusu kriz mö 113 ile 104 yılları arasında tedrici bir şekilde ortaya çıkar. Yazımızın konusu olan Marius'u ilgilendirdiği kadarıyla ise hikaye, Kuzey Afrika'daki Numidya'da (bkz: Cezayir) başlar ... Roma'nın Afrika eyaletinin hemen batısında uzanan ve geniş bir bölgeye tekabül eden Numidya; tarım yapılan zengin kıyı ovası ve nehir vadileriyle, dağlar ve çöllerle kaplı engin bir iç bölgeden oluşmaktadır. Ülke İkinci Pön Savaşı'nın sona ermesinin akabinde, alışılmadık ölçüde uzun yaşamış iki mahmi kral, genç bir maceracı olarak Hannibal'e karşı Scipio Africanus'un yanında savaşmış olan hanedanın kurucusu Masinissa (mö 202 - 148) ile oğlu Micipsa (mö 148 - 118) tarafından yönetilmiştir. Micipsa'nın ardından veraset, iki öz kardeş Hiempsal ve Adherbal ile daha büyük olan gayrimeşru üvey kardeşleri İugurtha arasında ihtilaf konusu olmuş ve İugurtha'nın Hiempsal'ı öldürmesiyle birlikte Adherbal aracılık yapmaları adına hamileri olan Romalıları ülkesine davet etmiştir. Numidya'yı sadakati şüpheli güçlü bir yönetici altında birleşmiş halde görmeyi istemeyen Romalılar da krallığı bölerek zengin doğuyu Adherbal'e, daha tenha olan batıyı ise İugurtha'ya vermişlerdir. Ancak Numidya'nın bütünlüğüne ve bağımsızlığına bu şekilde gölge düşürülmesine gönlü razı olmayan İugurtha, şahinler hizbinin de desteğiyle krallığın bölünmesine karşı bir ayaklanma başlatmış ve kardeşi Adherbal'i öldürerek devletin tek hakimi konumuna gelmiştir (mö 113 -112). Bunun üzerine Romalılar, mahmilerinin denetimini yeniden tesis etmek için konsüllük orduları marifetiyle bir dizi yıllık istila harekatı düzenlemiş ancak Numidyalılar, antikitenin en büyük gerilla komutanlarından biri olan İugurtha'nın liderliğinde her seferinde sert muarızlar olduklarını kanıtlamışlardır. Roma'nın somut bir başarı elde edemeden geçirdiği birkaç yılın ardından mö 109 yılında Afrika lejyonlarının komutanlığına konsül Quintus Caecilius Metellus atanmasıyla beraber savaş farklı bir boyut kazanmıştır. Gösteriş düşkünü bir aristokrat olan Metellus, seleflerinin aksine temsil ettiği devletin emperyal hırslarına paralellik gösterecek şekilde agresif bir askeri politika benimsemiş ve yaşanabilecek kayıpları göz ardı ederek ordusuyla birlikte mütemadiyen düşmanının üzerine gitmiştir. Bu tutum, ordunun moralini düzeltse ve bir dizi müstahkem mevkii ele geçirilmiş olsa da yine de Numidya üzerinde gerçekleşmesi beklenen tam hakimiyet tesis edilememiştir. Zira İugurtha, her akıllı kumandanın yapacağı üzere kendisinden sayı ve kaynak bakımından üstün bir kuvvete karşı meydan muharebesinden kaçınmaya devam etmiş ve Numidya'nın güney sınırındaki Gaetulialı kabileler ile batıdaki Moritanya (bkz: Fas) kralı Bocchus'tan takviye kuvvetler edinerek yaşadığı kayıpları da telafi etmiştir. Bu şekilde süregiden yenişememe halini nihayete kavuşturacak kişi ise Afrika lejyonlarında Metellus'un legatusu olarak görev yapan kıdemli subay Gaius Marius olacaktır ... Gaius Marius, Orta İtalya'daki küçük dağ şehri Arpinum'dan gelen bir "yeni adam"dır (bkz: novus homo) ve şehri, Roma yurttaşlık hakkını ancak mö 188'de kazanabilmiştir. Binaenaleyh Marius, ailesinden senatörlük statüsü elde edecek ilk kişi olacaktır. Mö 130'larda İspanya'da görev yaptıktan sonra 120'lerin sonlarından başlayarak Roma'da mö 115'te praetorluğa gelmesiyle doruğuna ulaşan bir dizi magistratlık görevinde bulunan Gaius, aynı yıl kadim Patrici ailelerinden biri olan Iulii ile de bir evlilik bağı kurmuştur. Arpinum'dan gelen bir pleb için, Patrici Iulii'lerle birleşmek dikkat çekici toplumsal bir yükselme anlamına gelmektedir ancak doğrusunu söylemek gerekirse bu akit, Iulii'lerin de işine gelmiştir. Zira aile son zamanlarda şöhretini pek az arttırabilmiştir ve kişisel geçmişi ne olursa olsun Marius yükselen bir yıldız konumundadır. Kısa bir bocalama döneminin ardından Marius'un kariyeri, iyi subaylara ihtiyaç duyan Metellus'un kendisini mö 109 yılında Afrika'ya yardımcısı olarak davet etmesiyle birlikte kaldığı yerden devam eder. Ancak Marius mö 108 - 107 kışında ev izni alarak Roma'ya döndüğünde, savaşın yürütülme biçimini eleştirerek askeri başarısızlıktan yozlaşmış ve ehil olmayan kalıtsal bir aristokrasinin Roma siyasetindeki hakimiyetini sorumlu tutarak popülist bir programla konsüllüğe adaylığını koyar. Sonuçta Marius seçimi hakkıyla kazanır ve yüksek kamu görevini ifa etmesinin akabinde kendisine eyalet olarak, çok istediği Afrika verilir. Artık ipler, beklediği fırsatı ilmek ilmek örerek elde eden Marius'tadır ve yapması gereken tek şey zarları atmak olacaktır ... (bkz: alea iacta est) Marius'un komutayı ele alması ile birlikte takip edeceği askeri strateji, yükleri geride bırakıp daha hafif bir şekilde ilerlemelerini sağlayarak roma kuvvetlerinin hareketliliğini arttırmak üzerine olur. Mö 107 yılında ordunun kollarından birinin başında, İugurtha'nın güneydeki mevzisi olan Capsa'yı ani bir baskın ile ele geçirip yok etmek için çöle giren Marius, mö 106'da da aynı başarıyı tekrarlayarak, bu kez de Numidya'nın batı sınırına ulaşmak adına 1000 km'ye yakın bir mesafe boyunca ordusuyla beraber ilerler ve kralın ana hazinesinin de saklı olduğu müstahkem kaleyi ele geçirir. Romalıların yayıldığı alan ve elde ettikleri cezalandırıcı güç ile kendisinin ve İugurtha'nın meydan muharebesinde Romalıları yenmeyi başaramaması karşısında morali bozulan kral Bocchus, mücadeleyi bırakıp müttefikine ihanet etmeye karar verir. Velhasıl İugurtha kaçırılır ve Romalılara teslim edilir. mö 105 yılında Roma'da idam edilen İugurtha'nın ölümüyle birlikte Numidya'nın direnci kırılır ve savunmacı Roma emperyalizmi bir kez daha galebe çalmış olur. İugurtha karşısındaki zaferinden sonra Roma'ya dönen Marius, ivedi bir biçimde ikinci kez konsül seçilmiş ve aynı zamanda kendisine Gallia komutanlığı da verilmiştir. Zira birleşik Roma kuvvetleri, belki de Cannae Muharebesi'nden bu yana yaşanan en büyük askeri felaketi Arausio Savaşı'nda (Orange Savaşı da denmektedir) Cimbri ve Tötonlar karşısında yaşamış ve kuzeyde Gallia Transalpina'da antik çağ kaynaklarının aktardığına göre 80.000 kişi kaybetmiştir. Mö 104 ile 100 seneleri arasındaki olağanüstü koşullar altında her yıl aynı göreve seçilmeye devam edecek olan Marius'un aralıksız süren 5 yıl konsüllüğünün Roma tarihinde daha evvel eşi benzeri görülmemiştir. Savaşın ardından 3 yıl boyunca Marius'un kuvvetleri tarafından bir şekilde Arausio'da tutulan göçebe Germenik topluluklar, nihayetinde İtalya'ya inmeyi başarmışlardır. Ancak Gaius aradan geçen 3 yılı, yok olan lejyonların yerine gelen yeni askerleri eğiterek geçirmiş ve onları savaşa hazır hale getirmiştir. Muarız kuvvetleri birbirinden ayırarak yok etmeyi planlayan Romalı kumandan, ilk olarak bir savaş hilesiyle Tötonları kendi üzerine çekerek Aquae Sextiae'nin elverişsiz zemininde imha eder. Sıra Cimbrilere gelmiştir. Düşmanını yaz sıcağının altında uzun yürüyüşlere zorlayan Marius, Vercellae Savaşı'nda ikinci kez ezici bir galibiyet elde ederek Roma'yı korkulu rüyası olan barbar istilasından kurtarmış olur. Marius'un ordularının mö 101 yılında kazandığı tek zafer bu da değildir. Konsülün önde gelen subaylarından biri olan Manius Aquilius, tecrübeli askerlerden oluşan bir kuvvetle beraber kuzey savaşlarından Sicilya'daki yeni bir köle isyanını bastırmaya gönderilmiştir. Köle ordusunun büyüklüğü ile alakalı eskiçağ kaynaklarında verilen en yüksek sayı 40.000'dir ve isyancılar, yetersiz komutanlar ile moralini yitirmiş askerlerin karşısında bölgenin kırsal kesimini 3 yıl boyunca ellerinde tutmayı başarmışlardır. Ancak Marius'un kuvvetlerinin adaya ayak basmasıyla birlikte İkinci Sicilya Köle Savaşı, Roma'nın lehine hızlı bir biçimde nihayete ermiştir. 5 yıl içinde Gaius Marius'un askerleri Numidya'yı fethetmiş, Cimbri ile Tötonları yok etmiş ve Sicilyalı köleleri ezmiştir. Cumhuriyet kurtarılmış ve halkın, liderlerine olan inancı haklı çıkmıştır. Kendisini döneminin en büyük Romalısı olarak bulan Marius (bkz: primus inter pares), eski emsallerine nazaran o kadar yüksek mertebeye ulaşmıştır ki; devletin yapısı, ağrılığı altında adeta yıkılacakmış gibi çatırdamaya başlamıştır. Ahval bu şekilde hasıl olurken, kralların katili sıfatına haiz olan senato ise yeni efendilerine ancak çaresiz ve korkulu gözlerle bakabilmektedir. Kuşkusuz bu kendi kendini yetiştirmiş adam, elde ettiği başarılara yönelik halkın tezahüratının tadını çıkarırken, kalıtsal soyluların züppeliğine küçümseme ve tiksinme karışımı bir duyguyla bakmaktadır. Kendisi gibi türedilerin önüne, ehil olmayanları "daha iyi insanların" rekabetinden korumak için dikilmiş olan engelleri, haksız ve kamu çıkarına aykırı olarak görmüş olmalıdır. Ancak Marius'u, senatörlerin yönetimine karşı bir devrimci, hatta radikal bir reformcu olarak görmek de yanlış olacaktır. Aksine, senatoya ve beraberinde getirdiği memuriyet ile ödüllere erişim, tıpkı diğer popülistler, bilhassa da yeğeni Julius Caesar gibi, onun da siyasi hırslarının zirvesini oluşturmaktadır. Marius'un gerçek anlamda roma tarihine damgasını vurması ise mö 101 - 100 yılları arasına tekabül etmektedir. O dönemde radikal bir pleb tribünü olan Lucius Appuleius Saturninus, muhtemelen Gaius'un "teşvikiyle" Gallia Narbonensis'te savaşmış olan eski askerler için toprak tahsisi sağlayan bir yasa ile Sicilya, Achaia (bkz: Yunanistan) ve Makedonya'da yeni koloniler kurulmasına yetki veren bir yasayı gündeme getirir. Yakın geçmişte sırayla katlettikleri Gracchus Kardeşler'in hatırası Demokles'in kılıcı misali tepesinde sallanırken senato, öneriye şiddetle karşı çıkar. Egemen Patrici sınıfının bu denli sert bir muhalif tavır takınmasının asıl sebebi ise; büyük oranda eski asker yerleşimcilerden oluşması önerilen toplulukların, generalin gücünü daha da berkitecek şekilde Marius'a sadık ve kalıcı bir blok oluşturacakları korkusudur. Hülasa Saturninus'un önerisi veto edilir. Fakat tam bu noktada sıra dışı ve daha evvel eşi benzeri görülmemiş bir olay cereyan eder: Marius kendisine bağlı eski askerleri, senatörlere bağlı ayaktakımını sokaklardan temizlemek, halk meclisini (bkz: Comitia Curiata) toplamak ve pleb tribününün yasa teklifinin kabul edilmesini sağlamak adına başkente getirir. Asker, artık resmen siyaset arenasındadır ve bu bizzat Marius'un yarattığı, kendisinden sonra gelecek popülistlerin (bkz: Populares) de kullanacağı yeni bir silahtır. Gaius'un ismini roma tarihine kazıyacak bir diğer önemli hamlesi ise ordu içinde gerçekleştireceği radikal reformlar olacaktır. Aslına bakılırsa Marius, ilk yüksek komutanlık zamanlarında roma ordusunu Numidyalılara ve Germanlara karşı seferlerinde daha etkin bir askeri araç haline getirmek adına birtakım ıslah hareketlerine girişmiştir. Kişisel başarılarıyla en tepeye kadar yükselen profesyonel bir subay olarak, muhtemelen kalıtsal soyluluktan gelen generallere nazaran daha az tutucudur ve kuşkusuz ordunun tevarüs ettiği, insan gücü yetersizliği, zayıf disiplin ve eğitim, düşük moral, sınırlı stratejik hareketlilik ve aynı ölçüde sınırlı taktik esneklik gibi olumsuzlukları gidermek adına kuralları çiğnemeye hazırdır. Gerçekten de Sulla'nın, Pompeius'un, Caesar'ın ve Augustus'un liderliğinde 200 yıl boyunca zaferden zafere koşan roma savaş makinesi, Geç Cumhuriyet döneminde Marius'un yarattığı yarı - profesyonel askerlerden oluşan ordudur. Askeri alanda yapılan en önemli değişiklik mülkiyet şartının kaldırılması ve Proletarii'nin (nüfus sayımında kafa hesabıyla sayılan mülksüz yurttaşlar) lejyonlara katılmasına izin verilmesidir. Bu daha önce acil durumlarda (bkz: Cannae Muharebesi), zaman zaman başvurulan bir uygulamadır ancak bu kez değişiklik kalıcı bir hal almıştır. Lejyonlar artık zayıflamakta olan bir toplumsal sınıftan, zorla askere alınan isteksiz kişilerden oluşmayacaktır. Askerlik, aralarından pek çoğunun ordunun verdiği ücreti ve askeri kariyeri, işsizlik ve yoksulluk karşısında çekici bir alternatif olarak gördüğü geniş ve giderek büyüyen Proletarii de dahil olmak üzere gönüllü ve askerliğe uygun tüm yurttaşlara açık hale getirmiştir. Çok uzak savaş bölgelerinde yıllar boyunca kalacakları seferlere gitmeye hevesli, uzun süre görev yapan ve daha sert eğitilen bu askerlere aynı zamanda Marius'un Katırları da denmektedir. Zira hareketliliği artırmaya kararlı olan generalleri, ordunun beraberinde taşıdığı yük katarlarının boyutunu azaltmış ve temel teçhizatı (ağır bir tunik, askeri pelerin, ağırlığı 20 kg'dan fazla olan zırh ve silah, yemek pişirme gereçleri, çit kazıkları, siper kazma araçları, günlerce yetecek tayın, su mataraları ve kişisel eşyalar) askerlerin sırtlarına yükletmiştir. Hastati, Principes ve Triarii arasındaki eski ayrıma ve bununla birlikte lejyonların 120 kişilik Maniples'e bölünmesine son verilmesi de yine Marius döneminde yapılan askeri reformlardan bir tanesidir. Geleneksel anlayış yerine artık tüm lejyonerler aynı silahlara pilum (bir çeşit mızrak) ve gladius'a (kısa kılıç) sahiptir ve yaklaşık 500 askerden oluşan tabur boyutunda bir birim olan kohort (bir lejyonun onda birine tekabül etmektedir) temel taktik birim haline gelmiştir. Miğfer ile zincirli zırh giyen ve büyük oval ya da dikdörtgen kalkanlar taşıyan lejyonerler hala ağır piyadelerdir fakat görece durağan ve esasen savunmaya yönelik bir hatta sabit kalmak yerine, artık bağımsız birimler halinde örgütlenmiş hareketli ani taarruz birliklerine dönüşmüşlerdir. Roma'nın yeni askerleri demokratik bir devrimin öncüleri değillerdir ve imtiyaz sahibi özel bir çıkar grubu olarak yalnızca "kendileri" için savaşmışlardır. Marius ve hizbi ise gerçekleştirdikleri devrim niteliğindeki hareketin akabinde 10 yıl daha roma siyasetinde hakim güç olmaya devam edeceklerdir. Geç cumhuriyet tarihinin bir sonraki büyük krizi, askerlerin halkçı bir reformcu kadar muhafazakar bir diktatör için de aynı şevkle savaşacaklarını gösterecektir (bkz: Sulla). Roma'nın kabuk değişimini tamamlaması artık an meselesidir ... Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Mary Beard'den SPQR - Antik Roma Tarihi, Suetonius'tan On İki Caesar'ın Yaşamı, Adrian Goldsworthy'den Roma Nasıl Çöktü ? / Bir Süper Gücün Ölümü ve Neil Faulkner'dan Roma: Kartalların İmparatorluğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.

  • Antik Roma'nın Kuruluş Mitleri: Aeneas - Romus ve Romulus Efsanesi

    Roma'nın ve Romalıların kökenlerine ilişkin hikayeler Augustus Çağı'nın iki önde gelen yazarının eserleri, Vergilius'un epik şiiri Aeneas ile Livius'nin roma tarihi kitabı sayesinde günümüze kadar ulaşmıştır. Onlardan, o zamanlar küresel ölçekte bir süper gücün başkenti olan Roma'nın, 1000 yıldan fazla bir zaman zarfından evvel yanan Truva'nın alevlerinden doğan emperyal bir anka kuşu olarak tasavvur edildiğini öğreniriz. Hikayemiz kahraman Aeneas'ın mö 12. yüzyılın başlarında Truva'nın yıkılışından, yaşlı babası Anchises'i omuzlarında taşıyarak ve oğlu Ascanius'u elinden tutup sürükleyerek kaçmasıyla başlar. Bu betimlemedeki dikkat çeken bir diğer husus ise Anchises'in, oğlu tarafından götürülürken Troia tanrılarının tasvirlerini, ırkının ruhlarını koruyarak yeniden doğmalarını sağlamak adına göğsüne asmış olmasıdır. Velhasıl Aeneas diğer mülteciler ile birlikte deniz yolunu kullanarak katliamdan kurtulmayı başarmış fakat intikamcı tanrılar tarafından rahat bırakılmaması hasebiyle 7 yıl boyunca güvenli bir liman arayarak deryada dolaşmak durumunda kalmıştır. Nihayetinde fırtınalar Truvalıların gemilerini, Fenikeli sürgün kraliçe Dido'nun yeni bir şehir inşa etmekte olduğu Kartaca kıyılarına fırlatmış ve mültecilerin amansız seyri "geçici bir süreliğine de olsa" sona ermiştir. Bilahare Aeneas'ın ilahi annesi Venüs, oğlunu Dido ile evlendirerek korumaya çalışmış ancak göklerin efendisi ve müstakbel Roma şehrinin hamisi Jüpiter bu girişime icazet vermemiştir. Tanrıların kralının emri açıktır: Aeneas vakit kaybetmeden Afrikalı - Pön aşığını terk etmeli ve İtalya'daki tarihi görevini ifa etmelidir. Diğer tarafta ise terk edilmenin verdiği keder ve öfkeyle çılgına dönen Dido, Aeneas'ı lanetlemiş ve halkının Troialılara karşı ebediyen düşman kalmasını dileyerek intihar etmiştir. (bkz: Pön Savaşları) Bu gelişmelerin akabinde Napoli Körfezi yakınlarında İtalya'da karaya çıkan Aeneas, Apollon'un elçisi ve gizemli sanatlar ustası olan Cumaelı Sibylla ile karşılamış ve onun rehberliğinde kısa bir süre önce hayatını kaybeden babası Anchises'i görmek üzere yeraltı dünyası'na inmiştir. Burada, ileride Roma tarihine damgasını vuracak isimler (henüz doğmamış olmaları hasebiyle ruh biçiminde) sıra halinde önlerinden geçerken Anchises, oğlu için şu kehanette bulunur: "Diğerleri ... daha dikkatli bir şekilde bronzdan nefes alıp veren suretler işleyecek, mermerden canlı suratlar yontacak, davalarını daha yetkin bir şekilde savunacak, ölçü aletleriyle gökyüzündeki hareketleri tespit edecek ve takımyıldızlarının yükselişini anlatacaklar. Fakat senin için Romalı, senin ilgilendiğin şey kavimleri yönetmek olsun, senin yeteneğin şu olsun: Barışın hükmünü dayatmak, itaatkarları esirgemek, kibirlileri ezmek." Yukarıdaki pasajda Anchises'in Romalılar ile kıyasladığı uygarlık, Yunanlardır. Metnin ana düşüncesinde vurgulanmak istenen ise her ne kadar Yunanlar daha iyi sanatçı, hatip ya da alim olsalar da dünyayı yönetmeye yazgılı olanlar Romalılardır ... Ancak Romalıların sahip olacağı kudretin ve görkemin elbette ki bir bedeli olacaktır ve nitekim Anchises'in kehanette bulunduğu esnada Aeneas'ın yanında bulunan bir diğer büyük kahin Sibylla, acı bir şekilde feryat eder: "Savaş ve savaşın tüm korkunçluklarını görüyorum. Tiber'in kanla akıp köpürdüğünü görüyorum." Gerçekten de Aeneas'ın hemen ardından Latium'da karaya çıkan takipçileri, kısa bir süre içinde kendilerini bir ölüm kalım mücadelesi içerisinde bulurlar. Aeneas, Latium kralının kızıyla evlenip Latin halkıyla bir ittifak kurmak istese de Rutulia kavminden Turnus'un başını çektiği başka bir yerel grup, Truvalıları mütecaviz olarak görmekte ve onların bir an önce topraklarından gitmelerini istemektedir. Nihayetinde ise kaçınılmaz bir şekilde savaş köpeklerinin tasmaları çözülür ve kanlı savaşlar birbirini takip eder. Sonunda İtalya'nın (ve dünyanın) kaderini belirlemek üzere iki kahraman (Aeneas ve Turnus) bir düelloda karşı karşıya gelir. Teke tek çarpışma öncesi, İlyada'da olduğu gibi Venüs (bkz: Afrodit) yine devreye girmekte gecikmez ve demirci tanrısı Vulcanus'u (bkz: Hephaistos) oğlu için miğfer, kılıç, göğüs ve baldır zırhları ile mızrak ve kalkandan oluşan müthiş bir takım yapmaya ikna eder. Bronz, gümüş ve altından yapılan kalkanın ön yüzü, Roma'nın gelecekteki zaferleriyle süslenmiştir ve tam ortada doğu ile batı uygarlıkları arasındaki apokaliptik bir mücadele olan, mö 31 yılında Actium'da gerçekleşecek büyük deniz savaşının tasviri yer almaktadır. Velhasıl mücadele başlar ve kavganın zirve noktasında tanrılar, Turnus'un takatini keserek "yeni nizamın savunucusu" Aeneas'a avantaj sağlar. O da kendisine sunulan bu fırsatı geri çevirmez ve Turnus'u, uyluğunu delen bir mızrak atışıyla devirir. Akabinde ise Vergilius'un ifadeleriyle "kindar bir sertlikle, öfkesi alevlenmiş ve korkunç bir hiddet içinde" kılıcını göğsüne saplayarak rakibinin kalan canını da alır ... Aeneas, savaştan 3 yıl sonra ölür ve yerine oğlu Ascanius geçer. Ascanius'un lider sıfatıyla gerçekleştirdiği ilk icraat ise babasının yerleşim yeri olan Lavinium'u terk ederek yakınlardaki tepelerde bulunan Alba Longa'da yeni bir şehir kurmak olacaktır. Kendisi ve halefleri yeni yerleşkede 300 yıl boyunca hükmedeceklerdir ancak mö 8. yüzyıla gelindiğinde Alba'nın son meşru kralı olan Numitor'un yönetme hakkı, bir gasıp ve tiran olan Amulius tarafından elinden alınır ve devrik lider, kentten sürülür. Bununla da yetinmeyen Amulius, Numitor'un tek çocuğu olan bakire Rhea Silva'yı da Vesta rahibesi olmaya zorlar. Vestaların evlenmesine izin verilmemesi nedeniyle, bu yoldan Numitor'un soyunu kurutmayı amaçlayan Amulius planında başarılı olamaz; zira Rhea, savaş tanrısı Mars tarafından gebe bırakılır ve Romulus ile Remus isimli ikizleri dünyaya getirir. Amulius bunu öğrendiğinde Rhea'yı zindana, oğullarını ise Tiber nehri attıracaktır. Ancak ikizler için tanrıların farklı planları vardır ... Boğulmak şöyle dursun; vurdukları kıyıda dişi bir kurt tarafından emzirilerek hayatta kalmayı başaran Romulus ve Remus, bilahare kraliyet çobanı Faustulus ve karısı tarafından bulunurlar ve evlat edinilirler. Yetişkin birer adam olduklarında, kökenleri hakkındaki gerçeği öğrenen ikizler büyük bir hırsla Amulius'u devirme işine koyulurlar ve nihayetinde büyükbabaları olan Numitor'u yeniden iktidara getirirler. Kardeşlerin ikinci icraatı ise çok uzun zaman evvel, Tiber'in sularından kurtarıldıkları yere kendi şehirlerini kurmak olur. Ancak ortada bir sorun vardır. Hem Romulus hem de Remus, krallık üzerinde hak iddia etmektedir. Romulus ve takipçileri Palatium Tepesi'ne yerleşirken, Remus ile taraftarları Aventinus Tepesi'nde konumlanır. İlahi bir işaret bekleyen ikizlerin kaderleri artık, değirmenleri yavaş dönen tanrıların ellerindedir. İlk olarak Remus için gökyüzünde 6 akbaba belirir. Bunun hemen ardından ise romulus için 12 tane ... Tanrılar açık konuşmamıştır: Belirleyici olan öncelik mi yoksa nicelik midir ? Her iki tarafın iddiaları, kaçınılmaz bir şekilde öfke ve suistimale yol açar. Romulus kontrolü ele alır ve bir şehir inşa etmeye başlar. Ancak o ve takipçileri sınır boyunca bir duvar (din ve tabu tarafından korunan kutsal bir sınır) örmek için çalışırken Remus diğer tarafa atlar. Böylesine bir meydan okuma ve saygısızlık karşısında hiddete kapılan Romulus, yaşanan kavganın akabinde öz kardeşini öldürür. (bkz: Habil ile Kabil) Velhasıl Roma, mö 753 yılında bir kardeş katli ile kurulur ve Romulus, gelecekte insanlık tarihine damga vuracak yeni şehrin ilk kralı olur. Temelleri yeni atılmış her medeniyetin yaşaması muhtemel olan beka sorununu giderebilmek adına yerleşimcilere ve askerlere ihtiyaç duyan Romulus, şehrini sürgünlere, haydutlara ve kaçak kölelere sığınılacak bir liman olarak sunmakta herhangi bir beis görmez. Daha sonra ise mezkur kimselere eş bulabilmek adına komşu Sabini kavminin kadınlarını kaçırmak için harekete geçer. Bir savaş döneminin ardından, Latin ve Sabini kavmi arasında birlik kurulmasını müzakere ederek hükümdarlığının son yıllarında Roma'yı Sabini kralı Titus Tatius ile beraber yöneten Romulus, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, cumhuriyet rejiminin tesisinden evvel krallığı yönetecek olan 7 hükümdardan ilkidir. Bu krallardan ikincisi, bilgeliği ve Roma dini sisteminin kurucusu olması hasebiyle saygı duyulan Numa Pompilius; üçüncüsü ise katliamlarıyla meşhur ve aynı zamanda bir savaş çığırtkanı olan Tullus Hostilius'tur. Tahta çıkan dördüncü kişi; dışarıda diplomasiyi, içerde ise kamu hizmetlerini tercih eden ılımlı Ancus Marcius'tur. Beşinci kral, popülist bir siyasetçi haline gelmiş Etrüsklü bir maceraperest olan ve albenisi sayesinde iktidara uzanıp, bilahare herkesçe bilinen sıfatıyla yani hayırsever diktatör olarak hükmeden Tarquinius Priscus'tur. Altıncı hükümdar, Tarquinius'un Latin mahmisi olan ve onun suikasta uğramasının akabinde hamisinin yerine geçerek ordu ve devlette radikal ıslahatlar yapan Servius Tullius'tur. Son olarak ise entrikacı ve kötücül bir despot olan Tarquinius Superbus, selefini öldürerek Romulus'un tahtına çıkar. Onu deviren darbe, monarşinin de sonunu getirir. Cumhuriyet kurulur ve Romalıların krallara karşı bitmek bilmeyen nefretlerinin temelleri bu şekilde atılmış olur. Roma'nın kökenlerine dair Augustus döneminde anlatılan hikaye işte bu şekildedir. Aeneas, Romulus ve Roma krallarının öyküleri, geçmişte yaşananların gerçek bir anlatısı değil; dünyaya ilişkin dini bir anlayış ile temellendirilmiş, emperyal bir ideolojinin saygı duyulan metinleridir. Roma bir süper güçtür ve başarısı, tanrıların isteğine bağlıdır. Bu durumun bir diğer tezahürü de Romalıların tanrılar tarafından kutsanmış olmaları hesabına varır. Binaenaleyh basit bir tümevarım ile Romalılar, pekala tanrıların çocukları olarak kabul edilebilir (en azından Romalıların tasavvurunda). Ayrıca kutsal ile dindışı arasındaki sınırın böylesine muğlak olduğu pagan bir dünyada, mağlup edilen veya boyun eğdirilenler arasında kimsenin bu tarz bir iddiayı reddetmeye yeltenmeyeceğini de unutmayalım. Nihayetinde güç, mitin kanıtından başka bir değildir. Aslına bakılırsa arkeolojik çalışmalara göre ne Geç Bronz Çağı İtalyası'nda herhangi bir Troialı yerleşim ne de mö 8. yüzyıl ortalarında Roma'nın bulunduğu bölgede bir şehir vardır. Aynı şekilde, Aeneas veya Romulus'un herhangi bir zaman aralığında yaşadığına dair bilimsel bir veri de bulunmamaktadır. Bu çifte mitin yaratılmasındaki asıl sebep, iki ideolojik dünya yani Antik Yunanistan'ın büyük tanrıları ve kahramanlarıyla, küçük ve basit bir İtalyan halkın yerel kültleri arasında bir köprü kurma ihtiyacıdır (bkz: meşruiyet) . Roma, bir süper güç haline gelince kökenlerini Homeros mitlerinin Lingua Franca'sında tartışmaya ihtiyaç duymuştur. Bu bağlamda Aeneas, yerli halk masalları ile kozmopolit yüksek kültür arasındaki aktarımı sağlamaktadır. Yerli İtalyan çocuğu Romulus, böylece emperyal şehrin kurucusuna yakışır bir hüviyet kazanmıştır. Romalı, her ne kadar Mars'ın dölünün ve bir kurdun sütünün ürünü olsa da, kentin küresel egemenlik iddialarını sağlama almak için aynı zamanda ilahi bir anne ile Homeros kahramanının soyundan da gelmesi gerekmektedir. Mitler bugün hakkında konuşmanın araçlardır ve doğruyu söylemek gerekirse Vergilius'un Aeneas'ı, Homeros'un Akhilleus'u ile çok az benzerlik taşımaktadır. Aeneas, Augustus Roması için yaratılan bir kahramandır. Kederli ve yurtsever bir hüviyete sahip olan Truvalı, soyguncu bir kabadayı eşkıyalığını değil; emperyal bir efendinin kibirli dürüstlüğünü sergiler ve kendisi ya da kendi şanı için değil; ilahi olarak takdir edilmiş bir kaderin aracı, ortaya çıkmak üzere olan emperyal tarihin bir enstrümanı olarak hareket eder. Bu sayede amaca giden yolda kullandığı "araçlar" meşru bir zemine oturmuş olur. Ortaya çıkış anında yıkım tehdidiyle karşı karşıya kalan, bir İtalyan iç savaşının alevleri içinde doğan, dünyayı yönetmek ve ona nizam getirmek ile mükellef olan roma halkı, "zorunluluk" gereği savaşçı bir ırktır. Keza Roma'nın 1000 yıl süren kan, kölelik ve imparatorluk için getirdiği açıklama olan bu mit - tarih, gücünün zirvesindeki Roma emperyal yönetici sınıfının dünya görüşünü de yansıtmaktadır. Bazı örneklerde ise mitolojik bir geçmiş ile günün siyasal koşulları arasındaki bağ açıktır. Vergilius, Aeneas'ı savaş için Actium'daki Octavianus'un tasvirini taşıyan bir kalkanla donatmıştır. Genellikle atıflar daha dolaylıdır. Aeneas, yukarıda da defaatle bahsini geçirdiğimiz üzere, korkunç bir iç savaştan galip çıkmıştır; tıpkı Octavianus'un Caesar'ın öldürülmesinin ardından yaşanan kanlı mücadeleyi kazanması gibi. Yine, Octavianus, amansız düşmanının aksine doğulu bir "fermente fatale" tarafından baştan çıkarılmaktan kaçınmış (bkz: Kleopatra) (bkz: Dido) ve böylece gerçekleşecek tarihin gösterisindeki rolünü oynamaya hazır bir şekilde kararlaştırılan yere zamanında ulaşmıştır. Nihayetinde ise iç savaşları sona erdirmiş, parçalanmış Roma devletini yeniden inşa etmiş ve bir anlamda başkenti baştan kurmuştur. Bütün bu gelişmelerin ışığında varabileceğimiz yegane sonuç ise Octavianus'un yeni bir Aeneas / Romulus, büyük atalarının gerçek bir reenkarnasyonu ve Roma'nın ikinci kurucusu olduğudur. Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Mary Beard'den SPQR - Antik Roma Tarihi, Suetonius'tan On İki Caesar'ın Yaşamı, Adrian Goldsworthy'den Roma Nasıl Çöktü ? / Bir Süper Gücün Ölümü ve Neil Faulkner'dan Roma: Kartalların İmparatorluğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.

Umur Özer Hakkımda

Hukuk, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi ve tarih alanlarında eğitim almış biri olarak, analitik düşünceyi ve disiplinler arası bakış açısını ön planda tutuyorum. Akademik yolculuğuma Bilgi Üniversitesi'nde hukuk...

 

Devamını oku

 

Bültenimize Abone Olun

Telif Hakkı © 2025 Umur Özer - Tüm Hakları Saklıdır.

bottom of page