
Tarihsel olarak Türkiye’nin Orta doğu bölgesine ilişkin dış politikası bu bölgeden algıladığı yoğun tehdit üzerinden şekillenmiştir. Orta doğu ülkeleri ile ilişkiler 1945’ten sonra Türk dış politikasında ikincil bir öneme sahip olmuş olsa da, 1973 Arap-İsrail Savaşı’nın akabinde bilhassa ekonomik nedenlerle tekrardan gündemdeki yerini almaya başlamıştır. Keza 1973-74 yıllarında petrol fiyatlarındaki radikal artış ve 1980’lerde Türk ihracatçılarının yetiştirdiği tarım ürünleri ve tüketim malları için yeni pazar arayışı Türkiye’nin bölgeden yaptığı ithalatın değerini önemli ölçüde artırmıştır. Bununla birlikte Türkiye, geleneksel politikası ile uyumlu bir şekilde, bölgeye yönelik dış politikasını yürütürken oldukça temkinli bir yaklaşım benimsemiş ve bu temkinli yaklaşım Orta doğu’ya yönelik dış politikanın temellerinin şu şekilde tanımlanmasını sağlamıştır:
- Bölgedeki ülkelerin iç siyasetine ve devletlerarası çatışmalara karışmama ilkesine sıkı sıkıya bağlılık
- Birçok devletle ikili siyasi ilişkilerin geliştirilmesi
- Batı ittifak sistemindeki rollerin, Orta doğu politikaları ile karıştırılmaması
- İsrail ve Arap devletleriyle dengeli ilişkiler kurulması
- İdeolojik olarak Türkiye’nin 1923’ten sonra Orta doğu’dan ayrılması büyük ölçüde bir imaj meselesidir. 1924 yılında Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte Türk devleti ile İslam toplumu arasındaki bağ kopartılmış ve Türkiye Orta doğu’dan uzak durarak yeni bir ulus inşa sürecine girmiştir. Halkın hafızasına nüfuz eden ve Osmanlı geçmişi ile İslam devleti imajını reddetme anlayışına dayalı olan bu halk hafızası, Körfez Krizine esnasında Türkiye’nin verdiği tepkide en somut biçimini almış ve Türkiye kendisini Batı bloğu'nun yanında konumlandırmıştır.
Türkiye’nin Orta doğu ülkelerine karşı izlediği bu temkinli politika tek taraflı değildir. Ülkemizin stratejik konumu, özellikle Soğuk Savaş döneminde Nato’nun "güney kanadı" olarak hareket etmesi, Orta doğu ülkelerinin de Türkiye’ye karşı oldukça ihtiyatlı ve şüpheci bir yaklaşım geliştirmesine sebebiyet vermiştir. Ancak bu demek değildir ki Türk dış politikası bütünüyle Orta doğu’dan uzak durmuştur. Bilakis Türkiye, 1990’lar boyunca Orta doğu’da, bilhassa Kuzey Irak’ta aktif bir biçimde yer almış, Suriye ve İran ile yakın ilişkiler kurmak konusunda çaba sarf etmiş ve İsrail ile ilişkilerini yakın tutmuştur. Ancak 2000’li yıllara kadar bu girişimler büyük ölçüde Türkiye’nin yakın komşularıyla ve çoğunlukla güvenlik endişelerine ilişkin konularla sınırlı kalmıştır. Bu bağlamda Türkiye, Orta doğu ile ticaret ve yatırımı geliştirmenin yanı sıra 1990’da Birinci Körfez Krizi’ne de müdahil olmuş ve dönemin kritik isimlerinden olan dışişleri bakanı İsmail Cem’in (1997-2002) öncülüğündeki koalisyon hükümetleri ekonomik ilişkileri geliştirmek, Türkiye’nin tarihi / kültürel varlıklarından yararlanmak ve komşu ülkeler ile ilişkileri geliştirmek adına yoğun çaba sarf etmiştir. Nitekim benzer bir politika, (Orta doğu ve İslam dünyası ile ilişkileri derinleştirme fikri) 1995-1996 yılında Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi'nin kurduğu koalisyon hükümetinin başbakanı olarak görev yapan Necmettin Erbakan döneminde de izlenecektir. Ancak yine de 1990’ların geneli itibariyle Orta doğu bölgesindeki türk dış politikası ekseriyetle dengeleme ittifakları, askeri ilişkiler ile tehditler ve müdahaleler gibi güvenlik hüviyetli araçlar etrafında şekillenmiştir.
Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerine ise ayrı bir parantez açmak gerekmektedir ve İkinci Dünya Savaşı öncesi ile Soğuk Savaş dönemi boyunca türk dış politikasının en sorunlu konularından birisi olagelmiştir. 1939 yılında Hatay’ın Türkiye’ye katılması ve Türkiye’nin İsrail’i tanımasıyla gerginleşen ilişkileri kötüye götüren önemli bir diğer faktör de 21 ekim 1989 tarihinde Suriye askeri uçaklarının bir sivil Türk uçağını türk semalarında düşürmesidir. Ancak bundan sonra Türkiye-Suriye ilişkilerindeki sorunlar büyük ölçüde Su sorunu ve Suriye’nin terör örgütü pkk'ya üs ve destek sağladığı iddiaları etrafında şekillenmiştir. 1992 yılında Türkiye Cumhuriyeti İçişleri bakanı İsmet Sezgin’in şam’a yaptığı ziyarette suriye’nin pkk’yı desteklemeye devam etmeyeceği ve topraklarının saldırı amaçlı kullanılmayacağına yönelik taahhüdü sonrası ikili ilişkilerde kısa süreli bir iyileşme yaşanmıştır. İlaveten Suriye, bu ziyaret sırasında Lübnan’daki Beka Vadisi'nde kurulmuş olan pkk üssünü kapatacağını taahhüt etmiş ve terör örgütünün ana üssünü Musul yakınlarındaki Şengal’e, yani, Kuzey Irak’ın o dönemde Saddam Hüseyin rejimi tarafından kontrol edilen bir bölgesine naklettiğini bildirmiştir. Ancak kriz çözülememiş ve pkk'lıların Suriye’de konuşlanması ile sözde liderleri terörist başı Abdullah Öcalan’ın Suriye’de saklandığına yönelik istihbarat akışları devam etmiştir. Türk siyasi karar alıcıları sıklıkla Suriye’yi Türkiye’nin çok hassas olduğu güvenlik endişeleri konusunda açık bir tavır içine girmeye davet etmiş, zamanla uyarılarını artırarak zorlayıcı diplomasi yöntemi benimsemiştir (bkz: carrot and stick). Bilahare Öcalan’ın sınır dışı edilmesi taleplerine karşı Suriye’nin tepkisiz kalması, Türkiye’yi "caydırıcı baskı" politikasını harekete geçirmeye teşvik etmiş ve binaenaleyh Türkiye, Suriye ile üst düzey diplomatik temaslarını askıya alarak güç kullanma tehdidinde bulunmuştur. İlaveten Türkiye, siyasi duruşunun inandırıcılığını artırmak için bir miktar Türk askerini Suriye sınırına transfer etmiştir. Velhasıl Suriye tarafı geri adım atmış ve 20 ekim 1998’de Adana Mutabakatı’nın imzalanmasıyla ilişkilerde yeni bir dönem başlamıştır. Mezkur anlaşma Türkiye-Suriye ilişkileri için bir dönüm noktası olarak nitelendirilmektedir.
22 yıllık Akp iktidarının bilhassa ikinci dönemi itibariyle ise Türkiye, yeni bir dış politika yaklaşımı benimseyerek dünya siyasetinde beynelmilel bir aktör olma rolüne bürünmek istemiştir. Bu yeni yaklaşımda batı ile ittifak eskisi gibi birincil öncelik olarak görülmemekte ve Batı’ya olduğu kadar Doğu’ya da değer atfetmeyi gerektirmektedir. Siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirmek adına 2002 yılından bu yana komşu ülkelere yönelik Sıfır sorun (kazan-kazan) politikasını kendisine düstur edinmiş olan mevcut iktidarın izleyeceği yeni siyasetin oluşmasında en çok pay sahibi olan isimlerin başında kuşkusuz Ahmet Davutoğlu gelmektedir. Bu doğrultuda Türkiye; İran, Suriye, Sudan, Suudi Arabistan, Katar ve Rusya ile yakın ilişkiler geliştirme girişimlerinde bulunmuş ve bölgesel çatışmalarda bir enerji merkezi ve kolaylaştırıcı haline gelmeye çalışmıştır. Nitekim bu tavır değişikliği de, Türkiye’nin 90’lar boyunca benimsediği, bölgesel meselelere girmekten kaçındığı ve bölgeye güvensizlik hasebiyle çok temkinli bir yaklaşım benimsediği geleneksel yönelimden sapma olarak algılanmıştır.
Ancak, yukarıda da belirttiğimiz üzere Türk dış politikasında orta doğu bölgesi yeni olmaktan uzaktır ve 2000’li yıllar itibariyle Türkiye’nin Orta doğu aktivizmi hem bölge hem de konular çapında çeşitlenmiştir. Diğer bir deyişle Türkiye’nin Orta doğu’daki müdahilliği daha kapsamlı, çok yönlü ve derin bir hal almıştır. Bu bağlamda ülkemiz bölgesel krizlerde arabuluculuk yapma konusunda gönüllü olmuş ve bölge ile ekonomik ilişkilerini derinleştirmeye ve yumuşak gücünü ön plana çıkarmaya çalışmıştır. Bir süre sonra bu aktivizm nedeniyle türkiye’nin batı yönelimli geleneksel dış politikası sorgulanmaya başlanmış ve Eksen kayması tartışmaları gündemdeki yerini almıştır.
Gelişmeleri farklı bir nokta-ı nazar ile değerlendirdiğimizde Orta doğu’ya yönelik Türk dış politikasının temel dinamikleri olan Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, İran ile bölgesel nüfuz konusundaki rekabet ve Filistin sorununun çözümüne ilişkin yaklaşımlarda bir devamlılığın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak "yeni dönemde" sorunların tanımlanma biçimi ve onlarla başa çıkmak için geliştirilen stratejiler tamamen farklılaşmış durumdadır. İlaveten, Akp döneminde Türkiye Orta doğu bölgesi ile daha derin bir ilişki kurmaya yönelmiş ve bölgesel liderlik hedeflemiştir. Orta doğu’daki birçok ülke ile yüksek düzeyli stratejik iş birliği konseyleri kurulmuş, vize serbestisi anlaşmaları yapılmış, yalnızca siyasi, diplomatik ve ekonomik yönlerde değil; ulaşım, enerji, su kaynakları, çevre, kültür, eğitim ve bilim konularını içeren çok geniş bir iş birliği alanı oluşturulması yönünde akitler imzalanmış ve girişimlerde bulunulmuştur. Binaenaleyh bütün bu gelişmeler hedef değişikliğinin de mevcudiyetini göstermektedir.
2010'lu yılların en önemli konu başlığı olarak nitelendirebileceğimiz olay, 2010 yılının sonunda Tunus’ta başlayan ve Arap Baharı şeklinde adlandırılan, Arap halklarının diktatörlüklere karşı özgürlük, demokrasi ve insan hakları taleplerini dile getirdikleri ayaklanmalardır. Orta doğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki güç yapılarını alt üst eden mezkur hadiseler birçok ülkede hükümetlerin değişmesine sebebiyet vermiştir. Bu isyanların Suriye ayağı ise mart 2011’de Beşar Esad yönetimini devirip yerine Özgür Suriye Devleti'ni kurmak isteyen muhalefetin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. İsyanların süregelmesi ile Abd ve batı bloğu muhalefeti, Rusya ise Esad rejimini desteklemiş ve Suriye yoğun bir iç savaşa sürüklenmiştir. Türkiye için Suriye iç savaşının yarattığı iki risk bulunmaktadır. Birincisi, ülkenin kontrolden çıkmasıyla bölgeden yaygınlaşan terör yapılarının yarattığı güvenlik riskidir. İkincisi ise terörden ve Esad rejiminden kaçan insanların Ürdün ile birlikte Türkiye’ye de Mülteci olarak akın etmesidir. Bu durum ilerleyen yıllarda Türkiye’nin en fazla mülteci barındıran ülke olmasına neden olmuş, göç ve mülteci meselelerini Türk dış politikasının güncel sorunlarından biri haline getirmiştir.
Arap isyanlarının patlak vermesinden sonraki birkaç ay içinde Türkiye uzun süredir arzuladığı Yumuşak Güç ve Model Ülke olma idealini uygulamaya koymak için bir fırsat yakalamış ve bu nedenle aktif ve müdahaleci bir dış politika benimsemiştir. Bu politika 2012’de Tunus ve Mısır’da yapılan seçimlerde Müslüman Kardeşler'e bağlı partilerin seçilmesiyle başarılı olduğunu kanıtlamıştır. Ancak 2013’ten sonra yerel, bölgesel ve küresel gelişmeler Türkiye’nin bölgedeki güç projeksiyonunu önemli ölçüde engellemiştir. Türkiye’nin politika tercihini değiştirmesi ise zaman almış ve Türkiye’nin Orta doğu’da yalnızlaşmasına sebep olmuştur. Bu deneyimden sonra temkinli bir bekle ve gör yaklaşımı diğer küresel / bölgesel güçler devreye girerken Türkiye’nin yabancılaşmasına sebep olacağından Türk dış politikası karar alıcıları için uygun bir seçenek olarak görülmemiş ve sonuç olarak Türkiye, otoriter Arap devletlerinde halk taleplerinin yanında yer alan ve barışçıl demokratik değişimi destekleyen bir politika tercih etmiştir.
Türkiye ile Suriye arasında Türkiye’nin Esad rejimine karşıt politika belirlemesi ile gerilen ilişkiler, 22 haziran 2012 yılında Suriye’nin Türkiye’ye ait f-4 tipi savaş uçağını düşürmesi ve daha sonra Tel-Aybad bölgesinden 3 ekim 2012 tarihinde Türkiye’nin Akçakale ilçesine atılan top mermisi sonucunda gittikçe tırmanmıştır. Türkiye’nin Suriye krizi ile ilgili olarak temel endişeleri bölgedeki istikrarsızlıktan beslenen terör örgütlerinin Türkiye’ye yönelik saldırılarını engellemek ve Suriyeli mültecilerin geri dönüşünü sağlamak için güvenli bölgeler oluşturmaktır. Nitekim bu çerçevede Türkiye, Suriye’ye yönelik dört hareket gerçekleştirmiştir: Fırat Kalkanı Harekatı (El Bab), Zeytin Dalı Harekatı (Afrin), Barış Pınarı Harekatı (Fırat’ın doğusunda Tel Abyad ile Resulayn ekseninde) ve Bahar Kalkanı Harekatı (İdlib).
Konuya Dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Lenore Martin'den The Future of Turkish Foreign Policy, William Hale'den 1774’ten Günümüze Türk Dış Politikası ve Walter Laqueur'den Orta doğu Mücadelesi: Sovyetler Birliği ve Orta Doğu adlı eserleri tavsiye ediyorum.
Comments