top of page

Türkiye’de Siyasal İslam’ın Tarihsel Süreci ve Hareketin Kilometre Taşları

Güncelleme tarihi: 2 Nis



Siyasal İslam, modern Türkiye siyasetinin en tartışmalı ve en etkili ideolojik akımlarından biri olagelmiştir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte İslam, devletin kurumsal yapısının merkezinde yer alırken, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte laiklik eksenli reformlarla devlet yönetiminden dışlanmıştır. Ancak bu dışlanma, Siyasal İslam’ı tamamen ortadan kaldırmamış; bilakis, zaman içerisinde değişen sosyo-ekonomik ve politik dengeler doğrultusunda farklı formlarda yeniden yükselişe geçirmiştir. Demokrat Parti dönemiyle başlayan dinin kamusal alana dönüşü, 1980’lerde Türk - İslam Sentezi ile pekiştirilmiş; 1990’larda Refah Partisi’nin yükselişiyle beraber ise yeni bir aşamaya geçilmiş ve 2002 sonrası AKP iktidarında devletin temel unsurlarından biri haline gelmiştir.


İşbu yazı, Türkiye’de Siyasal İslam’ın tarihsel gelişimini, çeşitli kırılma noktaları üzerinden ele alarak, İslamcı hareketlerin nasıl güç kazandığını, hangi engellerle karşılaştığını ve günümüzde nasıl bir dönüşüm sürecine girdiğini incelemektedir. Değerlendirmemiz, Osmanlı’daki İslamcı yönetim anlayışından Cumhuriyet’in laik reformlarına, çok partili hayatın getirdiği değişimlerden askeri müdahalelerin siyasal İslam üzerindeki etkilerine dek geniş bir yelpazede ele alınacaktır. Siyasal İslam’ın Türkiye'deki serüveninin, yalnızca tarihsel bir anlatı değil, aynı zamanda günümüz politik atmosferini anlamak için de kritik bir öneme haiz olduğu da unutulmamalıdır.


1. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Siyasal İslam’ın Kökleri


Osmanlı, Akadların arketipini oluşturmak suretiyle çerçevesini oluşturduğu imparatorluk hüviyetinin ortaçağdaki klasik bir temsilcisi olarak, din ve devlet işlerinin iç içe yürütüldüğü heterojen bir yapıya sahiptir. Bu bağlamda şeriat hukuku, padişahın iradesiyle birlikte Osmanlı hukuk sisteminin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bilhassa 2. Abdülhamid devrinde (1876-1909) yani çok sesliliğin imparatorluk topraklarında yavaş yavaş kök salmaya başladığı bir dönemde, islamcı söylem bir devlet politikası olarak benimsenmiş ve Panislamizm şemsiyesi altında geniş Müslüman topluluklar arasında bir birlik sağlanmaya çalışılmıştır. Mezkur vetirede Şeyhülislamlık makamı, ulema sınıfı ve tarikatlar siyasetin merkezine oturtulmuştur. Ancak bu dönemde dahi modernleşme çabaları devam etmektedir; keza 19. yüzyılda Tanzimat ve Islahat Fermanları gibi reformlar, Osmanlı’da sekülerleşmenin ilk adımları olarak kabul edilmektedir.


Sonraki süreçte Osmanlı İmparatorluğu'nun lağvedilip Türkiye cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, siyasal İslam’ın devletteki hakimiyeti radikal bir biçimde sona ermiştir. Bu kritik eşiği takiben hilafetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, şeriat mahkemelerinin lağvedilmesi ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle birlikte eğitim sisteminin sekülerleştirilmesi ise genç cumhuriyetimiz adına laik bir yönetim anlayışının temelini atmıştır. Lakin bu reformlar, bilhassa kırsal kesimde ve muhafazakar çevrelerde tepkiyle karşılanmış ve 1925’teki Şeyh Said İsyanı, tali de olsa, bu tepkilerin en belirgin örneklerinden biri olagelmiştir.


2. Tek Parti Dönemi ve Siyasal İslam’ın Bastırılması (1923-1950)


1923 ile 1950 arasındaki süreci tetkik ettiğimizde, kurucu önderimiz Atatürk'ün liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti iktidarı altında laiklik ilkesini katı bir biçimde uyguladığını görürüz. Ezcümle; tarikatlar yasaklanmış, dini semboller kamusal alandan çıkarılmış ve din adamlarının siyasi faaliyetlerine izin verilmemiştir. Ancak, bu baskı siyasal İslam’ın tamamen yok olmasına neden olmamış; bilakis, toplumun önemli bir kesiminde dinsel kimliğin bastırıldığına dair bir algı oluşmuştur. Nihayetinde bu durum ilerleyen yıllarda siyasal İslam’ın güçlenmesi adına bir zemin hazırlayacaktır. Nitekim 1946’da yani çok partili hayata geçişle birlikte, dini değerler kaçınılmaz bir biçimde siyasette yeniden kendini göstermeye başlamış ve 1950 seçimlerinde Demokrat Parti kazandığı büyük zaferin ardından iktidara gelerek siyasal İslam’ın yeniden sahneye çıkmasına olanak tanımıştır.


3. Demokrat Parti ve 1960 Sonrası İslami Muhalefet


1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti, Türkiye’de siyasal İslam’ın yeniden kamusal alanda görünür olmasını sağlayan aktör olması hasebiyle cumhuriyet tarihimizde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Tek parti döneminin baskıcı laiklik politikalarına karşı bir tepki olarak doğan DP, dini özgürlükleri savunmak suretiyle geniş muhafazakar kitlelerin desteğini kazanmıştır. Ancak DP’nin bu politikaları, Türkiye’de laik düzenin savunucuları tarafından tepkiyle karşılanmış ve nihayetinde askeri müdahaleye zemin hazırlamıştır. 1960 darbesi sonrası süreç ise İslami hareketlerin daha sistemli bir muhalefet hareketine dönüşmesine sebebiyet vermiştir.


DP'nin, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’ni mağlup ederek iktidara gelmesini, dini özgürlüklerin kısıtlanmasına duyulan tepkinin sandıktaki tezahürü olarak okumak pekala mümkündür. Keza DP’nin iktidara gelir gelmez attığı ilk adımlardan biri olarak, ezanın yeniden Arapça okunmasına izin vermesi de bu önermeyi destekler niteliktedir. Bu karar, muhafazakar kesim tarafından büyük bir coşkuyla karşılanırken, laik çevreleri ise endişeye sevk etmiştir.


DP’nin dini politikaları bununla da sınırlı kalmamıştır. İmam Hatip okulları açılarak din eğitiminin devlet eliyle yaygınlaştırılması sağlanmış, ilkokullara din dersleri yeniden konulmuş ve Diyanet İşleri Başkanlığı güçlendirilmiştir. Bütün bu gelişmelere ek olarak, tarikatlar ve cemaatler üzerindeki baskılar büyük ölçüde hafifletilmiş, hatta DP, bazı tarikatların desteğini almak adına mezkur gruplara göz yummaya başlamıştır. Ancak DP, yalnızca dini özgürlükleri artıran bir parti olarak kalmamış; aynı zamanda otoriterleşme eğilimleri göstererek muhalefeti de baskı altına almıştır. 1955’te başlayan ekonomik sıkıntılar ve hükümetin basına yönelik sert müdahaleleri ise ordu ve bürokrasinin iktidara yönelik tepkisini şiddetlendirmiştir. Velhasıl takvim yaprakları 27 Mayıs 1960'ı gösterdiğinde gerçekleşen askeri darbe, DP’nin iktidarına son vermiş ve Başbakan Adnan Menderes tutuklanmasının akabinde idam edilmiştir.


Kimi kesimlerce 27 Mayıs 1960 darbesi, siyasal İslam’ın önünü kesmek isteyen laik elitler tarafından gerçekleştirilmiş bir müdahale olarak görülmektedir. Öte yandan darbe sonrası oluşturulan yeni anayasa, daha özgürlükçü bir yapıya sahip olsa dahi, askeri vesayetin güçlenmesine de alan tanıdığı aşikardır. DP’nin dini politikalardan rahatsız olan ordu ve yargı, yeni dönemde laiklik ilkesini daha sert bir şekilde uygulamaya başlayacaktır.


Bu süreçte, DP’nin yerine kurulan Adalet Partisi benzer bir muhafazakar çizgiyi sürdürmeye çalışmış; ancak siyasal İslam’ın sistematik bir hareket haline gelmesi, 1969’da Necmettin Erbakan’ın önderliğinde Milli Görüş hareketinin doğmasıyla gerçekleşmiştir. Daha radikal bir hüviyete sahip olan Erbakan, DP ve AP’nin laik sistem içinde sınırlı kalan muhafazakarlığını yetersiz bulmuş ve İslam’ın devletin temel kimliği olması gerektiğini savunmuştur. Nitekim Erbakan'ın Konya’dan bağımsız milletvekili olarak seçilmesi İslami hareketin siyasi arenada temsilini sağlamış ve 1970 yılında kurduğu Milli Nizam Partisi (MNP), doğrudan İslamcı bir politika benimsemek suretiyle, DP ve AP gibi partilerden ayrışmıştır. Ancak, MNP kısa bir süre sonra laiklik karşıtı faaliyetler yürüttüğü gerekçesiyle kapatılacaktır. Buna rağmen, Erbakan ve destekçileri 1972’de Milli Selamet Partisi’ni (MSP) kurarak siyasal İslam’ı Türkiye’nin gündeminde kalıcı hale getirecektir. Son kertede MSP'nin 1974’te CHP ile koalisyon hükümetine girerek siyasal İslam’ın Türkiye’de hükümet seviyesinde temsil edilmesine olanak tanıması ise söz konusu anlayışın toplumdaki karşılığını göstermesi hasebiyle kritik bir dönüm noktasını işaret etmektedir.


Sonuç olarak Demokrat Parti, Türkiye’de Siyasal İslam’ın yeniden güçlenmesine zemin hazırlayan bir dönemin başlangıcı olmuştur. DP’nin dini özgürlükler konusundaki reformları, 1960 darbesiyle kesintiye uğramış olsa da, muhafazakar tabanın siyasi bilincini güçlendirmiştir. 1960 sonrası dönemde ise Siyasal İslam daha kurumsal bir hüviyete bürünmüş ve Milli Görüş adı altında sistemli bir muhalefet hareketine dönüşmüştür.


4. 1980 Darbesi ve Türk - İslam Sentezi


1980 askeri darbesi, Türkiye'de siyasal ve toplumsal yapıyı tabiri caizse kökten değiştiren bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Darbenin ardından oluşturulan yeni ideolojik çerçeve ise Türk - İslam Sentezi adı verilen bir anlayışa dayanmaktadır. Bu sentez, hem Türk milliyetçiliğini hem de İslam’ı devlet politikalarının merkezine almak suretiyle yeni bir toplumsal kimlik oluşturmayı amaçlamıştır. Nitekim 12 Eylül rejimi, sol hareketleri bastırırken, İslamcı grupların önünü açarak dindar - muhafazakar kesimlerin siyasal ve kültürel alanda güçlenmesine zemin hazırlamıştır.


Yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere, 1980 darbesinin ardından askeri rejim, sol ideolojileri tehdit olarak görerek milliyetçi ve muhafazakar unsurları teşvik etmeye başlamış ve bu doğrultuda, Türk - İslam Sentezi adı altında ideolojik bir formül oluşturmuştur. Söz konusu anlayış, bir yandan Atatürkçü milliyetçiliği korurken, diğer yandan İslam’ın toplumsal düzene entegrasyonunu savunmuştur. Binaenaleyh Türk - İslam Sentezi'nin, 1982 Anayasası’na da yansıması da kaçınılmaz olmuştur. Bu bağlamda dini eğitim zorunlu hale getirilmiş ve imam hatip okulları teşvik edilmiştir. Öte yandan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yetkileri artırılırken, devlet, dini değerleri resmi söylemin bir parçası haline getirmiştir. Ancak bu süreç tabii olarak, devletin denetimi dışında gelişen bağımsız islami hareketlerin de güçlenmesine sebebiyet vermiştir.


Darbeden birkaç yıl sonra gerçekleşen 1983 seçimlerini kazanan Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi, 12 Eylül sonrası siyasi sistemin ilk sivil hükümeti olarak cumhuriyet tarihindeki yerini almıştır. Özal, hem neoliberal ekonomik politikaları hem de muhafazakar değerleri harmanlayarak yeni bir siyaset anlayışı geliştirmiş ve bu dönemde, özel teşebbüse dayalı İslamcı sermaye grupları ilk kez ortaya çıkmaya başlamıştır. "Anadolu kaplanları" olarak bilinen bu sermaye grupları, ilerleyen yıllarda İslami hareketlerin finansal gücünü artıracaktır. Bunun yanı sıra Özal hükümeti, imam hatip okullarını yaygınlaştırarak ve tarikat-cemaat gruplarına daha fazla alan açarak islami değerlerin devlet yönetiminde daha fazla yer almasına da olanak tanımıştır. Ancak belki de Özal'ın öngöremediği bir biçimde bu gelişmelerden azami faydayı elde edecek grup, 1990’ların ortalarını domine eden, Erbakan önderliğindeki Refah Partisi olacaktır.


1990’ların başında Siyasal İslam, Refah Partisi çatısı altında giderek güç kazanmış ve bilahare Erbakan liderliğindeki RP, 1994 yerel seçimlerinde büyük bir başarı elde ederek İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde belediye başkanlıklarını kazanmıştır. 1995 genel seçimlerinde ise RP, birinci parti olmak suretiyle Türkiye siyasetinin gündemini belirler bir konuma gelmiştir.

RP’nin başarısının ardında, ekonomik ve toplumsal olarak dışlanmış kesimleri mobilize eden bir söylem yatmaktadır. Erbakan, "Adil Düzen" adı altında İslam temelli bir ekonomik model önermekte ve Batı’ya karşı daha bağımsız bir dış politika vaat etmektedir. Ancak RP’nin yükselişi, laik kesimlerde yine büyük bir tepkiye yol açmış ve 1997 yılında "post - modern darbe" olarak anılan "28 Şubat süreci" ile Refah Partisi iktidardan uzaklaştırılmıştır.


1980 sonrası siyasal İslam’ın yükselişi, büyük ölçüde Türk - İslam Sentezi’nin devlet politikalarına entegre edilmesiyle mümkün hale gelmiştir. 12 Eylül rejimi sol hareketleri tasfiye ederken, İslamcı grupların gelişmesine olanak tanımış, bu da 1990’larda RP’nin yükselmesine zemin hazırlamıştır. 1980 sonrası dönemin dinamikleri, günümüz Siyasal islam hareketlerinin gelişimini anlamak adına kritik bir öneme sahiptir.


5. AKP'nin Yükselişi ve Siyasal İslam’ın İktidarı


Adalet ve Kalkınma Partisi, 2002 yılında iktidara gelerek Türkiye’de Siyasal İslam’ın en güçlü temsilcisi hüviyetine sahip olmuştur. Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş çizgisinden gelen Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, 28 Şubat sürecinin baskıcı ortamından dersler çıkararak İslami kimliği daha ılımlı ve kapsayıcı bir söylemle yeniden şekillendirmiştir. İlk yıllarında AB reformları ve ekonomik liberalleşme politikalarıyla batı ile uyumlu bir profil çizen AKP, zamanla içerisinde giderek otoriter bir karaktere bürünmüş ve tabanını konsolide etmek suretiyle islamcı ideolojiyi kurumsallaştırmaya çalışmıştır.


AKP’nin ilk iktidar yıllarında, yukarıda da belirttiğimiz üzere, parti yöneticileri Siyasal İslam’ın radikal unsurlarından uzaklaştıklarını vurgulayarak Batı ile uyumlu bir politika izlemiş ve bu bağlamda Avrupa Birliği ile müzakereleri hızlandırarak (demokratik reformlar) ekonomik büyüme sağlamıştır. Nitekim AKP’nin bu stratejisi, 28 Şubat sonrası İslamcı hareketlerin üzerindeki baskıyı hafifletmiş ve muhafazakar tabanı ekonomik refah yoluyla konsolide etmiştir. Yine, bu dönemde imam hatip okullarına yönelik katsayı engeli kaldırılmış, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi artırılmış ve dini değerlerin kamu alanında daha görünür hale gelmesine zemin hazırlanmıştır. Ancak bu değişimler, toplumsal kutuplaşmayı arttıran yeni bir siyasal atmosferi de beraberinde getirmiştir.


2010 referandumu ile yargıda büyük değişiklikler yapan AKP, bu dönemde giderek daha otoriter bir yönetim anlayışı benimsemeye başlamıştır. 2011 seçimlerinde aldığı büyük destekle hareket alanını genişleten parti, bilhassa Gezi Parkı Protestoları (2013) ve 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları (2013) sonrası daha sert bir yapıya bürünmüştür. Bu dönemde, eğitim sistemi İslamcı bir perspektifle yeniden şekillendirilmiş, İmam hatip okullarının sayısı hızla artmış ve "dindar nesiller yetiştirme söylemi" ön plana çıkmıştır. Aynı zamanda, dış politikada da İslamcı bir eksene yönelim gerçekleşmiş ve Arap Baharı sürecinde AKP hükümeti, Mısır’daki Müslüman Kardeşler gibi İslamcı hareketlere açık destek vermiştir.


15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi'nin, ülkemiz siyasetinde büyük bir kırılma noktası olduğu yadsınamaz bir gerçeklik şeklinde karşımızda durmaktadır. AKP, bu olay sonrasında olağanüstü hal ilan ederek devletin neredeyse tüm kurumlarını yeniden yapılandırmış ve mezkur süreçte Fethullahçı yapılanmanın tasfiyesiyle beraber, daha merkezi ve AKP’ye bağlı yeni bir "muhafazakar elit" inşa etmiştir. Öte yandan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişin tesis edilmesiyle birlikte, Siyasal İslam’ın devlet yapısındaki ağırlığı da iyiden iyiye artmıştır. Eğitim sisteminde dini vurgular azami hale gelmiş ve kamu kurumlarında muhafazakar kadrolaşma derinlik kazanmıştır. Bütün bu gelişmelerin sonucunda da Türkiye’de laiklik anlayışı, giderek daha fazla sorgulanan ve zayıflayan bir ilke haline gelmiştir.


AKP, iktidara geldiği ilk yıllarda ılımlı ve reformist bir İslami hareket olarak kendini tanımlasa da, zaman içerisinde Siyasal İslam’ı otoriter yönetim biçimiyle birleştiren bir yapıya evirilmiştir. Bilhassa 2016 sonrası süreç, Siyasal İslam’ın devlet aygıtına tamamen nüfuz ettiği ve AKP’nin kendi ideolojik çerçevesini kurumsallaştırdığı bir dönem olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’de Siyasal İslam’ın geleceği, AKP’nin bu kurumsallaşmış yapısının nasıl bir evrim geçireceğine ve toplumsal dinamiklerin nasıl şekilleneceğine bağlı olacaktır.


Ülkemizde Siyasal İslam, tarihi boyunca farklı evrelerden geçerek, toplumun dinamiklerine ve siyasi yapısına şekil vermiştir. 1950'lerde Demokrat Parti ile başlayan süreç, 1980 sonrası Türk - İslam Sentezi'nin devlet politikalarına entegre edilmesiyle güç kazanmış, nihayetinde AKP’nin iktidarıyla zirveye ulaşmıştır. Bu süreç, İslam’ın sadece dini bir öğe olarak değil, aynı zamanda toplumsal düzenin ve devletin şekillenmesinde belirleyici bir ideoloji olarak işlev gördüğünü göstermektedir.


Siyasal İslam, zaman içerisinde hem içsel bir dönüşüm geçirmiş hem de toplumsal, ekonomik ve siyasi faktörlerle şekillenmiştir. Bilhassa AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte, Siyasal İslam’ın daha merkezi ve kurumsal bir yapıya dönüştüğü, devletle olan ilişkisinin pekiştiği ve İslam’ın siyasetteki rolünün pekiştirilerek güçlendirildiği görülmüştür. Ancak, bu süreç aynı zamanda toplumsal kutuplaşmayı arttıran, laiklik ve özgürlükler üzerine yeni sorgulamalar yaratan bir gelişme olarak da okunmaktadır.

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating

Umur Özer Hakkımda

Hukuk, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi ve tarih alanlarında eğitim almış biri olarak, analitik düşünceyi ve disiplinler arası bakış açısını ön planda tutuyorum. Akademik yolculuğuma Bilgi Üniversitesi'nde hukuk...

 

Devamını oku

 

Bültenimize Abone Olun

Telif Hakkı © 2025 Umur Özer - Tüm Hakları Saklıdır.

bottom of page