Savaşa Giden Yol / Birinci Dünya Harbi
- Umur Ozer
- 17 Mar
- 7 dakikada okunur

Modern Avrupa hakkında ilginç olan şey şudur ki, bugünkü sınırlara baktığınızda Almanya'nın 110 yıl önce bir pazartesi günü patlak veren Birinci Dünya Savaşı'nı kazandığını düşünebilirsiniz. Günümüzde Avrupa Birliği ve eski Sovyet Ülkeleri, merkez üssü Berlin'miş gibi görünen bir Avrupa ile ilişkilendirilirken, Euro üzerinde Almanların belirgin bir hakimiyeti vardır ve aynı şekilde, Eurozone üzerinde baskın olan güç, bir Alman bankası olan Deutsche Bank'tır.
Bu durum ilginç bir şekilde, Eylül 1914'te savaşı Almanya'nın kazandığını düşünen bir Alman şansölyesinin söylediklerinde ifade bulur: Buna göre Avrupa bağımlı devletlerden meydana gelmeli ve Rus İmparartorluğu yıkılmalıdır (bkz: Napoleon Bonaparte) (bkz: Avrupa Birleşik Devletleri). Nitekim meydana gelen şey de bu olacaktır. Elbette günümüz Almanları, 1914'teki atalarından epey farklı bir zihniyete sahiptir, ancak şu da gözden kaçırılmamalıdır ki Post Sovyet Ülkeleri ilk olarak mezkur atalar tarafından tahayyül edilmiş ve oluşturulmuştur. Bu durumun en net gözlemlenebildiği yer ise mevcut devletlerin en büyüğü olan, sahip olduğu tahıl ve kömür ile o dönemde Alman imparatorluğu'nun incisi konumundaki Ukrayna'dır. Keza Rusya ile Ukrayna üzerinde günümüzde girilen çıkmazın 1914'ün 100. yılına denk gelmesi buna fazlasıyla uygun bir göstergedir ...
1914 Anglo - Alman savaşı'nın patlak vermesinin görünürdeki sebebi; Almanya'nın, İngiltere'nin koruması altındaki tarafsız Belçika'yı işgal etmesidir. Lakin Birinci Dünya Savaşı, 1840'tan beri İngiltere dış politikasının merkezinde yer alan çok önemli bir soru işaretinin devamıdır: Almanya mı, Rusya mı ? Hepimizin bildiği üzere tıpkı 1941'de olduğu gibi İngilizler tercihlerini Ruslardan yana kullanacaklardır.
Geçmişe dönüp baktığımızda bunun tartışmasız bir seçim olduğunu düşünebiliriz, ne var ki durum tam olarak böyle değildir. Bir zamanlar İngiltere'nin Almanya ile çok daha farklı ve tabiri caizse "sıkı fıkı" bir ilişkisi söz konusudur. Her şeyden evvel kraliyet aileleri arasında tartışmasız güçlü bağlar mevcuttur (misal; Kraliçe Victoria, en büyük torunu olan Alman kayzerinin kollarında can vermiştir). Yine, eğitimli Britanyalılar savaştan önceki dönemlerde Alman kültürünü ve edebiyatını iyi bilmektelerdir ki, harbin akabinde bir daha böyle bir birliktelik tesis edilememiştir. İki ülkenin Protestan bir geçmişi paylaşması da, aynı şekilde, unutulmaması gereken ortak paydalardan yalnızca biridir. Şüphesiz muhtelif tarihçiler, İngiltere'nin Almanya ile asla ters düşmemesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir: Bu kimselere göre İngiltere'nin pekala Almanya'nın egemenliği altındaki bir Avrupa ile birlikte yaşayabileceği göz önünde bulundurulması gereken bir ihtimaldir, tıpkı bugün her ne kadar farklı bir surette olsa da yaşadıkları gibi.
Alman bir Avrupa hakkında söylenecek çok şey vardır. Almanya, şansölye Bismarck yönetiminde Fransa'yı bozguna uğrattığı 1871'deki savaştan en kuvvetli büyük güç olarak çıkmış, bilahare daha da ileri gitmiştir. 1914'te Berlin, globalleşmeye başlayan dünyanın Atina'sı konumundadır. Sanat ve bilimin kalbinin attığı yer haline gelen kent, bir cazibe merkezine dönüşmüştür. (Hertz, Röntgen, Mach, Dizel hep o dönemden yadigar terimlerdir ve modern dünya bu buluşlar üzerinde inşa edilmiştir.) Alman kimyagerlerinin ve mühendislerinin yaratıcılığının sonu yok gibi gözükmektedir. Örneğin İttifak devletleri'ni İtalya cephesi'nde zafere yaklaştıran şey, Ferdinand Porsche'nin cephenin dağlık yollarına uygun dört çekerli arabayı icat etmiş olmasıdır. Bir zamanlar hakimiyet nasıl Britanya ve Manchester'ın büyük sanayilerindeyse, 1914'te de Ruhr ya da sanayileşmiş Saksonya'nın fabrika bacaları başı çekmektedir. Winston Churchill'in de kabul ettiği üzere, Almanya'nın 1917'de İtalyanlara karşı Caporetto Muharebesi ya da İngilizlere karşı 1918 Mart Taarruzu gibi zaferlerle, İtilaf devletleri saflarındaki uyuşukların asla altından kalkamayacağı parlak güç gösterileriyle, olağanüstü bir savaş çabası gösterdiğine şüphe yoktur.
Alman bir Avrupa düşüncesi pratikte de anlamlıdır ve yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, günümüzle belli belirsiz benzerlikler söz konusudur. İsveç ve Fransa'nın maden cevherlerine, Almanya'nın kömür ve çelik sanayilerine sahip, İngiliz ya da Amerikan rekabetinden korunan ve Kuzey Afrika'ya, hatta petrol bakımından zengin Bağdat'a uzanan bir Avrupa Ekonomik Alanı pekala makuldür.
Birinci Dünya Harbi'ne giden yolda ülke sanayisi büyüyüp güçlendikçe Almanların özgüveni de artmış ve bu başarı başlarını döndürmüştür. Bismarck kendi döneminde ihtiyatlı politikalar takip etmiş ve merkezde güçlü bir Almanya'nın, komşularının ona karşı birleşebileceğini öngörmüştür. Oysa şimdi yeni bir kuşak gelmektedir ve bu jenerasyonun gözü kendinden başkasını görmemektedir. Bu kuşağın başındaki simgesel figür de, 1889'da tahta çıkan genç imparator kayzer İkinci Wilhelm'den başkası değildir. Wilhelm'in, ülkesi için tasavvur ettiği model ise tam olarak Britanya İmparatorluğu'dur. Britanya çok zengindir ve muazzam ölçekte denizaşırı topraklara sahiptir. Kadim köklere sahip kurumları açısından muhafazakardır ancak aynı zamanda enerjik ve girişkendir. Sınai ürünleri, dünya ticaretinin ekseriyetini oluşturmaktadır ve global konumunu devasa bir donanma ile güvence altına almıştır. Hülasa Almanya'nın da İngilizlerle boy ölçüşebilecek bir denizaşırı imparatorluğu neden olmasındır ? Nihayetinde 2. Wilhelm döneminde Almanya'nun gücü ve bunun "patavatsızca" ifade edilmesi, bir Avrupa krizinin fitilini ateşleyen temel etkenlerden biri olacaktır ...
Yaşlı kıtadaki bir diğer kadim rekabet olan Fransa ile Almanya çekişmesi, yakın dönemde yeni Almanya'nın doğudaki Alsace ve Lorraine'i ilhak etmesiyle sonuçlanan Bismarck'ın 1871'deki büyük zaferinin, uzun dönemde ise Fransa'nın Avrupa'ya hakim olduğu ve Almanya'nın birbiriyle kavgalı devletler ile devletçiklere bölünmüş yapısını kalıcılaştırdığı 17. yüzyıla kadar uzanan bir sürecin sonucudur. Bilahare bu gergin rekabete eklemlenecek bir diğer devlet ise Rusya olacaktır. Bismarck, her daim Rusya ile bozuşmamak konusunda dikkatli davranmıştır. Zira Berlin ile Saint Petersburg arasında, kısmen monarşiler arası dayanışmadan mütevellit, kısmen de sindirilmesi zor lokma olan Polonya'dan her birinin kendi payını almış olması hasebiyle bir mutabakat söz konusudur. Ancak 19. yüzyıl itibariyle Osmanlı imparatorluğu Avrupa'da zayıflayınca, yeni bir faktörün ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelmiştir. Almanya'nın doğal müttefiki olan Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun Balkanlar'da güçlü çıkarları vardır lakin aynı durum Rusya için de geçerlidir. Nihai olarak Avusturya ile Rusya arasındaki anlaşmazlık, Bismarck'ı denge politikasını terk etmek zorunda bırakacaktır. Binaenaleyh Almanlardan umduğu desteği bulamayan Rusya da, yüzünü Fransa'ya çevirecektir.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Avrupa'nın dışındaki dünya, kelimenin gerçek anlamıyla dağılıyor gibi gözükmektedir. Hindistan ve Çin Avrupa'nın kontrolüne geçmiş durumdadır ve Osmanlı imparatorluğu'nun çökme ihtimali giderek daha gerçekçi bir hal almaktadır. Bütün bu gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan pastadan kendisine de pay isteyen Almanya, ihtiyacı olan son şeyi yaparak, yani Britanya'ya saldırmak üzere bir donanma inşa ederek, Avrupa'nın kucağına bombayı bırakacaktır. Alman savaş gemileri çok iyi inşa edilmiştir ama sayıları çok azdır ve son derece savunmasızlardır. Nitekim 1. Dünya Savaşı'nın neredeyse tamamını limanlarda geçireceklerdir; ta ki sonunda, anlamsız bir feda edilme tehdidi altındaki tayfalar ayaklanıp alman İmparatorluğu'nun sonunu getirene kadar ...
Aşağı yukarı aynı tarihlerde, dünyanın o gün bugündür birlikte yaşamak zorunda olduğu bir başka konu ortaya çıkmıştır. Amerika'nın başkanı Eisenhower, 1960'larda mevzubahis konuyu isabetli bir şekilde tanımlamak adına doğru ifadeyi bulacaktır: Askeri - Sınai kompleks. Milyonlarca değilse de binlerce kişiyi istihdam eden, bütçeden büyük pay alan ve gazetelerdeki köşe yazıları da dahil olmak üzere, her sektörü canlandıran savaş sanayii, ekonominin en güçlü öğesi konumuna gelmiş durumdadır. Üstelik savaş sanayii şaşırtıcı bir değişime de tabidir: Bir aşamada akıl almaz bir para israfı gibi görünen şeyin vazgeçilmez olduğu ortaya çıkabilirken (bkz: uçak), aklıselim gibi görünen yatırımların gereksiz masraf olduğunun farkına varılabilmektedir (bkz: kale). Teknoloji pahalı ve öngörülemez hale geldikçe bu karmaşık denkleme bir bilinmeyen daha eklenecektir: Silahlanma yarışı. Dünya savaşı'nın arifesindeki statükoda bir ülkenin silahlanması, bir başkasının silahlanmayı artırması için mazeret yaratmıştır. Hız kesmeden devam eden ve tedricen artış gösteren bu zamana karşı yarışta bir diğer önemli faktör de demiryolları olacaktır.
1914'ten evvel global ticarette büyük bir canlanma olmuş ve Avrupa hükümetlerinin elinde harcayacak çokça para birikmiştir. 1911'de Alman ordusunun harcamalarındaki "mütevazi" artış, 1912'de Fransızların buna karşılık vermesine neden olmuş ve 1913 yılına gelindiğinde belki de bütün dünyanın kaderini tayin edecek belirleyici adımlardan biri atılmıştır: Rusya'yı süper güce dönüştürmeyi amaçlayan büyük bir silahlanma programı. Bu program Rusya'ya Almanya'dan daha fazla top kazandıracak ve nihayet, Rus ordusunun askerlik çağına gelen erkeklerin çok daha büyük bir kısmını beslemesine, giydirmesine ve cepheye nakletmesine imkan sağlayacaktır. Rusya'nın yaşadığı para sıkıntısı ise ordusunun, üç katı bir nüfusa sahip olduğu halde, Alman ordusundan daha büyük olamamasına ve çok daha az silah ile stratejik demir yoluna sahip olması anlamına gelmektedir. Ancak bu durum değişecektir. 1914 yılına gelindiğinde İngiltere, çarlığın resmi finansörü ve müttefiki konumundadır.
Rus ordusunun büyümesi ve ağırlığının artması, Almanya açısından yeterince kötü bir haberdir ancak Berlin'de yaşanan paniğin asıl nedeni Rus demiryollarının gelişmesi hasebiyledir. Rusya 1908'den sonra, en parlak sayfaları Amerika ve Almanya'da yazılmış olan, itici gücü kendinden alan sanayileşme sürecine katılmıştır. Kuşkusuz ülke muazzam kaynaklara sahiptir ancak ulaşım sorun olduğundan ve kimse kağıt paraya güvenmediğinden, kaynaklardan optimum seviyede yararlanılamamaktadır. Bu durumun değişmesi ise Germenler için tehlike çanlarının çaldığı anlamına gelmektedir. Alman generallerin, sivil işlerde başka hiçbir ülkede dengi olmayan bir ağırlığı vardır ve itidalini koruyan 1850 kuşağı için, bir Fransız - Rus ittifakı karşısında uygulanacak savaş planı yeterince açıktır. Her ne kadar atılım halinde olsa da Rusya, batılı büyük güçlerden çok daha az demiryoluna sahip, geri bir ülkedir ve Fransızlar çökerken, Rusya ordusunu ancak toparlamış olabilecektir. Nitekim Alman Genelkurmay Başkanı Kont Schlieffen 1897'de, bu koşullarda Alman ordusunun 1870'te Fransa karşısında elde ettiği zaferi tekrarlamak için bol bol zamanı olacağını ifade etmiştir. Ondan sonra ise sıra Rusya'ya gelecektir ...
28 haziran 1914'te Avusturya Macaristan imparatorluğu tahtının varisi olan Arşidük Franz Ferdinand, Güney Slavlarının en önemli merkezi konumundaki Bosna'nın başkenti Saraybosna'da bir suikasta kurban gittiği hemen herkesin malumudur. Bir grup genç Sırp terörist, arşidükü ülkeye yapacağı resmi bir ziyaret sırasında öldürmeyi planlamış ancak suikast anında hedefi ıskalayan bir bomba atarak işi ellerine yüzlerine bulaştırmışlardır. Kargaşayı fırsat bilip dağılan teröristlerden biri ise sakinleşip kendine gelmek için yan sokaklardaki kafelerden birine oturmuştur. Başarısız saldırının ardından küplere binen arşidük, arabasıyla birlikte hışımla Bosna Genel Valisi Potiorek'in karargahına gitmiş ve onu bir güzel haşlamıştır. Daha sonra sabahki bombalama olayında yaralanmış olan bir subayı ziyarete gitmek için oradan ayrılan arşidükün yanında bu defa Kont Harrach adında bir yarbay bulunmaktadır. Yolculuk esnasında şoför Saraybosna ırmağının üzerindeki bir köprüyü geçtikten sonra yanlışlıkla sola sapmış ve adama durması, geri geri gitmesi söylenmiştir. Bu sırada kahvede oturan terörist ise hedefinin yavaş yavaş gelip önünde durduğunu görmüş ve tereddüt etmeden tabancasını çıkartarak ateşlemiştir ...
Katil Gavrilo Princip 17 yaşında, milliyetçilik ve terörizm eğitimi görmüş bir romantiktir ve 1850'lerin Rus Nihilistlerinin uzantısı olan bir timin üyesidir. O dönemde Avusturya'da reşit olmayanlara idam cezası verilmemektedir (öldürülen kişi veliaht prens olsa bile ?) ve Princip de cinayeti işlediği esnada reşit değildir. Velhasıl hapishaneye atılmış ve orada Mayıs 1918'de hayatını kaybetmiştir. Ölmeden evvel bir hapishane psikoloğu ona yaptığı eylemle dünya savaşına ve milyonlarca kişinin ölümüne sebep olduğu için herhangi bir pişmanlık duyup duymadığını sormuş, Gavrilo ise tarihe geçecek şu yanıtı vermiştir: "Bunu ben yapmasam, Almanlar başka bir bahane bulacaktı ..."
İlk domino taşının düşmesiyle birlikte ültimatomlar ve savaş beyanları peşi sıra gelmiştir. Şimdi, yani 1914'te her genelkurmayın endişesi, ilk önce rakip ordunun harekete geçmesidir. İlk olarak Almanlar, Avusturya - Macaristan'ın Rusya'ya karşı genel seferberlik ilan etmesi adına büyük baskı uygulamış ve demir zarın yuvarlanması gerektiğini ifade etmişlerdir. Nitekim Berlin'de yumrukların masaya inmesiyle 28 Temmuz'da Avusturya ile başlayıp 3 Ağustos'ta Almanların Fransızlara verdiği ültimatomun reddinin ardından beyan ettiği savaş ilanı ile devam eden süreçte, Britanya'nın 4 Ağustos'ta Almanlara Belçika'yı boşaltmalarını talep eden ültimatomun cevapsız kalmasıyla beraber Dünya savaşı'nın başlaması için bütün sahne hazır hale gelecektir.
Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere; birkaç yıl evvel kaybettiğimiz kıymetli hocamız Norman Stone'dan Birinci Dünya Savaşı, Basil Liddell Hart'tan Birinci Dünya Savaşı Tarihi ve Andrew Wiest'ten Birinci Dünya Savaşı Tarihi & Fotoğraflar, Haritalar, Çizimler adlı eserleri tavsiye ediyorum.
Comentarios