Filistin - İsrail - İran Üçgeni
- Umur Ozer
- 17 Mar
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 25 Mar

Modern dünyanın temelleri ne zaman atılmıştır ? Tabii olarak konuya dair pek çok muhtelif görüş olsa da, genel itibariyle ekseriyetin 19. yüzyılın ilk yarısı ve ortalarına dair bir mutabakatta olduğunu görürüz. Her ne kadar 18. yüzyılın son dönemleri birbirine paralel olarak gelişen Endüstri Devrimi ve siyasi düşünce akımları bakımından yeni bir devrin başlangıcını teşkil etse de, bu gelişmelerin toplumların yapısında meydana getirdiği transformasyonun daha kristalize hale gelmesi ancak 19. asrın ortalarından itibaren mümkün olabilmiştir.
Toplumların iç yapısında meydana gelen bu değişimler, beynelmilel münasebetleri de etkilemiş ve uluslararası ilişkilerde hakim olan unsurların işleyişinde yeni yaklaşımlar hasıl olmuştur. Söz konusu yeni politikalar arasında belki de en önemlisi ise Avrupa'nın sanayileşmiş ve endüstri üretimi çoğalmış memleketlerinin pazar ve kaynak aramak adına faaliyetlerini denizaşırı ülkelere doğru genişletmeye başlamasıdır. Kaçınılmaz bir şekilde bu süreç Türkiye ve İran'ın bulunduğu bölgeyi de etkilemiştir. Bilhassa ileri seviyede endüstrileşmiş ülkelerin bayraktarı konumundaki İngiltere'nin Afrika'dan başka Uzak doğu'ya yönelik girişimleri, mezkur coğrafyanın bir İngiliz - Rus rekabet ve çatışma alanına dönüşmesine sebebiyet vermiştir. Rusya'nın, hepimizin bildiği üzere, sıcak denizlere ulaşmak adına güneye inme çabası, batıdan doğuya doğru uzayan İngiltere ile karşılamasına neden olmuş ve bu suretle Türkiye ile İran'ın bulunduğu bölge bir kesişme noktası haline gelmiştir. Binaenaleyh beynelmilel kuvvet münasebetlerinin bu gelişimi, şartların mütemadiyen değişmesine rağmen, Türkiye ile İran arasında bugüne dek devam edecek olan bir kader birliğini ortaya çıkarmıştır. İki ülke arasındaki benzer yazgı, yalnız koşullar ile de sınırlı kalmamış ve 20. yüzyıl itibariyle her iki memleket de yabancı baskı ve müdahalesinden kendilerini kurtarıp, iç kalkınmaya ve değişime yöneldikleri zaman, çağdaşlaşmayı yürütebilecek iki önemli lidere sahip olmuşlardır: Mustafa Kemal Atatürk ve Rıza Şah Pehlevi.
Atatürk ve Pehlevi zamanında gerçekleşen Türk - İran yakınlığının en önemli sonuçlarından biri de bölgesel nitelikteki barışa verdikleri önemdir. Nitekim Türkiye ile İran arasında 1937'de imzalanan Saadabad Paktı da bu durumun somut bir örneğidir. Anlaşma, Akdeniz'den ve güney - batı yönünden bölgeye yönelen tehlikelere karşı barışa korumak adına yapılması icap eden bir ittifak hüviyetindedir. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Güney asya'da Pakistan'ın yeni bir kuvvet olarak belirmesi ve aynı zamanda Türkiye ile İran'ın barış ideallerini benimsemesi ise üç devlet arasında bir barış bloğunun yani Cento'nun kurulmasına olanak tanımıştır.
Orta doğu'nun son 100 yıllık tarihini incelediğimizde tabiri caizse bir siyasi istikrarsızlık tablosu ile karşı karşıya kalırız. Günümüz itibariyle bundan sonraki sürecin de soru işaretleri ile dolu olduğu ve bu soruların bazılarına bile olsa dahi cevap verme imkanının "henüz" ortaya çıkmadığı da yine, yadsınamaz bir gerçektir. Söz konusu istikrarsızlığın hasıl olmasında yatan temel sebep ise Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte bölgede oluşan power vacuum yani güç boşluğu ve muhtelif güç odaklarının bu boşluğu doldurma mücadelesidir.
1920li yılların başından itibaren devamlı bir şekilde "kaynaşma" içerisinde olan Orta doğu'nun yaşadığı "istikrarsızlığı" tam olarak kavrayabilmek adına konuyu iki ana başlık altında incelememiz gerekir: Bölge içi faktörler ve bölge dışı faktörler.
Bölge Dışı Faktörler
Ekseriyetin vakıf olduğu üzere 1920'den itibaren Orta Doğu'da Osmanlı İmparatorluğu'nun yerini İngiliz ve Fransız sömürgeciliği almıştır. Ancak bu gelişme, Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde ve Birinci Dünya Savaşı sırasında bölge halklarının oluşturduğu beklentilerle ters orantılı bir durumun meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Bölgenin bu çelişkisi haliyle, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz kaynaşmalara ve binaenaleyh istikrarsızlığa neden olmuştur. Mevzubahis kaynaşmaların yani geniş ölçekteki toplumsal hareketlenmelerin odak noktasını ise "bağımsızlık mücadeleleri" teşkil etmektedir.
1930'lardan itibaren, batı sömürgeciliğinin bölgede yarattığı bu çelişkiye, Mihver faktörünün yani Faşist İtalya ile Nazi Almanyası'nın da katılması, çalkantıları daha da arttırmıştır. Mihver devletleri, kaderin bir cilvesiyle baş düşmanlarından Lenin'in emperyalizm teorisinde olduğu gibi, İngiltere ve Fransa'yı sömürgeleriyle vurmak istemişler ve bir yandan bölgenin yakınlığı, diğer yandan bağımsızlık hareketlerinin yoğunluğu ve son olarak bölgenin stratejik niteliği, Mihver'i tüm gücüyle "bölgenin çelişkisini" körüklemeye sevk etmiştir. Tüm İkinci Dünya Savaşı boyunca bölge halklarının ve Arap aydınlarının Mihver devletlerini desteklemiş olmalarındaki temel motivasyon da burada yatmaktadır aslında; çünkü Arap halklarına göre bağımsızlığın gerçekleşmesi, sömürgeciliğin yıkılmasına bağlıdır. Nitekim şunu da söylememiz gerekir ki İkinci Cihan Harbi olmasaydı Orta doğu ülkelerinin "bağımsızlıklarını" kazanması epey bir zaman alacaktı. Ancak yine de savaş sonrası petrol ve Süveyş Kanalı gibi stratejik sorunlar üzerindeki sömürgecilik baskısı, Arap ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmış olmalarına rağmen, hemen ortadan kalkmamış ve bu sorunlar 1950'lerin sonuna dek, bölgeyi krizlere sürüklemekten geri kalmamıştır. Bununla beraber yukarıda bahsini geçirdiğimiz stratejik sorunlar hasıl olmasa dahi "bölgenin istikrarsızlığı" sonraki süreçte de başlıca özellik olmaya kaçınılmaz bir şekilde devam edecektir ancak '45 sonrası oyunun hüviyeti değişmiş ve Orta doğu sahnesinde iki yeni aktör ortaya çıkmıştır: Sovyet Rusya ve İsrail.
1947 yılı itibariyle İsrail devleti'nin ortaya çıkması ve bu olayın doğu-batı mücadelesine paralel olarak cereyan etmesi, Sovyet Rusya'nın da giderek bölgede dinamizm kazanmasına sebebiyet vermiştir. Tabii olarak İsrail'in kuruluşunun etkisi ve sonucu bu kadar ile kalmamıştır; çünkü İngiltere 1945'ten itibaren Filistin sorununun peşini bırakmaya karar verirken (bkz: 1917 Balfour Deklarasyonu) Amerika, tabiri caizse bayrağı İngilizlerden devralmıştır. Şüphesiz ki Amerika'nın davası Filistin değil, Yahudi davası'dır. Bu sebeple 1948 yılından itibaren Amerika'nın Orta doğu politikasının odak noktalarından biri daima İsrail'dir ve bu durum, günümüze dek Amerika'nın Orta doğu politikasının değişmez sabit faktörlerinden biri olagelmiştir.
Bölge İçi Faktörler
Mevzubahis saiklerin başında Arap milliyetçiliği gelmektedir. Arap milliyetçiliğinin başlangıcını, 20. yüzyılın başlarına, belki de İngiltere'nin Mısır'ı işgaline sebep olan 1881'deki Arabi Paşa Hareketi'ne kadar götürmek mümkünse de bu ideolojinin bir muharrik kuvvet yani itici güç haline gelmesi, 20. yüzyılın ortalarına tekabül eder. Diğer bir şekilde ifade etmemiz gerekirse Arap milliyetçiliğini harekete geçiren olay, 1948-49 Arap-İsrail savaşında, "bir avuç Yahudi" karşısında Arapların uğradığı ağır hezimettir. 1955'ten, Amerika ile Sovyet Rusya'nın Orta doğu'da "iş birliğine" başladığı tarih olan 1973 yılının sonuna kadarki dönemde; 1956, 1967 ve 1973'de olmak üzere İsrail ile Araplar arasında üç defa savaş çıkmış ve bu savaşlar sadece İsrail ile Arapları değil, tabii olarak doğu ve batı bloklarını da karşı karşıya getirmiştir.
1967 Arap - İsrail savaşı ve bunun milletlerarası yansımaları, Orta Doğu üzerindeki doğu - batı mücadelesinin de o dönem için en hararetli noktasını teşkil etmiştir. 1973'ten sonraki dönemde Orta Doğu'daki gerginlikler, İsrail ve Araplar arasında zaman zaman krizlerin patlak vermesine rağmen, tavsamaya ve yüksek tansiyonunu kaybetmeye başlamıştır. 1978 Eylül'ünde imzalanan İsrail - Mısır Camp David Anlaşmaları ve 1979 Mart'ındaki İsrail - Mısır Barış Antlaşması, bazı Arap ülkelerinde tepkilerle karşılanmış olsa bile, Orta Doğu'da yeni bir gelişmenin perdesini açmıştır: İsrail ve Araplar arasında bir "barışın" yapılabileceği ve hatta yapılması gerektiği gerçeği.
Yom Kippur Savaşı olarak da isimlendirilen 1973 Arap - İsrail savaşı, 6 ile 25 ekim 1973 tarihleri arasında Mısır ve Suriye liderliğindeki Arap devletlerinin İsrail'e karşı başlattığı bir mücadeledir. İsrail'in, kayıplarına rağmen üstünlüğü ile sonuçlanan savaşın akabinde bölgedeki süper güçlerden batı bloğunun temsilcisi olan Amerika, ne Orta doğu'ya tek başına hakim olabileceğinin ne de münferit olarak harcayacağı enerji ile bölgeye istikrar getirebileceğinin idrakine varmıştır. Nitekim Aralık 1973 gerçekleşen Cenevre Konferansı sonrası Orta doğu'da başlayan Amerika - Sovyet iş birliği, bölgedeki istikrarsızlıkların daha yumuşak bir hüviyet kazanmasında önemli bir rol oynamıştır.
Filistin - İsrail meselesi ise son 100 yüzyılda Orta doğu'da yaşanan kaosun bir tezahürü gibidir. 15 kasım 1988'de Filistin Kurtuluş Örgütü'nün başkanı Yasser Arafat tarafından Cezayir'de bağımsızlığını ilan eden Filistin devleti; aralarında Çin, Rusya, Hindistan ve Türkiye'nin de bulunduğu yüzden fazla ülke tarafından resmen tanınmaktadır. Günümüzde sadece Batı şeria ile Gazze şeridi Filistinlilerin kontrolündedir ve bu bölgeler İsrail ordusunun işgali altındadır. 1993 yılında Oslo Anlaşmaları'nın imzalanmasından bir yıl sonra, Batı şeria ve Gazze şeridi'ndeki a ve b bölgelerini yönetmek için Filistin Ulusal Otoritesi kurulmuştur. Akabinde, israil'in Gazze'den çekilmesinden iki yıl sonra yani 2007'de, bu bölge Hamas'ın idaresine geçecektir.
Filistin halkı açısından devletlerinin ismi terminolojik olarak bir bütün olarak 1967'den beri İsrail'in işgal ettiği Filistin topraklarının coğrafi alanını ifade eder. Her durumda, toprak veya bölgeye yapılan atıflar Filistin devleti tarafından talep edilen toprakları işaret etmektedir. İkinci dünya savaşı sonrası bölge, yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere İngiliz mandası'ndan Birleşmiş milletler'e devredilmiş ve BM tarafından Yahudi, Arap ve uluslararası Kudüs bölgeleri oluşturulmuştur. Bu bölünme, Yahudiler tarafından kabul edilirken bölgedeki Arap devletleri söz konusu düzenlemeye şiddetle karşı çıkmış ve İsrail devleti'nin kurulmasıyla 1948 yılında ilk Arap - İsrail savaşı cereyan etmiştir.
Öte yandan 22 eylül 1948'de Mısır tarafında bulunan Gazze'de bir Filistin hükümeti kurulmuş ve bu hükümet, Ürdün hariç diğer Arap Birliği üyeleri tarafından tanınmıştır. Bu düzenlemeyle hasıl olan erk, Filistin'in tamamını (İsrail, Ürdün'deki Batı şeria, Gazze ve Kudüs bölgeleri) yönettiğini iddia etse de aslında sadece Gazze'nin idaresini elinde bulundurmaktadır. Nitekim İsrail, Altı Gün Savaşı sonucunda Mısır'dan Gazze ve Sina yarımadasını, Ürdün'den Batı Şeria'yı ve Suriye'den ise Golan Tepeleri'ni almıştır.
İşin esasına bakılırsa, İsrail - Filistin meselesinde bütün Arap ülkelerinin tam bir görüş birliği içerisinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Bir kısım Arap ülkesi, İsrail'in haritadan tamamen silinmesini temenni ederken diğer bir kısmı ise İsrail'in varlığına pekala rıza göstermektedir. Arap ülkelerinin ekseriyetinin mutabık kaldığı konu ise İsrail'in 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiği konusudur.
Yine, hemen hemen tüm Arap devletleri, bir Filistin devletinin varlığının zaruri olduğu konusunda mutabık olsalar da sorulması gereken asıl soru; Filistin devleti'nin varlığının neticeleri hakkında hepsinin aynı görüşte olup olmadığıdır. Misal bu Filistin devleti'nin sınırları hakkında hepsi aynı şeyi mi düşünmektedir ? Sonuçta bu sınırların çizimi en azından birkaç Arap devletini yakından alakadar edecektir.
Nihayetinde, bağımsız bir Filistin devletinin nasıl bir dış politika takip edeceği hakkında bölgedeki diğer devletlerin bir görüş birliği söz konusu mudur ? Yoksa bu "bağımsız devleti" , her ülke kendi menfaati açısından mı değerlendirmektedir ? Şüphesiz bu sorunun cevabı; her devletin kendi çıkarları doğrultusunda yani pragmatist bir hüviyet ile hareket edeceği olacaktır ki tabii olan da budur. Binaenaleyh bir çıkar çatışmasının hasıl olması da kaçınılmaz olacaktır.
Konuya dair daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Prof. Dr. Fahir Armaoğlu'dan 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi ve Larry Collins ile Dominique Lapierre'den Kudüs… Ey Kudüs adlı eserleri tavsiye ediyorum.
Comments